© Yeni Arayış

Güven(siz)lik…

Güven(siz)lik…

Güvenlik meselelerinde nihai sorumluluk sahibi siyasetçiyse, vatandaş bu resimde nereye düşer? Günümüz demokrasilerinde siyasetçilerin hesaplarını sandıkta vermeleri gerektiği varsayılıyor; hiçbir hesap vermemelerinden iyidir.

Sadece son bir ayı düşünelim.

“Pençe-Kilit Harekâtı” bölgesinde yirmiden fazla asker yaşamını kaybetti, bölgede çatışmaların devam edeceğine ve bu sayının artacağına inanan uzman sayısı çok. “Güvenlik uzmanlığı” denilen alan hayli spesifik, hayli de bilgi sahibi olmayı gerektiriyor, bizim gibi sıradan insanların bu konuda kesebileceği ahkam sınırlı. Televizyonda ya da internette gördüğümüz her uzman sıfatlı kişiye hiç sorgulamadan inanalım demiyorum; ancak bu kayıpların nedenleri, yerindeliği ya da işlevi üzerine kanaat bildirmek biraz haddi aşan bir konu olur.

Devletin elinin değdiği her şeyde olduğu gibi, güvenlik meseleleri de bir tür teknokratik yapılanmadan geçmiş durumda, işin ehlinin eline bırakılması gereken bir “tekhne”, yani zanaat olmuş. Eskiden bu iş için yetiştirilen aristokratların boş zaman meşgalesi olan savaş da günümüzün iyi yetiştirildiği varsayılan profesyonel askeri elitinin yönetimine devredilmiş. Bir yerde profesyonelleşme, zanaatlaşma olunca da bir tür bilgi hiyerarşisi de kendiliğinden devreye giriyor, “ne kadar biliyorsan, o kadar konuş” mottosu geçerli oluyor.  Bir insanın ne kadar bildiği önemli, önemli olmasına da neyi bildiği ve nasıl bildiği de bir mesele; insanlık tarihi çöpe atılan “bilimsel” bilgiler ile dolu.

Askerin bilgisinin nasıl oluştuğu başlı başına bir araştırma alanı, ülkemizde de oldukça da bakir. Güvenlik meselelerinin “teknik” kısımları sıradan insanın havsalasının almayacağı meseleler olsa da sonuçları doğrudan bizi ilgilendiriyor. Şehit haberlerinin arkasından gelen bir kısmı virane, bir kısmı da kenar mahallelerdeki evlere asılmış bayraklar tabii ki can acıtıyor, son gördüğümüz deprem çadırındaki Türk bayrağına arkamızı dönmemiz mümkün değil. “Şehitleri sayılara indirmeyelim, hepsi birer can” yaklaşımıyla bize aktarılan yaşam öyküleri, televizyonlarda detaylarıyla verilen cenaze törenleri, sıra sıra dizilmiş siyasetçiler ve üst düzey askerler; hepsi yaşananın bizim meselemiz olduğunu bir kez daha yüzümüze çarpıyor. Totaliter yönetimlerin kayıp savaşlarını sürdürebilmelerini mümkün kılan gerçekleri toplumdan uzak tutabilme becerileri; o yüzden de gerçek üzerindeki tekellerini sürdürmek onlar için hayati. İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde bile Almanya’nın savaşı kazanacağına dair bir inanç varmış Alman halkı arasında, o alternatif gerçeklikte yaşıyorlarmış çünkü. Bu nedenle de medyada çoğulculuk bir erdem olarak sunulmakta, çünkü siyasetçilerin örttüğü “sis perdesini” aralamak gibi bir işlevi olacağına inanılıyor, tamamen ortadan kaldırmasa da.

Sorun, karar ve eylemlerinin sorumluluğunu kimin üstleneceğinde ve daha önemlisi kime karşı sorumlu olacaklarında. Profesyonel olarak tabir edilen ve idealize edilen düzende herkes yaptığı işten sorumludur, başarısız olursa hesabını bir üstüne verir, öyle derler. Hesabın ne olacağı da bilinir ki hata yapmaktan kaçınılsın.

Madem güvenlik meselelerinin sonuçları bizi ilgilendiriyor, öte yandan bu konular biz sıradan vatandaşın kavramayacağı kadar karmaşık meseleler; nasıl dahil olacağız bu işe?

Vatandaşa sorulsa, “şu savaşa mı girsek” ya da “askeri şuraya mı kaydırsak” diye, düzgün yanıt alınamayacağı kesin. Aşırı bir metaforla, “bari cerrahlar da ameliyat sırasında sorsunlar” denebilir, doğrudur. Kitlelerin bilgeliği diye bir şey var, ortalama akıl pek bir şey başaramasa da akılların ortalamasının mantıklı sonuçlar ürettiği biliniyor; ancak bu tür bir bilgeliğin teknik olarak addedilen meselelerde işe yaramadığını kullandığı otomobil yol ortasında stop eden herkes bilir. Zaten bir meseleyi teknik olarak kabul ettikten sonra o işi işin ehline bırakmak, yani toplumsal iş bölümü modern toplumun temel direği. Güvenlik meseleleriyle işin profesyonelleri, yani ordu-asker ilgilensin, burada sorun yok.

Sorun, karar ve eylemlerinin sorumluluğunu kimin üstleneceğinde ve daha önemlisi kime karşı sorumlu olacaklarında. Profesyonel olarak tabir edilen ve idealize edilen düzende herkes yaptığı işten sorumludur, başarısız olursa hesabını bir üstüne verir, öyle derler. Hesabın ne olacağı da bilinir ki hata yapmaktan kaçınılsın. Bu mantıkla profesyonel bir orduda da hesap verme sorumluluğu emir-komuta silsilesinde de yukarıya doğru gider, erden başlar generallerde biter herhalde. Bu ideal düzende herhangi bir eylemin sonuçlarının sorumluluğunun kimde olduğunun açıkça tanımlandığı varsayılır, makinede her dişlinin işlevi tanımlıdır.

Öte yandan bürokratik siyaset adı verdiğimiz bir gerçek de her daim bulunur; bürolarda, kapalı kapıların ardında yürütülen pazarlıklar, “kimin kimin adamı” olduğuna bağlı örgütlenen klikler, alınan kararlardan etkilenecek, dolayısıyla da işe dahil olmak isteyecek “paydaşlar”, üstüne de dişlilerin insanlar olduğu gerçeği bu ideal düzenin sadece ders kitaplarında olduğunu hatırlatır. Aklın ortadan kaldırmaya çalıştığı “sis perdesi” bu kez her bürokratik kurumda olduğu gibi askeriyede de manzaranın üstünü örtebilir.

Diyelim ki kusursuz tasarlanmış ve bir makine gibi çalışan, kurumlaşmış bir orduya sahipsiniz. Bu ordunun bir noktada siyasi otoriteyle temas etmesi ve ona hesap vermesi gerekir ki; kararları bir meşruiyet taşısın. Modern devlette bu siyasi temas farklı noktalarda gerçekleşebilir, genelde devletin başı ordunun da başkomutanı olma işlevini üstlenir (bizde bu görev TBMM adına üstleniliyor). İş pratiğe gelince bu görevi kabinedeki Savunma Bakanı, bazen de Başbakan yürütür, en üst düzey profesyonel asker olan Genelkurmay Başkanı’nın da bu pratik görevi üstlendiği görülür, tabii onun siyasi sorumluluğu olmaz. Askeriyenin siyaset ile ilişkisinde başka bir bağ da parlamento düzeyinde kurulabilir, parlamentolar Savunma Bakanlığı’nın bütçesini belirler, özel komiteler devreye girip soruşturmalar yürütebilir, savaş açmak ya da sınır dışı operasyonlar gibi konularda da parlamentonun onayı gerekir. Bu açıdan askeriyenin sorumluluğu siyasi otoriteye karşıymış gözükür. Siyasilerle ordunun arasındaki ilişkinin kâğıda dökülmeyen niteliği ya da parlamentonun denetim işlevini yerine getirmediği bambaşka bir mesele olarak önümüze gelir, ABD bağlamında dile getirilen “askeri-endüstriyel kompleks” devletin en büyük harcama kaleminin savunma harcamaları olduğu durumlarda resmin idealize edilenden çok farklı olduğunun iyi bir örneği olarak bilinir.

“Gelişmekte olan” demokrasilerde askeriyeye “gardiyan” rolü atfedilir, özellikle gerici güçlere karşı ilerici ruhu korudukları söylenir. Roma İmparatorluğu’na atıfla “Pratoryen” muhafızlar düzenin koruyucusu olarak işlev görürler, bazen topluma bazen de imparatorun şahsındaki siyasetçiye karşı korurlar.

Pekiyi, güvenlik meselelerinde nihai sorumluluk sahibi siyasetçiyse, vatandaş bu resimde nereye düşer?

Günümüz demokrasilerinde siyasetçilerin hesaplarını sandıkta vermeleri gerektiği varsayılıyor; hiçbir hesap vermemelerinden iyidir. Ancak sandığın bu işlevini ne kadar sağlıklı yerine getirdiği tartışmalı, malum seçimlerde oy kullanırken “şu konuda başarılı, bu konuda başarısız” deme şansımız yok, külliyen yaptıklarını onaylıyor ya da reddediyoruz. Daha da beteri, umumi bir vekalet de veriyoruz seçilen siyasetçiye. Güçler ayrılığı çalışsa, onu buna kırdırma şansımız olurdu, yani yürütmenin yaptığını yasamaya denetlettirme, o da çalışmıyor malum. Bazıları işin “dördüncü kuvvet” adı verilen medyaya düştüğünü savunuyor. Ama medyanın da siyasi bir kurum olduğu, bizimki gibi ülkelerde medya sahipliğinin başka yatırımların kolaylaştırıcılığına dönüştüğü ve bağımsızlığının tartışmalı olduğu durumlarda bu da geçerli değil. Hoş, çoğulculuğuyla övünen Anglosakson medyasının savaş ve çatışma durumlarında yangına elinde benzin bidonuyla gittiğini biliyoruz, bu iş belki de çoğulculuktan öte bir mesele.

Denetleme işini sivil topluma bırakabilir miyiz?

Sivil toplum denetleyecek bir teknik bilgiye sahip mi, bu bilgiyi edinebilir mi başlı başına zor sorular. Sivil toplum siyasi çıkarlardan ya da güç yapılarından bağımsız olabilir, bu da zor bir soru. En önemlisi sivil toplum dediğimiz o gri alandaki kurumların bir yaptırım gücü olabilir mi? Ülkemizdeki gibi sivil topluma “doğal şüpheli” olarak bakılan bir siyasi kültür varsa, zaten o taraftan denetleme beklemek imkânsız. Bu işte kamuoyuna bir rol düşer mi?

Onun zor olduğu zaten başta söyledik.

Sadece ülkemizde değil, dünyanın herhangi bir coğrafyasında bu zor sorularla karşılaşabiliriz. Çok uzağa gitmeye gerek yok, şu anda Gazze’de olan bitene bir bakalım, oradaki askeri harekatın sonuçlarının sorumluluğu kimde?

İsrailli askerlerde mi, onlara emir veren generallerde mi, Başbakan Netanyahu’da mı, onu seçen İsrail vatandaşlarında mı?

Savaş sona erdiğinde, bu yaşananların hesabı sorulabilecek mi, sorulacaksa kime sorulacak?

Savaşı kaybetmediğiniz sürece kimsenin size hesap sormadığını tarihten, örneğin Nürnberg yargılamalarından öğrendik, ama tarih ilkinde bir trajediyse, ikincisinde bir fars oluyor, bunu da biliyoruz. “Gelişmekte olan” demokrasilerde askeriyeye “gardiyan” rolü atfedilir, özellikle gerici güçlere karşı ilerici ruhu korudukları söylenir.

Roma İmparatorluğu’na atıfla “Pratoryen” muhafızlar düzenin koruyucusu olarak işlev görürler, bazen topluma bazen de imparatorun şahsındaki siyasetçiye karşı korurlar. O zaman da başka bir Roma deyişi akla gelir: “quis custodiet ipsos custodes”, yani koruyuculardan kim koruyacak?  

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER