© Yeni Arayış

Gölge oyunları ve platonik siyaset

Türkiye’de kitlesel çoğunluk bu kez hangi maddesi ne şekilde yazılmış olursa olsun, olası bir Anayasa referandumuna kesinlikle “hay, hay” demeyecektir. Başta CHP olmak üzere, kurumsal/toplumsal muhalefet önce bunu doğru görüp, yani kendine çok da paye çıkarmadan, iyi idrak etmeli. Kendi gölgesinden korkan iktidar ve yandaşlarıyla siyasi gölge oyunlarını ivedilikle bırakmasını bilmeli.

Bizde “gölge oyunu” denince akla Karagöz-Hacivat gelmesi gayet olağan. Günümüz siyasetinin konuşmaların içerikleri açısından Karagöz-Hacivat’tan pek bir farkı da yok belki. Hatta, uygulanan stratejik taktikler yönünden “ayak oyunları” tabiri de kullanılabilir. Fakat, düz anlamı ile, kutsanmış ve fetişleşmiş futbolun bile, yine de belirli ritüelleri, kuralları ve işin içine her ne karışırsa karışsın, bunlara uyulmadığı takdirde muhtelif ceza ve müeyyideleri var.

Bense bu yazıda Platon’un “gölgelere bakmak” kavramından yola çıkacağım. Çünkü genel seçim öncesi kurumsal ve toplumsal muhalefetin iktidar eleştirilerinde dillerinden düşürmediği “algı ve yönetimi” meselesine değineceğim. Zira hala da, yani yerel seçimlerde “kazanılan başarı” söylemine rağmen, esasen “kaybettirmiş bilişin” zihinlerinden çıkarılıp atılamadığı çok aşikar. Daha önce de bu konu hakkında yeterince yazmış olduğumdan (ör. Kapkaranlıktan Aydınlığa?), burada farklı bir meseleye dikkat çekmek istiyorum.

Zaten son yıllarda Platon’un M.Ö. 4. yüzyıldan beri, yani 24 yüzyıldır dinlenmiş “gölgelere bakmak” metaforik şarabı, “gaslighting” (gaz aydınlatması) süslü etiket terim ile entelektüel dünyada yeniden şişelenip, küresel piyasaya sürüldü. Elbette ithalatçı baş ülkelerden biri olarak Türkiye’de de 4-5 yıllık bir rötarla da olsa hızlı tüketime girdi. Seçim öncesi dönemde siyasi iktidar yanlısı kasıtlı veya salt eğlence olsun diye apolitik dijital manipülasyonlarla insanların algılarıyla oynandı. Kendinden ve karşıdakinden şüphe duyguları ile kafalar bulanıklaştı.

Platon’un mağara alegorisi bugünlerde yine türlü popüler formlarda sosyal medyada dolaş(tırıl)ıyor. Salt bilmeyenler için değil, bazı vülgarize form veya hikaye aktarımlarında bence ana sıkıntılar “önemsiz ayrıntı” gibi görüldüğü için, önce kısaca özetlememde yarar olabilir. Zira Platon bu mağara mitini, insan/toplum psikolojisinin temellerinden birini oluşturan önemli bir hakikati alegorik biçimde anlatmak için kurguladı.

Anlatıcısı Sokrates, Platon ile diyalogların 7. kitabı “Republic”te (“Devlet”) mağaradaki insan topluluğunun öyküsünü şöyle anlatır: Mağaranın ağzından içeri gün ışığı girmektedir fakat içerdekilerin hepsinin hem sırtları buna dönüktür, hem de arkalarına dönemeyecekleri şekilde boyunlarından zincirlenmişlerdir. Yani sadece mağaranın duvarına bakabiliyorlardır. Fakat çıkışta da kocaman bir ateş yandığından, yoldan geçen şeylerin duvara yansıyan ve alevlerin etkisiyle oynaşan gölgelerini görebiliyorlardır sadece.

İçlerinden biri bir gün boynundaki prangadan kurtulup dışarı bakmayı ve çıkmayı başarır. Parlak ışığa gözü alıştıktan sonra, dış dünyadaki gerçekliği büyük şaşkınlıkla fark eder. Dönüp, gördüklerini diğerleriyle de paylaşmak için sabırsızlanır.

