© Yeni Arayış

Görünmeyen duvarlar

Erkeklik güçlü ve egemen, kadınlık ise zayıf ve tabi olarak tanımlandığında, cinsiyet hiyerarşisi meşrulaştırılmış olur. Kadınların kamusal alanda görünür olması, kılık kıyafetleri, sokağa çıkma saatleri, kariyer yapma istekleri, annelikleri hep bu çatışma ikliminde değerlendirilir ve tartışma konusu olarak gündemde yerini alır.

Bir gün, bir kadının ya da bir erkeğin yalnızca cinsiyeti yüzünden ayrımcılığa uğramadığı bir dünya mümkün olabilir mi? Belki bugün değil. Belki yarın da değil. Ama o duvarı her gün biraz daha yıkmaya çalışanlar olduğu sürece, belki de düşündüğümüzden daha erken. Görünmez duvarları yıkmak, onları görünür kılmakla başlar…

Bir duvarın önünde durduğunuzu hayal edin. Görünmez bir duvar. Ellerinizle yokladığınızda hissedemediğiniz, ancak ilerlemek istediğinizde orada olduğunu fark ettiğiniz bir engel. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, işte tam olarak böyle bir duvar. Her yerde ama yokmuş gibi. Önümüze çıkıyor ama biz çoğu zaman fark etmiyoruz bile.

Kadınlar ve erkekler, yüzyıllardır bu duvarın iki farklı tarafında konumlandırıldı. Kimileri için duvar bir basamaktı, yükselmenin, gücün ve imtiyazın bir simgesiydi. Kimileri içinse aşılması gereken bir engel, varoluşlarının sınırlarını belirleyen görünmez bir kafesti.

Peki, bu duvar nasıl inşa edildi?

Sosyolog R.W. Connell ‘‘Toplumsal Cinsiyet ve İktidar’’ adlı eserinde, toplumsal cinsiyetin biyolojik cinsiyetten ayrı, ancak onunla ilişkili bir kavram olduğunu vurgular. Toplumsal cinsiyeti, tarihsel ve kültürel süreçler sonucunda şekillenen, kadınlık ve erkeklik rollerinin toplumsal olarak inşa edildiği bir yapı olarak görür. Bu yapı, bireylerin davranış kalıplarını, toplumsal ilişkilerini ve güç dengelerini belirler. Ona göre toplumsal cinsiyet, sabit ve biyolojik bir gerçeklik olmayıp, aksine sürekli olarak toplumsal ilişkiler ve pratikler içinde yeniden üretilen bir sistemdir.

Okullar, aile, medya, hukuk sistemi ve iş hayatı gibi toplumsal kurumlar bu rollerin ve eşitsizliklerin yeniden üretilmesine aracılık eder.

Bugün, hem Türkiye’de hem de dünyada kadınların yaşadığı ve çözüme kavuşturamadığı pek çok mesele, toplumsal cinsiyetin bu sürekli yeniden üretimiyle doğrudan bağlantılıdır.  Erkeklik ve kadınlık rollerinin varlığını sürdürebilmesi, bu kavramların sürekli yeniden üretilmesine bağlıdır.

Devlet ve medya bu yeniden üretimde nasıl bir rol oynar?

Devlet politikaları, toplumsal cinsiyet düzeninin devamında kilit rol oynar. Türkiye’de son yıllarda tartışmalı yasalar ve kadın haklarına yönelik hak kayıpları, bunun somut örneğidir. Özellikle İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, kadınların ve LGBT+ bireylerin haklarını koruyan hukuki zemini zayıflatmış ve eşitsizliği derinleştirmiştir. Kadınların şiddet karşısında devlete başvurduğunda yeterli korunamaması da, Connell’in bahsettiği cinsiyet düzeninin devlet eliyle yeniden üretilmesine örnektir.

Medya ve popüler kültür de bu üretimin önemli bir parçasıdır. Televizyon dizileri, geleneksel cinsiyet rollerini pekiştiren bir işleve sahiptir. Kadın karakterler sıklıkla ‘‘fedakar anne’’ ya da ‘‘namuslu kadın’’  kalıplarında gösterilirken, erkekler ‘‘otoriter baba’’ ya da ‘‘kurtarıcı kahraman’’ olarak öne çıkar.  Erkek baskısı ve şiddetinin sıkça gösterilmesi, bu durumun normalleşmesine ve kanıksanmasına zemin hazırlar.

Erkeklik güçlü ve egemen, kadınlık ise zayıf ve tabi olarak tanımlandığında, cinsiyet hiyerarşisi meşrulaştırılmış olur. Kadınların kamusal alanda görünür olması, kılık kıyafetleri, sokağa çıkma saatleri, kariyer yapma istekleri, annelikleri hep bu çatışma ikliminde değerlendirilir ve tartışma konusu olarak gündemde yerini alır.

İstenen şey: ÇATIŞMA

Kadınlık ve erkeklik, birbirini tamamlayan roller değil; çatışma içinde var olan yapılar olarak inşa edilir. Kadın ve erkek ayrımının biyolojik farklılıklarından ziyade inşa edilen farklılıkları üzerinden yürütülen bu çatışma bilinçli olarak canlı tutulur. Ataerkil sistemin devamı, bu karşıtlık ve gerilim sayesinde mümkün olur. Erkeklik güçlü ve egemen, kadınlık ise zayıf ve tabi olarak tanımlandığında, cinsiyet hiyerarşisi meşrulaştırılmış olur. Kadınların kamusal alanda görünür olması, kılık kıyafetleri, sokağa çıkma saatleri, kariyer yapma istekleri, annelikleri hep bu çatışma ikliminde değerlendirilir ve tartışma konusu olarak gündemde yerini alır. Kadın hareketlerinin kriminalize edilmesi, marjinalleştirilmesi yine aynı beklenti ile ortaya çıkar. 8 Mart yürüyüşleri, feminist eylemler ya da nafaka hakkı savunucu gibi kampanyalar, kadınların hak taleplerinden ziyade ‘’aileyi yıkma girişimi’’ olarak sunulur. Kadınlar güçlendikçe, erkekliğin tehdit altında olduğu hissi sürekli pompalanır. Bu da erkek şiddetini ve kadın düşmanlığını besleyen bir zemin yaratır.

Eşitlik Uzak Bir Hayal mi?

İstatistikler pek iç açıcı değil. Dünya Ekonomik Forumu’nun 2024 Küresel Cinsiyet Uçurumu Raporu’na göre cinsiyet eşitsizliğinin sağlanması için en az 130 yıl daha beklememiz gerekiyor. Bir başka rapor, Dünya Bankası Grubu’nun 2024-2030 Toplumsal Cinsiyet Stratejisi, kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olması için 100 yıldan fazla bir süre gerektiğini söylüyor. Bu kadar beklemeye gerçekten zamanımız var mı?

Ekonomik hayat, kadınlar için hala pek çok kapıyı sıkı sıkıya kapalı tutuyor. Dünya çapında 77 ülkede, kadınların erkeklerle aynı işlerde ve sektörlerde çalışması yasalarla engellenmiş durumda. Oysa bir kadın ile bir erkeğin aynı eğitimi alması, aynı yetkinliklere sahip olmasını gerektirmez mi?

Kadınlar liderlik pozisyonlarındaki temsili de hala son derece sınırlı:

* Yönetim kurulu üyeliklerinin yalnızca %20’si kadınlara ait.

* Yönetim kurulu başkanlarının yalnızca %7’si kadın

* CEO koltuklarının yalnızca %5’i kadınlara emanet.

Dünya genelinde kadınların siyasetteki temsili yıllara göre artış gösteriyor olsa da hala istenen seviyeye ulaşmış değil. Birleşmiş Milletler Kadın Birimi ( UN Women) ve Parlamentolar Arası Birlik (IPU) tarafından hazırlanan ‘’Siyasette Kadın 2023 ‘’  haritasına göre, dünya genelinde kadın milletvekillerinin oranı %26,5, kadın bakanların oranı ise %22,8.

Krizler ve Savaşlar:  Görmezden Gelinen Gerçekler

Krizler ve savaşlar, dünyada her zaman en çok kadınları ve toplumsal cinsiyet azınlıklarını etkiliyor. Savaşlar, göçler, ekonomik çöküşler yaşandığında ilk gözden çıkarılanlar yine onlar oluyor.  Örneğin hemen yanı başımızda meydana gelen İsrail-Filistin savaşında, Suriye iç savaşında ve Ukrayna savaşında kadınların yaşadıkları mağduriyetlere tanık olduk. Kadınlar, eşlerini ve aile üyelerini savaşta kaybederken mülteci kamplarında veya tehlikeli bölgelerde hayatta kalma mücadeleleri verdi ve vermeye devam ediyor. Eşlerini, çocuklarını veya aile üyelerini kaybeden kadınlar, travmanın en ağır etkileri ile yaşamak zorunda kalıyor.

