"Felsefî günlüklerim ve güldürdüklerim"
FELSEFE"Felsefî günlüklerim ve güldürdüklerim"
FELSEFÎ GÜNLÜK 1
HUKUKUN YAPISÖKÜMÜNE FELSEFÎ BİR YAKLAŞIM Türkiye’nin siyasal tarihini bilenler, yazılarımda eğreti bir analizin yerine mantıksal diyalektiğin şahikası sayılabilecek bir perspektif kullandığıma da hep tanık olmuşlardır. Bugün hukuk-politika ilişkisini ele almak için, tıklım tıklım kitap dolu kütüphanemin tozlanmış hukuk raflarına yöneldim âniden. Demek, epey zaman olmuş Platon ruhlu bir filozof olarak hukuk kitapları okumayalı. Bunu bir aymazlık olarak görmüyorum. Sanat, edebiyat ve müzik tutkumun (onlarla ilgili doküman ve kitaplarım ayrı bir ev kiralamamı zorunlu kılacak kadar geniş ve zengin) beynimin bilimsel küresine düşen gölgesinin yarattığı bir kösnüllük bu! Yazıya oturduğumda değerli yargıç, ender hukuk bilginlerimizden Salih Yamangil aradı. Salih’le dostluğum çocukluğuma dayanır (ilk hukuk kavramlarını ve kuramsal bakışlarımı borçlu olduğum seçkin hukukçularımızdan annemin dostudur Salih). “Dostum”, dedi; “Durum nereye gidiyor böyle?”. Onca birikimine karşın, Salih’in bana danışması, doğrusu şaşırtıcı gelmedi. Çünkü, tüm toplumsal olgulara (hukuk da kuşkusuz bunların içinde) sanatsal bir noktadan, Platonvari şiirsel bir üslupla ve Adorno gibi müziksel bir tınıyla yaklaştığımı en yakınlardan bilenlerdendi Salih dostum. Ona şöyle dedim: Bugün yaşadıklarımız genç ve demokrasi aşığı hukukçularımızın, yaşlılarca-hadi Lacancı psikanalitik teoriye başvurayım- “obje petit a” olarak görülme arzusunun, “babanın adı” olarak bilinç dışına fırlamış bir tezahürüdür. “Hımm” dedi Salih ve devam etti: “Yahu, şu hiç kimsenin göremediği noktaları görme yetisini neye borçlusun? Hayranlığım sonsuz sana” diye haykırdı! Onu hayranlığa gark eden özelliği, şahsımdan çok yaklaşımımda aramak gerekir. Önüme gelen her meselenin, her kavramın yapısökümünü yapmak gibi terk edemediğim bir alışkanlığım var. Mütevaffa Jacques’ı (Derrida’yı) okuduğum, sisli bir Paris akşamında Jacques’ı anlayabilecek kapasiteye sahip bir elin parmağı kadar sayıda entelektüel, Alain’in (Touraine) evinde toplandığımızda dinlediğim günden beri ülkemizde yaymaya çalıştığım bir yaklaşım yapısöküm. Gerçi, Jacques’ın her dediğini, hatta bazen saçmalık düzeyine varan her ifadesini kabul eden bir esriklik içinde olmadım hiçbir zaman. Bunları geçelim. Şahsî meselelerimden bahsetmeyi sevmediğimi öğrencilerim ve meslektaşlarım bilir. Felsefî açıdan hukuk-politika ilişkisine gelelim. Bazı basit kuramsal sorularla başlayayım: Hukuk bir gerçeklik mi, yoksa politikanın simgeselliğinin yerini almaya yeltenen bir imgesellik mi? Hukuk var olan bir şey mi, yoksa gelmekte olan mı? (Hadi, İngilizcesiyle söyleyeyim, law to come). Soruların cevabı burada çok yer kaplayacak kadar çok uzun kuşkusuz. Özne ile nesnenin değiş tokuşu, arzunun göçebe salınımına bağlı olarak; hukuku politikaya bitiştiren bir capiton noktası olduğunda, iktidarın boş yerinin nasıl doldurulacağı üzerinde düşünmek daha gerçekçi olur. Peki, iktidar nedir? Aziz dostum Foucault’nun hep söylediği gibi kılcal damarlarda dolaşan pis bir kan mı, bin yaylaya dönüşmüş politika arenasında, oksijen zehirlenmesine uğramış bir nesne mi? Bunlar anlaşılmadan, hukuk-politika ilişkisinin yapısökümünün yapılacağını beklemek hamhayâl bir umuttan ibaret kalır. Günümüzün küreselleşmiş dünyasında, her bir alanın kolonize edildiği (bu terimi dostum Habermas’tan ödünç alıyorum) bir ortamda politikacılar zaten her şeyini kaybetmiş bükülmüş/büzülmüş-öznelerdir. Hegemonik bir zihniyetten bu zaman diliminde uzak durmanın hiçbir anlamı yoktur. Onun için, her zaman saygı duyduğum hukukçu dostlarıma şöyle seslenmek isterim: Ülkemin bütün hukukçuları birleşiniz! Cübbelerinizden başka kaybedecek hiçbir şeyiniz yok! Yazıyı önce dostum Salih’e okudum. Uzun bir sessizlik ürküttü beni. “Salih, n’oldu neden ses vermiyorsun?” dedim. Cılız bir sesle zor anlaşılan şu cümleyi sarfetti: “Dostum,ülkemizin tek eksiğini şimdi anladım: senin gibi düşünürler! Seni klonlamak lazım azizim; sesinin, özgün, eşşiz düşüncelerinin sonsuza aktarılması hepimizin boynunun borcu. Bunca senelik hukukçuyum, meseleye böyle bakmak hiç aklıma gelmedi.” Telefonu, masum bir esriklik içinde kapattım ve her zamanki dürüstlüğümle şöyle düşünmekten kendimi alıkoyamadım: Ben olmasaydım, bu memleketin meseleleri nasıl aydınlığa kavuşurdu? Ama, zaman kendimi övmek zamanı değildi. Bambaşka bir meselenin yapı sökümünü yapmak üzere bilgisayarımın başına oturdum. Yazamadım bir müddet. Duygu yoğunluğu içinde olduğumu gözlerimden ıpıl ıpıl dökülen yaşlar masama düşmeye başlayınca anladım. Ölüm nedir?’ diye bir soruyla başlamak, kötü bir başlangıç gibi görünse de bu puslu havanın ayarttığı, ebelik yapıp, ortaya fırlattığı bir kösnüllük olduğunu biliyorum. Büyük üstadı, Heidegger’i hatırlamamak mümkün mü?FELSEFÎ GÜNLÜK 2
Ne kadar özeniyorum bazen; neon ışıkları gibi parlayan bir üslup geliştirmeye… Felsefi bir tonda hoş-boş sözler sarf etmeye… Topluma, insanlara şöyle uzaydan bakan bir mesafeden konuşmaya… Başarmak çok zor, kabiliyet meselesi… Gene de denemeye değer. Aşağıdaki felsefî-entelektüel üslup denemesi, belki hiç yabancı gelmeyecektir. “Ne yapıyorsun öyle?” sorusunu akıllarına getirenler için, peşinen söyleyeyim: Bu sıkıntılı ortamda ben ne yaptığımı biliyor muyum?!DEĞERLERİN KAYBI
Puslu bir havada uslu bir şekilde masamın başındayken gözlerim uzaklara daldı. Yitip giden dostları hayâl ettim. Ne bitip tükenmez tartışmalar yapardık. Uzamın uzaklığını internetle yakın kılar, contemplative bir sohbet bizi bizden uzaklaştırırdı. Penceremden yola baktım, akıp giden trafiği izlerken hüzünlendim. Lyotard ölmüştü, Derrida da… Ben de kendimi bugünlerde iyi hissetmiyordum. Korkum ölüm değil; değerlerin kaybının değersizlere bir değer olma fırsatı yaratması. Bugün biraz bu konu üzerinde fikir yürüteceğim. ‘Ölüm nedir?’ diye bir soruyla başlamak, kötü bir başlangıç gibi görünse de bu puslu havanın ayarttığı, ebelik yapıp, ortaya fırlattığı bir kösnüllük olduğunu biliyorum. Büyük üstadı, Heidegger’i hatırlamamak mümkün mü? Üstadın “hepimiz bu dünyaya fırlatılmışız” sözü, tüm çıplak gerçekliğimizin metaforik anlatımı değil de ne! Ama, bizim yadsınamayan bir filozofik bakışa sahip halkımızın babatorik ifadesi de daha az derin değil: Hangi millette gördünüz siz birbirine “fırlama” diye hitap eden insanları. Bu pre-Heideggerian kavrayışın alçaltılması değil, yüceltilip düşünce doruklarının taçlandırılmasıdır. Bu da göstermektedir ki, halkımdan daha filozofik donanımlı başka bir halk yoktur, olamaz. Şu çelişki, benim okuyucu kitlemin belirgin vasfını taşıyan zeki insanların gözünden kaçmayacaktır. Onlar adına ben ifade edeyim söz konusu çelişkiyi: Peki, öyleyiz de neden bizde bir Heidegger yok? Soru çok anlamlı olduğu kadar yalın da. O zaman, yalın bir cevap vereyim: Çünkü bizde herkes bir nevi Heidegger! ******** Y.’den cevap gecikmedi: “Adam ya deli , ya da ironi ustası. Deli gibi sap yiyor saman s…. denebilir, ama kendini tarif ettiği gibi tiplere yönelik bir eleştiri-ironi karışımı üslup da sergilemek istemiş belki... Diğer yazılar da bu minvaldeyse, her iki durum da yayımlanmaya değer gibi bana kalırsa, başlığı değiştirmek koşuluyla. Benim başlık önerim şu: “FELSEFÎ GÜNLÜKLERİM ve GÜLDÜRDÜKLERİM” deli de yazsa, ironi ustası da yazsa, bence her halükârda gülünecek saçmalamalar. Sevgiyle.” Kararımı verdim ve Y.’nin önerdiği başlıkla yayınlanabileceğine dair raporu Fahri Bey’e rapor ettim.İlginizi Çekebilir