Bu öyküde ve elbette sadece bir alegori olduğunu da unutmaksızın, tartışılabilir pek çok husus var bence. Şimdi sadece bir kaçına kısaca değinmek yeterli olur sanırım.Platon’a göre tüm insanlar da aslında bu mağaradaki tutsaklar gibidir. Tıpkı mağaradakilerin kendi duyuları ile algıladıkları gölgeleri gerçek sanmaları gibi, o nesne/yaratıkların sahici varlıklarından da bihaberdirler. Hatta onlar hakkında söz gelimi bir “gölge dili” ile konuşmayı öğrenmişlerdir.

Dolayısıyla, alegoride en kolay görünen birinci husus insanların duyusal algılarına ontolojik gerçeklik atfetmeleridir. Elbette tarih boyunca sayısız çöl, gemici, vb. serap deneyimleri veya yığınla uyarıcı yoksunluğuna veya aşırı uyarılmaya bağlı muhtelif duyusal veya sosyal algı yanılsamaları konularında psikoloji araştırmaları, hatta magazin bulmacaları, sosyal medya eğlenceleri, vs. mevcut.

KİTLESEL HİPNOZ

Fakat öyküde bugün için anlamlı bulunan analoji daha çok insanların anaakım TV, internet, sosyal medya, dev küresel şirketler, siyasetçiler, vb. tarafından üretilip piyasaya sürülen söylem ve deep-fake, photo-shop, kurgu video, vb. üretilmiş kurgusal imgelemleri gerçek sanmaları. Onlara bel bağlayıp, peşinden sürüklenmeleri ve fikir geliştirmeleri.Üstelik boyunlarından filan da kelepçelenmedikleri için, kendi özgür iradeleriyle seçim yaptıklarına, “kontrolün” kendilerinde olduğuna inanmaları. En basitinden TV kanalı, sosyal medya platformu veya ürün tercihi, vs. seçim yetisinin kendi ellerinde olduğunu düşünmeleri.

Oysa “kitle iletişimi” daima kendi zamanının çeşitli teknoloji araçlarını kullanarak kitleleri uyuşturur, adeta kolektif hipnoza sokar. Tıpkı uyuşturucu gibi; insanlar farklı bir zihinsel dünyada olduklarını pek fark edemezler. Fark etmeye başlasalar da “liminal yarı-biliş” ve bağımlılık halinden kolay çıkamazlar. Sıklıkla da kendi özgür istençleri ile “çıkmak istemezler”.

Elbette, toplumsal ve siyasi açıdan esas önemsenen mevzu, gücü elinde bulunduranların özellikle şu hakikat-ötesi (post-truth) çağda, yine uzun yıllardır bilinen “beyin yıkama” ağırlıklı propagandist manipülasyonlara meyletmeleri. Bunun için de dileyenler George Orwell’in “1984”üne göndermeli “2+2=5?” yazıma bakabilir.

İkinci konu, boyunduruktan kurtulan, bu hipnozdan çıkan ve gün ışığındaki gerçekliği keşfeden kişidir. O da toplumun erken aydınlanan “öncü aydını ve entelektüeli” gibidir. Misyonunu yerine getirmek, hemen dönüp gördüklerini “aktarmak” ve karanlıktakileri de kendisi gibi aydınlatmak ister.

Bence üçüncü sorun, bu taze aydınlanmış kişinin, öyküdeki gibi “gölge diline” alışmış, başkasını bilmeyen, söz gelimi bugünkü sanal gerçekliğe zihinsel ve yaşamsal uyum yapmış kitleye, kendisinin de yeni “uyandığı”, başka bir bilişsel ve “paradigmatik dil”deki gerçekliğin nasıl anlatılacağı meselesi ile ilgilidir. Daha önce karanlıktakilerin “gölge dilini” biliyor ve konuşabiliyorken, artık farklı bir gerçekliği tanımış ve onun dünyasını görmüştür. Kendisi gibi kitlesinin de bu yeni dili öğrenmesi gerekecektir.

Oysa tarih, kitlelerin bu türden zihinsel ve davranışsal değişimlere ve öncel girişimlere ve bireylere göstermiş olduğu güçlü direnç örnekleriyle doludur. Örneğin, çok sık verilen Galileo, Kopernik, Bruno, Freud, vb. klasik örneklerden, bu tiplerin başlarına gelenler gayet iyi bilinir.Öte yandan, dördüncü husus da şudur: Platon tutsakların “düşünce yapı-nesnelerinin” birer yanılsama değil, tersine “tek gerçek olan varlıklar” olduğunu da söyler. Yani ironik anlamda, ilk “post-modernisttir” denebilir; imgeler (de) gerçektir. Hemen her gördüğümüz şey bir yansımadan ibarettir.

Açıkçası, en kolay ve en önce de zaten, başkalarının “cehaletini” derhal teşhis edip, tedavi reçeteleri yazmaya kalkanlar Gramsci’nin “hegemonik” sosyokültürel ve iktidar ortamının “organik aydın”ına dönüşürler. Karanlık düzen muhafaza edilir, değişmez.

KANAAT ÖNDERLERİ

Tabii burada önemsenmesini ve üzerinde durulmasını arzuladığım beşinci bir husus daha var. Daha önce “öncü” (pioneer) ve “öncel” (avant-garde) kavramlarının ayrımını yapmış olduğumdan, şimdi o konunun ayrıntısına tekrar girmeyeyim.

Fakat onun yerine, “sosyal temsiller”, dar ve geniş tanımlarıyla “dil”,  “bilişsel farklılıklar”, vb meselelerin farkına varmış ve pratikteki dönüştürücü önemini kavramış bir entelektüel düşünelim. Söz gelimi o da “Aydınlanma’nın karanlık mağarası”ndan günışığına çıkmış olsun. Yani Foucault’gilciler gibi aydınlanmış olsun. Diyelim, Rene Magritte’in “Ceci n’est pas une pipe”  (Bu bir pipo değildir) gibi, pipo imgesinin bir pipo gibi içine tütün konulup içilemeyeceği anlamında gerçek olmadığını öğrenmiş ve diğerlerine de anlatmaya çalışıyor olsun.“Ortak dil” sadece diyalojik oluşabilir. Tıpkı mağaradaki tutsakların gölgelerle konuşarak oluşturmuş oldukları “gölge dili” gibi. Bizim öncü aydın/entelektüel o dili de gayet iyi ve zahmetsiz kullanmasını bilir zaten. Didaktik olarak o kitleyi eğitmeye, aydınlatmaya” çalışır.

Günümüzün modern dünyasında, küresel entelektüel sermaye mağarasının, muhafazakar popülist ve vülgarize dilli medyatik kültür ortamı bizim öncü bilim insanını, aydını veya entelektüeli sözde kutsar. Kendisi değişmek ve yeni zihinsel dili öğrenerek bilişsel dünyasını ve yaşam biçimini değiştirmek yerine, onu kendi içine, vasata ve geriye çeker. Özetle, geleneksel, zihinsel, kültürel, dilsel olarak zaten kendinden olanı kolaylıkla asimile eder.Açıkçası, en kolay ve en önce de zaten, başkalarının “cehaletini” derhal teşhis edip, tedavi reçeteleri yazmaya kalkanlar Gramsci’nin “hegemonik” sosyokültürel ve iktidar ortamının “organik aydın”ına dönüşürler. Karanlık düzen muhafaza edilir, değişmez.Ayrıca, elbette onların mağara dışına çıkar çıkmaz görüp büyüsüne kapıldıkları da başka görüntülerden ve yanılsamalardan ibarettir.

“Modern toplum” geçmişteki gibi, öncel entelektüeli artık yakmaz. Son derece uygar, sessiz ve görünmez yöntemlerle kendi kurulu düzeninden dışlar veya yok sayar. Mağaranın ağzında, yani marjinde kendi özgür istenci ile “sınırda” ve bir ayağı içerde, bir ayağı dışarda kalmaktır esas zor tercih ve “dönüştürücü” olabilecek olan.

