© Yeni Arayış

Hak edişler üzerine

Psikolojide “yanıltıcı hak ediş hissi” (illusory entitlement) diye bir kavram vardır. İnsan, kendine dair algısıyla, yaşadığı gerçeklik arasında bir denge kurmak ister. Eğer uzun zamandır yalnızsak, sevilmeyi hak ettiğimize inanırız.

Belki de bazen en büyük lütuf, hak ettiğimizi düşündüğümüz şeyi alamamaktır. Ve belki de asıl mesele, hayatın adil olup olmaması değil, bizim kendi içimizde adaleti nasıl inşa ettiğimizdir.

Bazen içimizde bir çığlık yükselir: “Bunu hak ettim!” Ya da tam tersi, kırgınlıkla ve hayal kırıklığıyla, “Bunu hak etmedim…” diye mırıldanırız. Adalet duygumuz, terazisini elimizde tuttuğumuz bir ölçü birimi gibidir. Ancak ne kadar dikkatle tartarsak tartalım, terazimizin hassasiyetini belirleyen şey, çoğu zaman kendi kendimize anlattığımız hikâyelerdir. Oysa bazen hak ettiğimizi sandığımız şey, gerçekte hiç de hak etmediğimiz bir yanılsama olabilir.

Psikolojide “yanıltıcı hak ediş hissi” (illusory entitlement) diye bir kavram vardır. İnsan, kendine dair algısıyla, yaşadığı gerçeklik arasında bir denge kurmak ister. Eğer uzun zamandır yalnızsak, sevilmeyi hak ettiğimize inanırız. Eğer çok çabalamışsak, takdir edilmeyi hak ettiğimizi düşünürüz. Ama hayat, hak edişler üzerinden işlemez. O yüzden bazen en iyi insanlar en büyük haksızlıklara uğrar, en çok sevenler sevilmez, en çok emek verenler karşılık bulamaz.

O halde şu soruyu sormalıyız: Gerçekten neyi hak ediyoruz? Ve daha önemlisi, bir şeyi hak etmekle ona sahip olmak arasındaki mesafe ne kadar?

Bu noktada, psikanalist Jacques Lacan’ın şu sözünü hatırlamak yerinde olur: “İnsan, kendisine verilmeyen şeyi talep edendir.” Bu cümlede derin bir trajedi saklıdır. Çünkü bazen en çok istediğimiz şey, bize verilmediğinde hak ettiğimizi düşünürüz. Oysa belki de hayatın o şeyi bize vermemesi, öğrenmemiz gereken en büyük derslerden biridir. Belki de gerçek adalet, içimizdeki adalet duygusundan farklı bir formda karşımıza çıkıyordur.

Bunu kabullenmek zor olabilir. İnsanın içini kemiren o sessiz isyan, çoğu zaman kendine şefkat duymayı unuttuğunun bir işaretidir. Başkalarına verdiğimiz merhameti kendimizden esirgediğimiz sürece, hak edişlerimiz ve haksızlıklarımız bir girdap gibi bizi içine çeker. O yüzden, belki de asıl hak ettiğimiz şey, kendimize karşı daha nazik olmaktır. Başarısız olduğumuzda, kandırıldığımızda, kaybettiğimizde bile… Çünkü bazen gerçek kazanım, kaybettiğimizi sandığımız şeylerin içinde saklıdır.

Kendimize şu soruyu sormamız gerek: Hayat bana istediğimi vermediğinde, bu benim için ne anlama geliyor? Bir adaletsizlik mi, yoksa başka bir şeyleri fark etmem için bir fırsat mı?

Belki de bazen en büyük lütuf, hak ettiğimizi düşündüğümüz şeyi alamamaktır. Ve belki de asıl mesele, hayatın adil olup olmaması değil, bizim kendi içimizde adaleti nasıl inşa ettiğimizdir.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER