Johannesburg’da ilk intiba
GEZİ
Johannesburg’da ilk intiba
“Yani ortaya suçun, şiddetin, kanunsuzluğun ve kaba kuvvetin günlük düzeni belirlediği bir kent ortaya çıkıyor. Demek […] eşkıyalık bu kentin doğuştan taşıdığı, bir ben veya doğum lekesi gibi bir şey.”
Gelmeden önce Johannesburg’a dair karıştırdığım kitapların hepsinde aynı ikaz var: Gece çıkmayın, sokakta yürümeyin, takıp takıştırmayın, yalnız kalmayın yoksa gaspa uğrarsınız, soyulursunuz.
Ayrıca, “dünyanın en tehlikeli şehirleri” listesinde zirveyi hep zorlayan performansından hiç vazgeçmemiş Johannesburg.
Ben de bir şehir sokaklarında kaybolmadan nasıl gezilir hiç bilmiyorum.
Anlatılarda biraz abartı olduğunu düşündüm ama herkes de aynı ölçüde abartamaz ya, işin içinde bir tuhaflık olduğu belli.
Buraya elini kolunu sallayarak gelmek, ne bileyim hemen her şehirde yapılan sıradan turistik etkinliklerden biri olan alandan araç kiralayıp dilediğince sürmek gibi mefhumlar henüz kıtanın bu yakasına uğramamış.
Havaalanına geldim, beni karşılayan kişi, “dün akşam fasulye yedim,” dercesine, “geçenlerde bankadan para çekmiştim,” dedi bütün rahatlığıyla, “meğer takip etmişler, ileride arabayı sıkıştırdılar, silah çektiler, soyuldum.”
Bu güzel anekdotu münferit kategorisine koyup yeni ayak bastığım bu kıtaya dair önyargılara kapılmamaya kararlıydım.
Johannesburg’daki şoförümle buluştuk, Shaun, eski bir paralı asker, sağolsun, beni bacak boyunda bir otomatik tüfekle karşıladı -bir buket çiçekle karşılayacak hali yok ya.
Büyük bir heykelinin de yer aldığı Nelson Mandela meydanı şık lokantalarla çevrili, küçücük ama çok güvenli olduğu vurgulanan bir meydan.
Neyse, ikisinin arka arkaya gelmesi de tesadüf olabilir, diye içimden geçirdim, enseyi karartmamak lazım.
Yola çıktık gidiyoruz, ama ben evlerin hiçbirini göremiyorum, varsa yoksa üstü sıra sıra elektrikli tellerle çevrili kalın duvarlar.
Tabii insanların kendi güvenliğini sağlama çabasında aşırıya kaçması bir yere kadar makul görülebilir ama ya dış dünyayla iletişimi tamamen kesmek?
Derken bir başka tabela dikkatimi çekmeye başladı: “Armed response”.
Hani bizde “Dikkat, köpek var!” tabelası asılır ya, bu da aynı hesapça asılmış, yalnız tek farkı “Silahla mukabele ederim,” demesi.
Yani, “aklında bile geçirme, tetiği çeker vururum.”
Beyrut’ta bir ambulansın kapısında gördüğüm “Kalaşnikofla girilmez” uyarısından sonra bana en absürt gelen ikaz sanırım bu oldu.
Sonra bunun hayli sıradan bir tabela olduğunu fark ettim.
Bazı mahallelerin özel güvenlik şirketleri tarafından korunduğunu ve giriş çıkışların denetlendiğini öğrendim.
Shaun beni Johannesburg’un en mutena bölgesi olan Sandton’daki Da Vinci adlı otele bıraktı.
Böylece, şehrin merkezini keşfe çıktım.
Anlatması gerçekten çok güç, otelin alt katı devasa bir kapalı alışveriş merkezi ve Johannesburg’un meydanı dedikleri yer de bu alışveriş merkezinin avlusu.
Büyük bir heykelinin de yer aldığı Nelson Mandela meydanı şık lokantalarla çevrili, küçücük ama çok güvenli olduğu vurgulanan bir meydan.
Kalın ve yüksek duvarların içinde bir küçük yaşam alanı kurulmuş, her yanda kameralar ve silahlı güvenlik görevlileri var.
Bu alanların güvenliği ve rahatlığı uğruna şehrin güvenliğinden vazgeçilmiş gibi.
“Kamu düzeni” diye bir düşünce kırıntısı dahi kalmamış.
Johannesburg’un plaka kodu olan GP, halk arasında “Gangsters Paradise”ın kısaltmasına dönüşmüş -“Çetelerin Cenneti”.
Toplu taşıma kullanmamayı, onsekizini dolduran herkesin arabası olmasını, herkesin her yere arabayla gidip dönmesini, hava karardıktan sonra sokağa çıkılmamasını, pek çok mahalleye gidilmemesini, sokaklarda yürünmemesini, meydan diye alışveriş merkezi avlusunun tanımlanmasını, tekinsiz muhitlerde hiçbir trafik işaretine riayet edilmemesini, silah bulundurmayı, etrafı kolaçan etmeyi, nakit para taşımamayı, evin camından duvar ve tel örgü görmeyi, sonsuz tedbiri ve daha birçok şeyi kanıksamışlar.
Bunlar benim anlayabileceğim şeyler değil, hoşlanabileceğim şeyler hiç değil.
Yüzde 45 olan işsizlikten daha kötü olan tek şey gelir dağılımındaki adaletsizlikmiş.
Böyle olunca, teneke mahallelerde yaşayan yoksul kesim ile zenginler arasına çitli duvarlar gerilmiş.
Bu gelir adaletsizliğine Apartheid’ın mezalimini, madende çalıştırılan kölelerin çığlığını ekleyin.
Johannesburg’un plaka kodu olan GP, halk arasında “Gangsters Paradise”ın kısaltmasına dönüşmüş -“Çetelerin Cenneti”.
Hali vakti yerinde olan azınlık için hayatın burada bir cennet olmasının bedelini, şehrin kuruluşundan bu yana geniş yoksul kesim ödemeye koyulmuş.
Johannesburg’un kuruluşu daha dün, mazisi ikiyüz seneye dayanmıyor.
Her şey burada altın ve elmas madenlerinin bulunmasıyla başlıyor aslında.
Beyaz adamın bu madeni çıkaracak köleye -artık köle yerine “ucuz emek” deniyor- ihtiyacı var.
Dolayısıyla, şehrin nüfusu beyaz azınlığın kırbacı altında çalışan siyahlardan oluşuyor.
Murat Belge, seyahatnamesinin ikinci cildinin Güney Afrika’yı anlattığı bölümünde düşünemediğim bir tespitte bulunuyor.
Madende çalışanların erkek olduğunu söyledikten sonra, bu insanların içkiye ve kadına gereksinim duyduklarını, bunun da derhal mafyöz yapıları doğurduğunu anlatıyor.
“Yani ortaya suçun, şiddetin, kanunsuzluğun ve kaba kuvvetin günlük düzeni belirlediği bir kent ortaya çıkıyor. Demek […] eşkıyalık bu kentin doğuştan taşıdığı, bir ben veya doğum lekesi gibi bir şey.”
Eşkıyalık ve gasp bir kentin hamurunda varsa, modernizm bunu kesip atabilir mi?
Uzunvadede evet, atacağı mukadder, ama anlaşılan o günlere daha var…
Bakın akşam oldu, hava karardı.
Ben de pek çok Johannesburglu gibi yürüyüşe çıkmıyor, odamda oturuyorum.