BİREYLERİN VE TOPLUMUN DÖNÜŞÜMÜ

Kaldı ki, “modern toplum” geçmişteki gibi, öncel entelektüeli artık yakmaz. Son derece uygar, sessiz ve görünmez yöntemlerle kendi kurulu düzeninden dışlar veya yok sayar. Mağaranın ağzında, yani marjinde kendi özgür istenci ile “sınırda” ve bir ayağı içerde, bir ayağı dışarda kalmaktır esas zor tercih ve “dönüştürücü” olabilecek olan.

Elbette türlü yönlerden eşzamanlı gelen ana-akımlara karşı ayakta durabilmek de, muhtelif cazip tekliflere “hayır” diyebilmek de hiç de kolay değildir. Hele her iki dili de konuşup, gerçeklikler arasında “tercüme” yolu ile hem öncelliğini ve eleştirel dönüşümlerini sürdürebilmek, hem dönüştürücü olabilmek kesinlikle “her babayiğitin harcı” hiç değildir. Fakat şurası kesindir ki, tarihi yapmış, insanlığı ilerletmiş, toplumları değiştirmiş olanlar böyle öncellerdir; asla “uygucu” (conformist) öncü aydınlar değil. İsterse Bruno gibi cayır cayır yakılmış dahi olsalar.Türkçedeki bu “öncü-öncel” sözcük çiftini oldum olası severim. Çünkü “ön” eki her ikisinde de vardır. Yani önde giden, öne atılan, önü çeken, vb. olabilirler. Fakat öncel sosyokültürel zamanının da öncesinde ve tarihle eşzamanlı olarak “öngörü” sahibi olabilendir de aynı zamanda. O bakımdan da çağdaşlarınca anlaşılmaları ve akranlarınca bile kabul görmeleri genellikle zordur. Halbuki toplumlar onları eşzamanlı anlamaya ve izlemeye “hazır olabildikleri” hız ve yönde ilerleyebilirler. Ancak onlarla birlikte öğrenip, diyalog içinde düşünüp ve etkileşip dönüşebilerek.

Zaten dünkü öncellerin söyledikleri bugün sağduyuya çoktan geçmiş olduktan sonra, medyatik öncü haberciler ile dolaşımda ve artık herkesin ağzında pop sakız olmuş. Yani çocukların “bunu dedem de söyler” dedikleri gibi! Akademik mağaranın basıncına ve çöküşüne dayanamayıp kaçanlar da nitekim, gün ışığına çıkıp yeni gerçekliklerle yüzleşmek yerine, medya mağarasındaki “gölge oyunlarına” karışmış durumdalar. Oysa bugün öğrenilmesi ve yapılması gerekenler bambaşka; dünün temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp sözde entelektüel tabağa konması değil.

Öyleyse, dünyada ve elbette Türkiye’de son yıllarda akademiden siyasete her alandaki popülizmle birlikte aşırı yükselmiş “entelektüel karşıtlığı” dalgasına, özellikle bu açıdan da bakmakta yarar görüyorum. Açıkçası, sürekli olarak “Halk anlasın diye biz de böyle yazıyor, konuşuyoruz” diyen kadar savunucu, kendini ve halkı kandırıcı, hatta hala geri ve edilgen bıraktırıcı, daha kendisi “aydınlanamamış”, “özgürleşememiş” ve “gelişimi durmuş” bir medyatik kanaat önderi tipi düşünemiyorum.

Yani karşılıksız aşk gibi, karşılıksız siyaset. Gölge görüntülerle oynaşan monolojik siyaset. Siyaset yapıyor görüntüsü adına siyaset. Erişilmez olduğunun ister bilincinin bir katmanında farkında olsun, isterse olmasın, gerçekte kavuşacak-mış, sanki karşılığı var-mış, buluşacak-mış gibi “platonik siyaset”!

PLATONİK SİYASET

Sanırım yaşamı boyunca hiç platonik aşık olmadıysa bile, ne olduğunu bilmeyen okuyucu yoktur. Fakat başlıkta bu yazı için ürettiğim “platonik siyaset” deyişini duymamıştır herhalde. Tabii bu gönderme ile kast ettiğim ve doğrudan dokunacağım Platon’un siyaset kuramı, “ideal devlet” anlayışı filan değil. Elbette kaçınılmaz olarak biraz ilgili. Zira Platon idea-list felsefenin öncüsü idi. Yukarıda da özetlediğim gibi, ona göre “gerçek evren” dediğimiz de zaten “idealar evreni”, görünenler onun yansıması.Kısacası, buradaki kullanımımda platonik aşk ne kadar ve nasıl ilgiliyse, o kadar ve o şekilde ilgili. Bugün gündem diye halkın önüne medyatik boyalı tepsilerde sunulan söylemlerin çoğunun hakikatte bir karşılığı yok. Eylemsiz söylemlerle havanda su dövülüyor; halk oyalanıyor ve ülke debeleniyor.

Sadece söylemler ve gölgeler birbirleriyle kapışıyor veya birbirlerini taklit ediyor. Küresel düzenin çarkları da zaten artık tıkır tıkır değil, takır tukur dönüyor.  Çünkü hiç bir hakiki değeri olmayan, “görüntünün görüntüsü”, “suyunun suyu” yanılsamalı bilgiler ve bireysel yansıtmalar ile sözde bilim ve siyaset yapılıyor.Yani karşılıksız aşk gibi, karşılıksız siyaset. Gölge görüntülerle oynaşan monolojik siyaset. Siyaset yapıyor görüntüsü adına siyaset. Erişilmez olduğunun ister bilincinin bir katmanında farkında olsun, isterse olmasın, gerçekte kavuşacak-mış, sanki karşılığı var-mış, buluşacak-mış gibi “platonik siyaset”!Diyeceğim o ki, ülkedeki sayısız kanaat önderini hala kutsayan ve onların öncü danışmanlığında yol almış siyasetin bugünkü vaziyeti ortada. Kafası karışık, hayatî gerçekleriyle artık nasıl başa çıkacağını kestiremeyen çaresiz ve umutsuz, bitap düşmüş halk kesimlerinin durumu da öyle. Kısacası her yönden gerçekten acınası ve ivedilikle yüzleşmemiz gereken bir haldeyiz.

Çok büyük önem atfedilmiş olan geçtiğimiz genel seçim öncesinde de yeterince yazmış idi: Yerel seçimler sonunda muhalefet hanesine “başarı” veya “zafer” olarak yazılmış görüntünün “baş döndürücü” olmasına kesinlikle izin vermemek gerekiyor.

Dünkü 1 Mayıs görüntüleri zihinlerde hala taze. Geçmişte hangi kandırmaca ve vaatlerle yeni Anayasa yapma konuşmaları ile halkın ve yöneticilerin hangi gölge oyunlarının peşine takılıp zaman kaybettiği de belleklerde. Umarım “Yetmez ama evetçi”, vb  diye kişileri yaftalamayı bırakıp geleceğini kurtarmak için, önüne bakmanın elzem olduğunu görecek kadar olgunlaşmış ve birlikte değişime hazırdır halk.

Çünkü bugünkü çok daha sağlıksız ekonomik, toplumsal ve siyasi ortamda, bunun yeniden diriltilmesi büyük zarar verir. Meclis aritmetiği her ne olursa olsun, hangi parti lideri hangi fantazilerle kimlerle görüşürse görüşsün, ”sahici bir toplumsal oydaşma” gerekliliği ne kadar elzem ve hakiki bir gerçek olursa olsun, bu sürecin zamanlaması en önemli belirleyicidir. Sonuçta görüşülmesine bile yeni bir “yetmez ama evet” yanılsamalı yaklaşımı bu ülke için nihai yıkım demektir.

Öte yandan, araçsal siyasi hesaplarla da olsa, sanırım bunu muhalefetten önce gören de yine iktidardır. Çünkü Türkiye’de kitlesel çoğunluk bu kez hangi maddesi ne şekilde yazılmış olursa olsun, olası bir Anayasa referandumuna kesinlikle “hay, hay” demeyecektir.

Başta CHP olmak üzere, kurumsal/toplumsal muhalefet önce bunu doğru görüp, yani kendine çok da paye çıkarmadan iyi idrak etmeli. Kendi gölgesinden korkan iktidar ve yandaşlarıyla siyasi gölge oyunlarını ivedilikle bırakmasını bilmeli. Kararlı adımlarla HAY, HAY: Hayır Asla Yetmez, Halkın Aydınlanması Yakın demeli!

O halde dahasını da başka yazılarda söylemeli.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER