Gençlik ve “Ünlü” kuşaklar
SİYASETTaşradaki hemen her ilde açılan üniversitelerde okuyan öğrencilerin Birinci Dört diye tanımladığım “Sınıf”tan ne öğrendiğini bilmesem de, İkinci Dört olarak tanımladığım “Kantin” den çok şey öğrendiklerini anlıyorum.
19 Mart sonrası gençlik hareketi üzerinde yorum yapmak için henüz erken. Ancak, Z Kuşağı ile ilgili bugüne kadar yapılmış bazı tanımların çok da yerinde olmadığını ifade etmem mümkün. Türkiye’de bir anda yaygınlaşan hareketlerde, gençlere yeni iş yaratmaktansa inşaat/istihraç faaliyetlerinin devamcısı olarak her yere açılmış olan, onlara hüner aktarmaktan çok diploma veren üniversitelerin açılmış olmasının da etkisi olduğunu düşünüyorum.
Son yıllarda “kuşak” tartışmaları her zamankinden farklı biçimde gündeme gelmeye başladı. Yeni nesil gençlerin, yaşlı hatta orta yaşlıların ayak uyduramadığı yeni teknolojileri hızla öğrenmeleri hatta yaşlılara öğretmeye başlamaları çok ilgi çekti. Ebeveynlerinin öğretme gücünü elinden alan, okulda öğrenmekten çok sanal alemdeki arkadaşlarından öğrenen bu yeni nesil gençlik hem hayranlık hem de endişeyle karşılandı. Eski dönemin “uysal” yeni yetmelerinden farklı olan bu gençliği akademik dünyadan önce medya gündeme getirdi ve onlar “Z Kuşağı” olarak adlandırıldı.
Her yorumcu farklı yönünü vurgulasa da, benim izlediğim kadarıyla, genel olarak yeni kuşak siyasetten uzak duran, iletişim teknolojisini mahirce kullanan, içe kapalı yaşayan, ailelerinden çok akran gruplarıyla hemhal olan, kültürel olarak yerelden ziyade kendi seçtikleri küresel akımlar ve değerlerle ilgilenen, yetişkinlerin iletişim kurmakta zorlandığı bir kuşak olarak tanımlandı.
Türkiye’deki muhalif siyasetçiler yeni nesil gençlerin bazı konularla ama özellikle siyasetle ilgilenmemelerini yirmi yılı aşkın bir süredir iktidarda olan İslamcı siyasal iktidarın eğitim politikasına bağlıyorlardı. Bu bağlamda, mevcut iktidarın muhafazakar değerleri gençlere aktarmayı hedeflemesi, “dindar ve kindar nesil” yetiştirmek istemesi ve “laiklik” ilkesini rafa kaldırması sıkça ifade ediliyordu. Ancak, bu kuşağın apolitik olduğu düşüncesine, şaşırtıcı bir biçimde, 19 Mart’ta başlayan Saraçhane mitingleri son verdi.
19 Mart günü ve sonrasında yaşananlar yeni nesil gençliğin “bağzılarının” günceli izleyen, yurttaşlık bilinci olan, kendinden başka gruplarla hatta “yaşlılarla” bile iletişim ve dayanışma yollarını kurmayı beceren, karşı çıkışlarını şiddetle göstermekten çok barışçı yöntemler kullanan, “kindar” olmayan, neşeli, esprili, duyarlı, umutlu ve iyimser olduklarını da hayretle fark ettirdi. Bu yeni durum, kamuoyunda bu kuşağın ‘68 Kuşağı, ‘78 Kuşağı, Gezi Kuşağı gibi daha önce ortaya çıkmış olan ünlü gençlik kuşaklarıyla benzerlikleri ve farklılıklarının tartışılmasına vesile oldu.
“Kuşak” konusu aslında, evrensel olarak bütün toplumlar için her zaman ilgi çeken bir konu olagelmiştir. İnsanın biyolojik özellikleriyle toplumsal etkileşimi sonucunda, her “kuşağın” kendi yaşadığı dönemin ve toplumun koşullarından etkilendiği de bilinir. Ellerinde henüz güç olmasa da gençlerin geleceği tayin edecek olması onların hem ailelerinin hem de toplumu yönetenlerin denetimi altında tutulmasına neden olur. Bu evrensel konu nedense bugünlerde belki de toplumsal değişimin nesiller arası alışılmış ilişkiyi iyice sarsıyor olması nedeniyle daha da önemseniyor.