Mülteci kamplarında kadınlar, cinsel şiddet, taciz ve tecavüz ile karşı kaşıya kalıyor. Hastaneler bombalanıyor, sağlık hizmetlerine erişim engelleniyor, hamile kadınlar bebekleriyle ortada kalıyor. 

Değişen şartlardan en çok etkilenenlerin kadınlar olduğuna tanıklık edebileceğimiz bir diğer ülke Afganistan. Taliban yönetimi, 2021’de kontrolü ele geçirdiğinde, kadınların üniversitelere ve liselere gitmesini yasakladı. Binlerce kız çocuğu eğitimden mahrum kaldı. Kadınların çoğu işyerlerin çıkarıldı, sivil toplum kuruluşlarında, devlet kurumlarında ve özel sektörde çalışmaları yasaklandı. Yanlarında erkek refakatçi olmadan kadınların sokağa çıkması yasaklandı ve burka giymeleri zorunlu hale getirildi.

Bu zor şartlarda yaşayan kadınlar için görünmez duvarlar daha görünür, gerçekte olduğundan oldukça kalın ve aşılması imkansız.

Bu mücadele yalnızca kadınların mücadelesi değil. Toplumsal cinsiyet rolleri, erkekleri de bir kalıba hapseder. Güçlü, duygusuz, her şeyi kontrol eden bireyler olmak zorunda bırakılan erkekler de bu sistemin mağduru.

Kadına Yönelik Şiddet: Sayılar Bize Ne Söylüyor?

Bazı gerçekleri okumak bile insanın içini acıtıyor.

* Dünya Sağlık Örgütü’ne göre her üç kadından biri, hayatı boyunca en az bir kez yakın bir partnerin fiziksel şiddetine  maruz kalıyor.

* Birleşmiş Milletler’in 2023 verilerine göre,  her gün ortalama 140 kadın, eşi veya bir aile üyesi tarafından öldürülüyor.  Yani bir yıl boyunca 51.100 kadın sadece kadın olduğu için öldürülüyor.

* OECD’ye göre Türkiye, OECD ülkeleri arasında en yüksek kadına şiddet oranına sahip:  Türkiye’de kadınların %38’i, hayatlarının bir döneminde partner şiddeti görmüş.

Her sayı bir kadının hayatı, hikayesi ve yarım kalmış hayalleridir. Bu yüzden sayılar sadece istatistik değil, toplumsal bir çığlıktır.

Toplumsal Cinsiyet: Erkekler İçin de Bir Tuzak Mı?

Bu mücadele yalnızca kadınların mücadelesi değil. Toplumsal cinsiyet rolleri, erkekleri de bir kalıba hapseder. Güçlü, duygusuz, her şeyi kontrol eden bireyler olmak zorunda bırakılan erkekler de bu sistemin mağduru.

Connell’in hegemonik erkeklik kavramı tam da bunu anlatır: Toplumda en çok kabul gören, güç ve baskınlıkla tanımlanan erkeklik biçimi, erkekleri de duygularından ve özgürlüklerinden koparır.

Hegemonik erkeklik, sadece kadınların önüne engeller koymakla kalmaz, aynı zamanda erkekler için de belirli bir rolü zorunlu hale getirir.

Peki toplumlar bu rolleri oluşturduysa, değiştirmek de onların elinde değil mi?

Duvarları yıkmak mümkün mü?

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, tarihin en büyük adaletsizliklerinden biri. Ancak, unutulmaması gereken bir şey var: Bu duvar insanlar tarafından inşa edildi. O halde onu yıkmak da yine insanların elinde.

Bir gün, bir kadının ya da bir erkeğin yalnızca cinsiyeti yüzünden ayrımcılığa uğramadığı bir dünya mümkün olabilir mi? Belki bugün değil. Belki yarın da değil. Ama o duvarı her gün biraz daha yıkmaya çalışanlar olduğu sürece, belki de düşündüğümüzden daha erken.

Görünmez duvarları yıkmak, onları görünür kılmakla başlar…

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER