© Yeni Arayış

Gerçekten sen misin, yoksa sana biçilen rol mü?

Bir kadın, sesini yükseltirken, sınırlarını aşarken, kendine dayatılan rolleri yırtıp atmaya çalışırken sadece kendi kimliğini mi inşa ediyor, yoksa bütün bir sistemi mi sarsıyor? Çünkü bir kadın özgürce seçim yaptığında, bunun bedelini ödemek zorunda kalıyor.

Sartre haklı mıydı? Kim olduğumuzu tamamen biz mi seçiyoruz? Ya da Heidegger’in dediği gibi, çoktan çizilmiş bir kaderi mi yaşıyoruz?

İnsan, son derece karmaşık bir varlık olarak hem kendini tanıma hem de toplumda yer edinme sorunlarıyla karşı karşıya kalır. Hepimiz dünyaya geldiğimiz andan itibaren, doğuştan sahip olduğumuz biyolojik özelliklerin yanı sıra ailemizden, çevremizden ve içinde bulunduğumuz toplumdan öğrendiklerimizle bir kimlik oluşturmaya çalışırız. Bu kimlik, yaşadığımız toplumun kurallarına ve kültürel normlarına uyum sağlamamıza yardımcı olur.  Uyum sağladığımız sürece kabul göreceğimiz inancını ise daha çocukluk yıllarında ebeveynlerimizden öğreniriz.

Yaşadığımız toplumun, kimliğimizi ve kişiliğimizi oluşturma sürecindeki katkısı şüphesiz çok büyüktür. Hatta toplumsal kimliğimizden bağımsız düşünebileceğimiz salt kimliklerimizin olduğu bile şüphelidir. Kimlik, büyük ölçüde toplumsal etkileşimler ve aidiyetler üzerinden inşa edilir. Dil, kültür, din, cinsiyet, etnik köken, sınıf gibi unsurlar, bireyin kendini tanımlamasında ve başkaları tarafından tanınmasında belirleyici rol oynar. Örneğin, bir birey kendisini “Türk’’, “Müslüman’’, “kadın" veya “erkek’’ olarak tanımladığında aslında bu kimliklerin hepsi toplumsal bağlamda şekillenmiş olur.  Dolayısıyla toplumsal kimliklerden tamamen bağımsız bir kimlik yaratmak oldukça güçtür.

Peki o zaman bizi biz yapan şey nedir? Doğduğumuzda kim olduğumuzu biliyor muyuz, yoksa hayatımız boyunca toplumun bize biçtiği rolleri mi oynuyoruz? “Kadın dediğin nazik olur’’, “Erkek dediğin güçlü olur’’ gibi cümleler, gerçekten doğamızın bir parçası mı, yoksa bize ezberletilen roller midir?

Varoluşçuluk, özellikle Jean-Paul Sartre ve Martin Heidegger gibi filozoflar aracılığıyla bu sorulara kafa yoran bir felsefe. Onlara göre kimlik, sabit bir şey değil; her an, her seçimimizle yeniden inşa ettiğimiz bir süreç. Ama mesele şu ki, bazı seçimlerimiz bize ait olmayabilir.

Sartre’a göre insan, doğduğunda herhangi bir belirlenmiş kimliğe sahip değildir. Onun ünlü ifadesiyle ‘‘Varoluş özden önce gelir’’, yani birey önce dünyaya gelir ve kimliğini seçimleriyle kendisi inşa eder. Bu, insanın tam anlamıyla özgür olduğu anlamına gelir. Kimliğimizi biz oluştururuz ve bundan tamamen biz sorumluyuzdur.

Sartre için kimlik, yaptığımız eylemlerden ibarettir. Bir kişi kendini ‘‘cesur’’ olarak tanımlıyorsa, bu cesaret onun doğuştan gelen özelliği değil, cesurca eylemler yapmasının sonucudur.  Sartre’a göre insanlar her an kendilerini yeniden tanımlayabilir ve değiştirebilir. Ancak bu özgürlük aynı zamanda bir sorumluluktur. İnsan kimliğini toplum ya da dışsal etkenler belirlediğinde, aslında kendi varoluşunu inkar etmiş olur.

Şimdi bunu toplumsal cinsiyet açısından düşünelim. Örneğin, bir kadın güçlü bir lider olmak istiyorsa ama toplum ona ‘‘Kadın dediğin geri planda durur’’ diyorsa, Sartre’a göre o kadının bu role boyun eğmesi, kendi özgürlüğünden kaçması demektir. Sartre buna ‘‘kötü niyet’’ diyor. Yani, insan özgürlüğünü inkar edip kendine biçilen rolü kabullenirse, aslında kendini kandırmış olur.

Peki ya erkekler? Erkeklerin de sırtına yüklenen bir sürü kalıp var: ‘‘Erkek dediğin ağlamaz’’, ‘’ Güçlü olmalısın’’, “Bak, ekmek parası kazanman lazım" gibi baskılar, onlar da özgürlüğünü sınırlamıyor mu?  Sartre’a göre evet. Erkek ya da kadın fark etmez, hepimiz toplumun üzerimize biçtiği kimlikleri sorgulamak ve gerçekten ne olmak istiyorsak onu seçmek zorundayız.

Ama işte tam burada büyük bir sorun ortaya çıkıyor? Ya o seçimleri yapma şansımız bile yoksa?

Sartre, kimliğimizi seçimlerimizle belirlediğimizi söylüyor ama Heidegger, biraz daha temkinli. Ona göre, çoğu insan aslında özgür seçimler yapmıyor, sadece toplumun ona sunduğu hayatı sorgulamadan kabul ediyor.

Düşünelim: Küçüklüğümüzden beri ‘‘Kızlar pembe sever, erkekler mavi giyer’’, ‘’Kadınlar hassastır, erkekler serttir’’ gibi kalıplarla büyütülüyoruz. O kadar içimize işliyor ki, bir noktadan sonra bunu sorgulamamaya başlıyoruz. Heidegger işte tam burada devreye giriyor ve diyor ki: ‘‘Gerçekten kendin misin, yoksa toplumun senden beklediği kişi mi?’’

Heidegger’e göre insanlar, toplumun dayattığı kimlikleri sorgulamadan kabul ettiğinde, ‘‘otantik olmayan’’ (yani sahte) bir hayat yaşarlar. Bir kadın ‘‘Ben duygusal olmalıyım çünkü toplum böyle diyor’’ diye düşünüyorsa, bu gerçekten onun kendi seçimi mi? Ya da bir erkek ‘’Ben güçlü olmak zorundayım çünkü erkekler öyledir’’ diyorsa, bu gerçekten içinden gelen bir şey mi?

Sartre’a göre herkes özgürdür, kimliklerimizi kendimiz yaratırız. O halde, bir kadın ‘‘Ben toplumun bana dayattığı rolleri reddediyorum, güçlü ve bağımsız bir birey olacağım’’ diyebilir mi? Teoride evet. Ama pratikte? İşte burada Heidegger devreye giriyor. Çünkü kadınların ve erkeklerin yaşadığı gerçeklik eşit değil.

ÖZGÜRLÜK VAR AMA EŞİT DEĞİL

Şimdi, Sartre ve Heidegger’in fikirlerini toplumsal cinsiyet bağlamında düşünelim.

Sartre’a göre herkes özgürdür, kimliklerimizi kendimiz yaratırız. O halde, bir kadın ‘‘Ben toplumun bana dayattığı rolleri reddediyorum, güçlü ve bağımsız bir birey olacağım’’ diyebilir mi? Teoride evet. Ama pratikte?

İşte burada Heidegger devreye giriyor. Çünkü kadınların ve erkeklerin yaşadığı gerçeklik eşit değil. Kadın bir seçim yaparken önüne daha fazla engel çıkabiliyor. Çünkü içinde bulunduğumuz toplum, bu seçimleri özgürce yapmamızı her zaman desteklemiyor.

Örneğin, bir kadın kariyer yapmaya karar verdiğinde, ondan beklenen şeyin ‘‘iyi bir anne’’ olması gerektiği dikte ediliyor. Ya da bir erkek evde çocuk baktığında ‘‘Sen nasıl adamsın?’’ denilerek  toplumsal baskıya maruz kalabiliyor. Yani Sartre’in söylediği gibi ‘‘Özgürsünüz, seçimizi yapın’’ demek her zaman o kadar kolay değil. Heidegger’in vurguladığı gibi, çoğu insan, toplumun onlara biçtiği rolleri sorgulamadan yaşamak zorunda kalıyor.

PEKİ YA GERÇEK ÖZGÜRLÜK?

Özgürlük sadece bireysel seçimlerle mi mümkün, yoksa toplumun dönüşmesi mi gerekiyor?

Sartre’a göre, herkes kendi seçimlerinden sorumlu ve kimliğini kendisi yaratıyor. Yani kadınlar da erkekler de üzerlerine biçilen rolleri reddedebilir. Ama Heidegger bize diyor ki, ‘‘Dur bir dakika, sen toplumun içinde yaşıyorsun, bazı şeyleri sorgulamadan kabulleniyorsun.’’ Yani gerçek özgürlük, bireyin sadece seçim yapmasıyla değil, o seçimleri yapabilceği toplumsal alanın da yaratılmasıyla mümkün.

Bir kadın özgürce seçim yapabiliyor mu? Bir erkek, ‘‘erkeklik’’ kalıplarının dışına çıkabiliyor mu? Eğer toplum bireylere gerçekten özgür olabilecekleri bir alan yaratmıyorsa, o zaman Sartre’in bahsettiği mutlak özgürlük ne kadar mümkündür?

İşte bu yüzden, kimliğimizi gerçekten özgürce seçebilmek için, sadece bireysel olarak değil, toplumsal olarak da bir dönüşüme ihtiyaç var.

Belki de en büyük soru şu: Gerçekten özgür müyüz?

Eğer gerçekten özgür olsaydık, bir kadının gece yalnız yürürken korkmasına gerek olmazdı. Eğer gerçekten özgür olsaydık, bir kadın iş yerinde erkek meslektaşlarından daha fazla çalışıp, daha az kazanmaya mahkum edilmezdi.  Eğer gerçekten özgür olsaydık, bir kadın ‘’Hayır’’ dediğinde, bu canından olmasına sebep olmazdı. Eğer gerçekten özgür olsaydık, bir kız çocuğu doğduğunda onun için belirlenmiş sınırlar değil, sonsuz olasılıklar olurdu.

Sartre haklı mıydı? Kim olduğumuzu tamamen biz mi seçiyoruz? Ya da Heidegger’in dediği gibi, çoktan çizilmiş bir kaderi mi yaşıyoruz?

Bir kadın, sesini yükseltirken, sınırlarını aşarken, kendine dayatılan rolleri yırtıp atmaya çalışırken sadece kendi kimliğini mi inşa ediyor, yoksa bütün bir sistemi mi sarsıyor? Çünkü bir kadın özgürce seçim yaptığında, bunun bedelini ödemek zorunda kalıyor: Daha fazla çalışıp daha az kazanarak, istediği gibi giyinme hakkı elinden alınarak, şiddete uğrayarak, hakkında herkesin söz sahibi olmasına katlanarak, istediği kadar iyi eğitimlere sahip olsa da yönetici pozisyonlarına erkekler kadar layık görülmeyerek, partnerinden ayrılmak istediğinde canından olarak…

Belki de asıl soru şu: Özgürlüğümüz gerçekten bizim mi? Yoksa onu her gün, her an, yeniden kazanmak zorunda mıyız? Çünkü eğer kimliklerimizi gerçekten biz seçiyorsak, o halde neden kadınlar hala seçimlerinin bedelini ödemek zorunda? Eğer özgürlük gerçekten bizimse, neden kadınlar onu her gün, yeniden ve yeniden savaşarak savunmak zorunda kalıyor?

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER