Hannah Arendt ile “Totalitarizmin Kaynakları” üzerine bir değerlendirme
GENELHannah Arendt’i anlamak kolay bir mesele değildir. Onun yazıları, her okuduğunuzda farklı anlamlar bulabileceğiniz, farklı yorumlar yapabileceğiniz zenginliktedir. Yaşanılan her olayın nedenini ve nasılını anlamlandırma çabası zihninizi bir hayli zorlarken, aynı zamanda beraberinde, olaylara bambaşka açılardan bakabilme becerisini de kazandırmaktadır. Bana göre, onu özellikle bu günlerde anmak ve totalitarizm konusundaki düşüncelerini tekrar okumak son derece gereklidir.
Bazı düşünürler vardır ki düşünceleri, eserleri ve duruşları ile hem yaşadıkları döneme hem de geleceğe büyük bir katkı sunarak, fikirlerinin insanları aydınlatan bir ışığa dönüşmesini sağlamışlardır. Hiç şüphesiz ki Hannah Arendt onlardan biridir. Yaşadığı dönemin ağır ve trajik sorunlarını tüm derinliği ile ele alarak, o günlerde yaşanılanları anlamaya ve anlatmaya çalışırken, aynı zamanda bugüne de ışık tutmuş, yaşanabilecek durumları çok önceden öngörmüştür.
Onu anlamak hiç kolay değildir; zira olaylara çok kapsamlı bakabilen bir düşünce yapısı vardır. Sadece tek bir olgudan hareket etmeyerek, yanı sıra, her detayı sorgulayan ve ortaya koymaya çalıştığı fikirlerde tüm ezberlerden kaçınan, daha önce düşünülmemiş olanı düşünmeye zorlayan, bir fikir insanıdır Arendt. Çok küçük yaşlardan itibaren felsefeye ilgi duymuş ve yaşadıklarının arka planındaki nedenleri bu derinlikli bakış açısı ile aktarmaya çalışmıştır. Felsefeye olan yoğun ilgisi ve önemli kişilerden aldığı eğitimlere rağmen kendini “felsefeci” olarak tanımlamamış, daha ziyade bir “siyaset bilimci” olarak anılmak istemiştir. Fakat onun felsefeye olan ilgisi, tüm çalışmalarında hissedilmiş ve bu nedenle Arendt, kendine has bir tarz ortaya koymuştur.
“Kendi olabilme” hali, onun en önem verdiği konulardan birisi, hatta hayat mottosu olmuştur. Tüm ezberlerden, klişelerden, yargılardan bağımsız olarak düşünebilmeyi, her şeyin kendi özgünlüğünde ele alınabilmesini, bir gereklilik olarak görmüştür. “Tırabzansız düşünme” olarak ifade ettiği bu düşünme tarzında Arendt, her olguya ilk kez yaşanıyormuş gibi bakmaya çalışmış ve daha önce o konuda ortaya konulan düşüncelerden arınarak, çevreden bağımsız, tarafsız, yepyeni bir bakış açısı olması gerektiğini savunmuştur. Ona göre, “taraftarlık” diye bir kavram yoktur; düşünebilmek için “taraf olmamak” gerekmektedir.
Her tam teşekküllü ideolojinin, kuramsal bir öğreti olarak değil, siyasi bir silah olarak yaratılmış, sürdürülmüş ve düzenlenmiş olduğunu düşünen Arendt, bu ideolojilerin bireylerin öznelliğini yok ettiğini ve toplumsal yaşamın dokusunu parçaladığını belirtmektedir.
Tüm ideolojilere karşı aynı eleştirel ve şüpheci yaklaşımını sürdüren Arendt, özellikle “ırkçılık”, “milliyetçilik”, “emperyalizm”, “totalitarizm” gibi ideolojiler konusunda önemli çalışmalar ve eserler ortaya çıkarmıştır. 1906 yılında Almanya’da doğan Arendt’ın iki büyük dünya savaşını bizzat deneyimlemesi, bu ideolojilere olan ilgisinin nedeni açıklamaktadır. Üstelik Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Nazi Almanya’sının yürüttüğü soykırıma yakından tanıklık etmiş, ülkesini terk etmek zorunda kalarak bir mülteci olarak yaşamını sürdürmüştür. Savaşın, vahşetin ve şiddetin bu karanlık yüzü onu oldukça etkilemiş ve düşüncelerinin bu kavramlar etrafında şekillenmesine neden olmuştur.
Bu bağlamda “Totalitarizmin Kaynakları” isimli kitabı Arendt’ın siyasi düşüncelerini aktaran ve totalitarizmin kökenlerini derinlemesine inceleyen bir kaynak olmuştur. Üç kitap şeklinde yayınlanan eserin birinci cildi, “Antisemitizm” olarak yayınlanmış ve ırkçılık, milliyetçilik, ulus devletler gibi kavramlar Arendt’ın bizzat kendi deneyimleri ile aktarılmıştır. İkinci kitabını “Emperyalizm” alt başlığı ile çıkaran Arendt; modernite, emperyalizm, kapitalizm, burjuvanın ve ekonominin büyümesi, iktidar ve güç ilişkilerini derinlemesine incelemiş ve bu kavramların totalitarizme olan etkilerini dile getirmiştir.
“Totalitarizmin Kaynakları” kitabının üçüncü cildini ise, “Totalitarizm” alt başlığı ile genel bir çerçeve içinde ele almış ve totalitarist düşüncenin kökenlerini, örgütlü hareket haline gelişini, kurumsallaşmasını, propaganda ve manipülasyon araçları ile birlikte değerlendirmiştir.Ona göre; antisemitizm ve emperyalizmin yükselişe geçmesiyle birlikte birey anlayışı geçerliliğini kaybetmiştir. Bu ideolojilere göre, birey olma, hak ve özgürlüklere sahip olma, tek başına insan ırkına ait olmakla elde edilemezdi; belirli bir ırktan olmak, belirli bir inanca ya da mezhebe bağlı olmak gerekirdi. Yine ona göre, yalnızca bu “seçkin” özellikleri taşıyan insanlar “birey” olarak kabul edilmiştir. Bu ideolojiler toplumlarda egemen hale gelerek, ırkçılık, milliyetçilik, ötekileştirme gibi mefhumlar meşrulaşmış ve bu meşruluk hali uluslararası yağmanın teşvik edilmesine, küçük ırkların köleleştirilmesine ve sonunda bazı halkların katledilmesine yol açmıştır.
Irkçılığı, Batı dünyasının ve buradan hareketle bütün insan uygarlığının sonunu getirebilecek bir tehlike olarak gören Arendt, yine ırkçılığı, “insanlığın başlangıcı değil, sonudur” şeklinde ifade etmiştir.Her tam teşekküllü ideolojinin, kuramsal bir öğreti olarak değil, siyasi bir silah olarak yaratılmış, sürdürülmüş ve düzenlenmiş olduğunu düşünen Arendt, bu ideolojilerin bireylerin öznelliğini yok ettiğini ve toplumsal yaşamın dokusunu parçaladığını belirtmektedir. Moderniteye getirdiği yoğun eleştirilerle birlikte modern insanın bir “kitle insanı”na dönüştüğünü ve bu sayede insanların politik alandan uzaklaştırıldığını, bölündüğünü ve yalnızlaştırıldığını ifade etmektedir. Yalnızlaşan ve atomize edilen bireyler, kamusal alandan uzaklaştırılarak toplumdan soyutlanmış bir hale getirilmişlerdir.
Totalitarizmi diğer diktatör yönetimlerden ayrı olarak ele alan ve insanlık için çok daha tehlikeli bir yönetim şekli olarak gören Arendt, bu tehlikenin tüm insanlığın sonunu getirebilecek bir mahiyete gelebileceğini ifade etmektedir.
Arendt, kamusal alanın önemine şiddetle vurgu yapmaktadır. Ona göre kamusal alan eylemin ve politikanın alanıdır ve ortak bir dünya olması bağlamında insanları bir araya getirmektedir. İnsanın insan olduğunun en büyük ispatı, kamusal alandaki varlığıdır. Modern dünya ile birlikte bireyler tek tipleştirilirken, insanlar sadece çalışan, işten eve, evden işe giden canlılara dönüştürülmüştür. Düşüncenin ve özgürlüğün paylaşıldığı kamusal alandan uzaklaştırılmış olan insan, totaliter yönetimlerin topyekûn tahakkümü altında, sadece komutlarla hareket eden varlıklar haline getirilmiştir.
Totalitarizmi diğer diktatör yönetimlerden ayrı olarak ele alan ve insanlık için çok daha tehlikeli bir yönetim şekli olarak gören Arendt, bu tehlikenin tüm insanlığın sonunu getirebilecek bir mahiyete gelebileceğini ifade etmektedir. Geçmişte yaşanılan deneyimlerin varlığı bu düşüncenin en büyük ispatı olabilmekle birlikte, günümüzde bu tehlikenin devam ettiğini de görebilmekteyiz. Arendt totalitarizmin, Nazi Almanya’sının düşüşüyle ortadan kalkmadığı gibi Stalin’in ölümüyle de sonlanmayacağının altını çizerek, çağımızın en büyük problemi olarak totalitarizme işaret etmiştir.
Her dönem farklı ideolojilerin arkasında saklanarak karşımıza çıkabilecek olan totalitarizm tehlikesini günümüzde en çok, kitlelerin sessiz yığınlara dönüştürülebilmesinde, insanların her durumda kayıtsız kalabilen itaatkâr varlıklar haline getirilebilmesinde, terörün ve güvenlik kaygılarının hep canlı tutularak, bir güvensizlik çemberinde yaşamaya mahkûm edilişimizde görebilmekteyiz.Yazının başında da belirttiğim gibi, Hannah Arendt’i anlamak kolay bir mesele değildir. Onun yazıları, her okuduğunuzda farklı anlamlar bulabileceğiniz, farklı yorumlar yapabileceğiniz zenginliktedir. Yaşanılan her olayın nedenini ve nasılını anlamlandırma çabası zihninizi bir hayli zorlarken, aynı zamanda beraberinde, olaylara bambaşka açılardan bakabilme becerisini de kazandırmaktadır.
Bana göre, onu özellikle bu günlerde anmak ve totalitarizm konusundaki düşüncelerini tekrar okumak son derece gereklidir. Çünkü onun da ifade ettiği gibi, “Her tarafta siyasal, toplumsal ve ekonomik olaylar, insanları gereksizleştirmek için tasarlanmış, totaliter aygıtlarla sessiz, gizli bir tertip içindedir”.
Bu gizli organizasyona karşı tüm dünya insanlığının yeniden düşünmesi ve bu kötülüğün karşısında farkındalıkla yer alması gerekmektedir. O gizli tehlike, her birimizi ayrı bir tarafa savurmakta, aslında hiç de bize ait olmayan insanlık dışı tutumlarla, yeni bir insan profili oluşturmaktadır.
İlginizi Çekebilir