Bu konuda eminim pedagogların, eğitimcilerin ve sosyal psikologların yaptığı araştırmalar vardır. Demografi eğitimi almış biri olarak, genel olarak “kuşak” konusunu toplumsal yapı dinamikleri açısından ele alma alışkanlığına sahibim. Ben burada daha çok bu olgunun Türkiye’deki siyasal ve toplumsal yansımaları konusundaki düşüncelerimi yine sınırlı gözlemlerime dayanarak aktarmaya çalışacağım.
Türkiye’deki ‘68 Kuşağı her ne kadar Batı’daki öğrenci hareketlerinden ve özellikle Latin Amerika’daki kitlesel sol politik hareketlerden etkilenmiş olsa da esas olarak yerelin ruhunu aktaran özgün bir hareketti. Bu hareketin hem hedefleri hem de kendisini ifade biçimleri Batı’dakilerden de Latin Amerika’daki hareketlerden de farklıydı
68 KUŞAĞINI ANLAMAK
Tesadüfler sonucunda öğrenciliğim ‘68 Kuşağı’nın içinde geçti. O travmatik dönemi yaşamış ya da gözlemlemiş olanların ve halen hayatta olanların eminim birbirinden çok farklı anıları vardır. Yine eminim o dönemdeki travmanın etkilerini, her birimiz farklı baş etme yolları seçmiş olsak da hala yaşıyoruz. Sınırlı gözlemlerim ve deneyimlerim bana ‘68 Kuşağı’nın tam olarak ne yaşadıkları, ne düşündükleri ve toplumu nasıl etkiledikleri hakkında yorum yapma imkanını vermiyor. Provokasyonlar ve manipülasyonlarla dolu bu dönemin arka planını da hala bilmiyoruz. Genç araştırmacılar, bu dönemle ilgili yazılmış anıları, haberleri yeni araştırmalarla eminim daha iyi değerlendireceklerdir. Benim söyleyebileceğim, bu unutulmaz kuşağın o dönemde Türkiye’nin sınavlarla zor girilebilen üniversitelerin sayıları göreli olarak az olan parlak öğrencileri olduğudur. Dönemin anti-komünist ideolojik ortamına tepki gösteren bu öğrenciler esas olarak, yeni yeni Türkçeye çevrilmeye başlayan Marxist yayınları okumaya, anlamaya çalışıyorlar ve “sol” siyasetin de mümkün olacağı bir ortamı talep ediyorlardı.
Türkiye’deki ‘68 Kuşağı her ne kadar Batı’daki öğrenci hareketlerinden ve özellikle Latin Amerika’daki kitlesel sol politik hareketlerden etkilenmiş olsa da esas olarak yerelin ruhunu aktaran özgün bir hareketti. Bu hareketin hem hedefleri hem de kendisini ifade biçimleri Batı’dakilerden de Latin Amerika’daki hareketlerden de farklıydı. Sonuçta bu dönemdeki öğrenci taleplerinin esas olarak düşünce ve ifade özgürlüğü ve toplumsal adalet olduğunu söyleyebiliriz. Bu seçkin öğrenci grubunun taleplerinin şiddetle karşılık görmesi, sonuçta şiddeti hakim kıldı ve çok sayıda öğrencinin öldürülmesi ve hapsedilmesi ile sonuçlandı. Sonuçta mevcut antidemokratik otoriter rejim güçlenmiş, üstelik demokrasi ve sosyal adalet taleplerine yeşil ışık açma potansiyeline sahip olan gelecek yönetici adayları da önceden tasfiye edilmiş oldu. Üniversitelerdeki baskılar hem akademik kadroları hem de daha sonra gelen üniversite gençliğini ürküttü ve demokrasi taleplerinin uzun süre dile getirilmesi de önlendi.
Daha sonra etkili olan ‘78 Kuşağı ise aslında, geçmiş dönemde yaşanmış olan bu haksızlığın ve şiddetin kuşaktan kuşağa sessizce aktarılmasıyla oluşan bambaşka bir hafızayla genç kuşaklarda kendini göstermesiydi. ‘78 Kuşağı, ‘68 kuşağından çok farklı bir gündemle, farklı yöntemlerle ve üstelik sadece seçkin okullarda değil toplumda daha yaygın olarak sesini duyurdu. ‘78 Kuşağı’nın günümüze kadar yaşayabilmiş, ayakta kalabilmiş temsilcileriyle görüşmeler yaparak çok özgün bir araştırma yürütmüş olan Melike Işık Durmaz bu kuşağın Batı’dan esinlenmeyen, kendine özgü dinamikleri olan bir hareket olduğunu ifade ediyor. Durmaz’a göre “Bir Hafıza Topluluğu” olan ’78 Kuşağı “… veda edilemeyen bir geçmişin yeniden ve farklı bir biçimde,… sahiplenilmesiyle, adalet ve geçmişle hesaplaşma talebinin bir mücadele teması haline gelmesi..” ile oluşan bir hareketti. ’78 Kuşağı temsilcilerine göre bu kuşak ‘68 kuşağının yaşadığı acılar, sonrasında devam eden şiddet ortamı, 12 Mart ve 12 Eylül’ün acımasız uygulamaları sonucunda oluşmuştu. Bu hafıza topluluğu, aslında baskı ve şiddetin gençlik üzerinde sindirme etkisi yaratmaktan çok etkisinin nesilden nesle büyüyerek aktarıldığının bir göstergesi olmuştu.
Durmaz’ın bu önemli kitabını okuduktan sonra, üniversitedeki öğrencilik günlerime geri döndüm ve şunu hatırladım. O dönemi ben daha sonra “Dört Artı Dört Eğitim” diye adlandırmıştım. Tedrisatımızın “Birinci Dört” yılını “Sınıfta” geçirmiş olsak da aynı anda “İkinci Dört” yılını “Kantin”de geçirmiştik. “Birinci Dört” akademinin ve devletin gözetiminde, “İkinci Dört” ise “Kantin”de ya da yurtta arkadaşlarla tartışarak, tanışarak geçmişti. “Kantin”i ben burada metaforik olarak kuşakların birbiriyle tanışması kendi deneyimlerini ya da beklentilerini birbirine aktarması ve “Hafıza” oluşturulma sürecini adlandırmak için kullanıyorum. Burada şunu anlatmak istiyorum: Kuşaklar tükenmezler ya da sıfırdan başlamazlar, kendi hafızalarını birbirlerine aktarıp dururlar. Üniversite yılları gençler için henüz yüklü bir sorumluluğun olmadığı, geçmişin ne anlama geldiğinin sorgulandığı, geleceğin nasıl kurulacağının tasarlandığı hayallerle, umutlarla ve endişeyle dolu nadir bir dönemdir. Şimdi düşünüyorum da acaba bizi hangi “Dört” daha çok etkilemişti?
Bu konuda bir yazı yazmayı tasarlayınca ilk iş olarak kütüphanemi karıştırdım ve elime TÜSİAD’ın 1999’da yayınladığı “Türkiye’nin Fırsat Penceresi: Demografik Dönüşüm ve İzdüşümleri” adlı rapor geçti. Cem Behar’ın yönetiminde farklı alanlarda uzmanlıkları olan bir akademisyen grubunca hazırlanmış olan bu rapor o dönem kamuoyunda da, yöneticilerde de, nedense, fazla ilgi görmedi.
BİR RAPORUN HATIRLATTIKLARI
12 Eylül ve sonrasında nedense, uzun süre ortaya ünlenen yeni bir kuşak çıkmadı, ta ki Gezi Olaylarına kadar. Bu dönemde, hem kentleşme hızını kesmiş, hem de AB ile ilişkiler yoğunlaşmıştı. Bu dönemde devlet/toplum ilişkilerinin insan hakları, sivil toplum, demokrasi, yerindenlik, şeffaflık gibi yeni kavramlarla yönetilmesi fikri lanse edilmeye başlamıştı. Üniversite gençliği ise Erasmus programı gibi AB projeleriyle farklı ülkelerdeki gençlerle ve yaşamla ilişki kurmaya ve çok önemli bir öğrenme dönemini yaşamaya başlamıştı.
Bu konuda bir yazı yazmayı tasarlayınca ilk iş olarak kütüphanemi karıştırdım ve elime TÜSİAD’ın 1999’da yayınladığı “Türkiye’nin Fırsat Penceresi: Demografik Dönüşüm ve İzdüşümleri” adlı rapor geçti. Bu rapor da gençlik konusunu gündeme alıyor ve yöneticilere genç nüfustaki artışı kalkınma fırsatı yaratan nadir bir olgu olduğunu ve yeni gençliğe akılcı destek vermenin önemini hatırlatmaya çalışıyordu. Cem Behar’ın yönetiminde farklı alanlarda uzmanlıkları olan bir akademisyen grubunca hazırlanmış olan bu rapor o dönem kamuoyunda da, yöneticilerde de, nedense, fazla ilgi görmedi. Oğuz Işık, Murat Güvenç ve Hakan Ercan’ın katkıda bulunduğu bu rapora ben de gecekonduda yetişen ikinci nesil kentli grubu hakkında yapılmış olan araştırmaların bazı bulgularını özetleyerek katkıda bulunmuştum.
2000’li yılları, otoriter popülist yönetimin toprak rantının kayırmacı bir yöntemle paylaşımının hız kazandığı yıllar olarak tanımlıyorum. İnşaat ve istihraç ekonomisi geleneksel devlet/toplum/toprak ilişkisine son vermiş, toplumun bazı kesimleri zenginleşmiş, doğa ve toplumun dışlanmış kesimleri ise hızla zarar görmeye başlamıştı. Gezi Hareketini ben, aslında, gençliğin bu otoriter siyasete tepkisi olarak tanımlıyorum. Bu kuşak daha önceki kuşaklardan farklı olarak, çevre, iklim, kentsel eşitsizlikler ve yaşam tarzı gibi bu değişimin neden olduğu yeni konuları gündeme getirmeye başlamıştı. Bu noktada Gezi Parkı’nda toplanmış iki farklı gençlik grubu olduğuna işaret etmek istiyorum. Bir grup Gezi Parkı’nin simgelediği tarih, kültür, çevre ve doğa ve yaşam tarzı tahribatına işaret ederken, muhtemelen ikinci nesil gecekondulu olan bir grup genç ise karşı karşıya oldukları ayrımcılık ve haksızlığı dile getiriyordu. Esas olarak, her kesim mevcut popülist otoriter yönetimin karşılayamadığı çeşitlenmiş demokratik talepleri dile getiriyorlardı. Gezi Kuşağı’nı düşündüğümüzde bu hareketin hafızasında geçmişten kalan acı izlerin çeşitliliği kadar bu acı izleri geçmişe göre daha yaratıcı, barışçı, serinkanlı ve neşeli ifade etmelerinin aklımızda kaldığını gözlemliyorum.
Bu metnin ilk okuyucularından olan dostum Nihal İncioğlu’nun da hatırlattığı gibi, üstelik bu yeni gençlik grubu toplumda unutturulmaya çalışılan “laiklik” gibi değerleri, “liyakat” gibi ilkeleri ve hatta yönetimin silmek istediği kurucu liderleri ve özellikle Atatürk’ü inadına gündeme getiriyorlar. Yeni teknolojiler belki de genç nesillerin “Kantin” eğitimini hızlandırmaktan ve bu hareketlerin ifade biçimlerini renklendirmekten ibaret.
HEM YENİ HEM FARKLI
19 Mart sonrası gençlik hareketi üzerinde yorum yapmak için henüz erken. Ancak, Z Kuşağı ile ilgili bugüne kadar yapılmış bazı tanımların çok da yerinde olmadığını ifade etmem mümkün. Türkiye’de bir anda yaygınlaşan hareketlerde, gençlere yeni iş yaratmaktansa inşaat/istihraç faaliyetlerinin devamcısı olarak her yere açılmış olan, onlara hüner aktarmaktan çok diploma veren üniversitelerin açılmış olmasının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Taşradaki hemen her ilde açılan üniversitelerde okuyan öğrencilerin Birinci Dört diye tanımladığım “Sınıf”tan ne öğrendiğini bilmesem de, İkinci Dört olarak tanımladığım “Kantin” den çok şey öğrendiklerini anlıyorum. Saraçhane olayları sonrasında ülkenin bütün kentlerine yayılan hareketlerden gençlerin geçmiş kuşakların deneyimlerinden haberdar olduklarını anlıyoruz. Gösterilerden yeni nesile aktarılan hafızada hem “Gezi” hareketinin başlattığı “çeşitliliği” hem de daha önceki hareketlerin mirası olan “adalet” arayışının izlerini gözlemlemek mümkün.
Diğer taraftan iş bulmakta zorlanan bu yeni kuşağın her ne kadar ebeveynlerine yeni teknolojileri öğretseler de halen kendi ebeveynlerinin birikimine bağlı bir yaşam sürdürdükleri de açık. Bu da yeni nesil gençlerin ebeveynlerinin yaşadığı haksızlıklardan bizzat etkilendiklerini gösteriyor. Üstelik gençler, eski düzenin ebeveynlerine sağladığı olanakları yeni düzenin kendilerine sağlayabileceği umuduna da sahip değiller.
Bu metnin ilk okuyucularından olan dostum Nihal İncioğlu’nun da hatırlattığı gibi, üstelik bu yeni gençlik grubu toplumda unutturulmaya çalışılan “laiklik” gibi değerleri, “liyakat” gibi ilkeleri ve hatta yönetimin silmek istediği kurucu liderleri ve özellikle Atatürk’ü inadına gündeme getiriyorlar. Yeni teknolojiler belki de genç nesillerin “Kantin” eğitimini hızlandırmaktan ve bu hareketlerin ifade biçimlerini renklendirmekten ibaret.
İlginizi Çekebilir