© Yeni Arayış

"Felsefî günlüklerim ve güldürdüklerim"

"Felsefî günlüklerim ve güldürdüklerim"

Y.’den cevap gecikmedi: “Adam ya deli , ya da ironi ustası. Deli gibi sap yiyor saman s…. denebilir, ama kendini tarif ettiği gibi tiplere yönelik bir eleştiri-ironi karışımı üslup da sergilemek istemiş belki... Diğer yazılar da bu minvaldeyse, her iki durum da yayımlanmaya değer gibi bana kalırsa, başlığı değiştirmek koşuluyla. İstanbul’da felsefe öğrencisiyken aileme yük olmamak için bir yayınevinde düzeltmen (tabii benim zamanımın deyimiyle “musahhih”) olarak çalışmaya başlamıştım. Baş düzeltmen Ömer abi beni çok hevesli gördüğü için yakından ilgi gösterdi; yetişmemde hakkını inkâr edemeyeceğim yardımlarda bulundu. Sabırla ve sebatla çalışmamın semeresini ilerleyen yıllarda fazlasıyla gördüm. Ben ilerledikçe yayınevi de gelişti, yayıncılık piyasasında adını duyurdu ve pekiştirdi. Bu arada fakülteyi bitirmiş, yüksek lisansımı tamamlamış ve doktora yapma olanaklarını araştırmaya başlamıştım; ama hevesim kursağımda kaldı.  Yayınevi sahibi Fahri Bey beni bir gün telefonla odasına çağırdı. Gittim. Kahve ikram etti, hâlhatır sordu ve pat diye teklifini yaptı. “Senden çok memnunum, kendini yetiştirdin, bu alanda geniş bir bilgi sahibi oldun ve olgunlaştın.” dedi [ben lafın arkasını “kızımla evlenmeni, yayınevinin başına senin geçmeni istiyorum” diye hayâl ederken] “yöneldiğimiz kaliteli yayıncılığın kökleşmesini istiyorum, editör olmaya ne dersin?” diye ekledi [tam bu sırada, hayâlimde kızıyla nişan yüzüğü kordelamızın kesilme ânındaydım]. Nazlanmadan, tuzlanmadan “Şeref duyarım efendim, siz uygun gördükten sonra..!” diye cevapladım. Hemen hangi klasik felsefî eserleri çevirtebileceğimizi, hangi yazarlardan/akademisyenlerden telif eser yayınlayabileceğimizi, nerdeyse bir çırpıda Fahri Bey’e sanki hazır bir listeymiş gibi boca ediverdim. “Biliyordum” dedi Fahri Bey, “teklifimin isabetli olduğunu gösterdin, teşekkür ederim.” babacan ifadelerle yüklü veda faslından sonra, tam kapıdan çıkarken, “Haa, bir dakika!” nidasıyla beni durdurdu.” Bugün, çoktandır devamlı ısrarda bulunan, çok yeni emekli olmuş bir felsefe hocası Ankara’dan benimle görüşmeye gelecek, mazeret bildirdim, benim yerime sen görüşeceksin, bir bak, kafana yatıyorsa yayımlama konusunda konuşalım.” talimatıyla odadan uğurlandım. Öğle yemeğini yeni görevimin verdiği mutlulukla iştahla yedim, yeni odama yerleştim, söz konusu randevuya hazırlandım. Bundan önce gelecek hoca hakkında küçük çapta bir araştırma yaptım [Tanımıyordum, maalesef! Olabilir, daha çok analitik felsefe ve felsefeciler cezbediyordu beni, hoca da kıta Avrupa felsefesi uzmanı belki… dedim] ve en fazla dikkatimi “Felsefe Tarihinin Talihi” başlıklı yayını çekti. Başlık 5 ciltlik bir kitaba işaret ediyordu: “Felsefenin Doğuşu”, “Felsefenin Emekleyişi”, “Felsefenin Yürüyüşü”, “Felsefenin Ölüşü” ve “Felsefenin Yeniden Dirilişi”. Bu ne yaa! diye haykırdım önce! Sonra, başlıklar bana komik gelse de, belki ironi yapıyordur diye düşündüm, ilk kararımda önyargılı davranmamın yanlış olacağına hükmettim. Belki, yüz yüze görüşmede bu önyargım kaybolur iyimserliğiyle muhatabımı beklemeye başladım.  Kapım, belli belirsiz üç kez tıklatıldı, ‘buyrun’ diye seslendim, içeriye tel çerçeve gözlüklü, fularlı, naif görünümlü ve kısık sesli misafirim, başını hafifçe eğip selam vererek girdi. El sıkıştık. Bir iki satırlık hâl hatır sorma merasiminden sonra, “Buyrun hocam” [ne yalan söyleyeyim, yeni değil de kıdemli editör edasıyla] diyerek muhatabımı dinleme faslını başlattım. “Efendim, söz konusu olan, yayımlanmasını düşündüğüm eserlerim için yayınevinizi tercih edişim… Heyecanımı mazur görün, inanın odanıza titreyerek girdim.” [Bu arada yayınevimizin adı Titreşim Yayınları olduğu için hocanın ironik bir dile sahip olduğuna dair tahminimin doğru çıktığını sandım!] İki kalın klasörü müsaade isteyip masamın üzerine bıraktı. “Şöyle söyleyeyim sayın editör, 5 ciltlik şaheserim sıra bekleyebilir, çünkü 6. cildi daha bitirmedim [Allah Allah, 6. cildin başlığı ne olabilir ki? Ben olsam, “Felsefenin Ölüp Ölüp Dirilişi” derdim!]. Benim asıl yayımlatmak istediğim ‘Felsefî Günlüklerim” başlıklı kitabım, bunların gelecekteki felsefecilere sadece benim akademik profilime dair değil, kendilerine de nasıl bir yol çizecekleri hakkında işaret taşları olacakları inancındayım” [o arada ben, özellikle merak ettiğim 5 ciltlik kitabın pdf sayfalarına göz atıyordum].  Hoca, birden eserlerinden uzaklaşıp kendinden bahsetmeye başladı. “Efendim, emekli olmadan önce pek basılı bir eserim yoktu. Mamafih, büyük düşünür Kant da 40’ından sonra eserlerini dünyaya bahşetmiş. [Eee, adam yoksa ben Kant ayarında biriyim mi demek, istiyor! Hayır, yanılmışım]. Gerçi ben, Kantçı değilim, en büyük filozof Platon’un ruhunu taşıyorum.”[Daha neler!] Hocası Sokrates baldıran içip intihar ettiğinde Platon 28 yaşındaydı. Benim hocam A. Bey de borçlarını ödeyemeyip iki büyük rakı içip intihar ettiğinde ben de 28 yaşındaydım [yok, hoca Kant değil, Platon yerine koyuyor kendini!]. Baktım, iştahla devam edecek, hocanın sözünü nezaketle kesip [editörlüğüme halel getirmemeye azami dikkat sarf ederek!] şöyle dedim: “Hocam, müsaade edin, öncelik sırasına göre hareket edeyim, ben ‘Günlüklerim’ klasörünü değerlendireyim, makul bir sürede size döneyim.” “Tabii efendim, takdir sizin, haberinizi bekleyeceğim.” “Estağfirullah” deyip, hocayı kapıya kadar uğurladım [her zaman nazik bir editör olma güdüsünü korumam gerektiğini düşünerek..]. Fahri Bey’e rapor vermem gerektiğinden, oturup hemen hocanın “Günlüklerim” klasörünü okumaya başladım, okudukça da gülmeye… İki üç günlük yetmişti ve ben, nasıl bir rapor yazacaktım, dahası hocaya verdiğim sözü hangi ifadelerle yerine getirecektim? Gerçekten çok mu önyargılıydım? Neticede yazılarını incelediğim kişi bir profesördü, kendisine şimdiye kadar layıkı veçhile verilmeyen bir değerin hıncını mı kusuyordu, yoksa ironiye başvurarak bilinçdışı üniversiteyi, meslektaşlarını alaya mı alıyordu? Tam kestiremedim. Sonunda karar verdim; “Günlüklerim”den aşağıda aktardığım iki fragmanı lisanstan sınıf arkadaşım, akademisyen Y.’e gönderdim. Objektif görüşlü, eğriye eğri, doğruya doğru diyerek görüşlerini açık yüreklilikle söyleyecek biriydi Y. okusun bakalım, ne diyecek diye beklemeye başladım. Felsefî açıdan hukuk-politika ilişkisine gelelim. Bazı basit kuramsal sorularla başlayayım: Hukuk bir gerçeklik mi, yoksa politikanın simgeselliğinin yerini almaya yeltenen bir imgesellik mi? Hukuk var olan bir şey mi, yoksa gelmekte olan mı?

FELSEFÎ GÜNLÜK 1

HUKUKUN YAPISÖKÜMÜNE FELSEFÎ BİR YAKLAŞIM Türkiye’nin siyasal tarihini bilenler, yazılarımda eğreti bir analizin yerine mantıksal diyalektiğin şahikası sayılabilecek bir perspektif kullandığıma da hep tanık olmuşlardır. Bugün hukuk-politika ilişkisini ele almak için, tıklım tıklım kitap dolu kütüphanemin tozlanmış hukuk raflarına yöneldim âniden. Demek, epey zaman olmuş Platon ruhlu bir filozof olarak hukuk kitapları okumayalı. Bunu bir aymazlık olarak görmüyorum. Sanat, edebiyat ve müzik tutkumun (onlarla ilgili doküman ve kitaplarım ayrı bir ev kiralamamı zorunlu kılacak kadar geniş ve zengin) beynimin bilimsel küresine düşen gölgesinin yarattığı bir kösnüllük bu! Yazıya oturduğumda değerli yargıç, ender hukuk bilginlerimizden Salih Yamangil aradı. Salih’le dostluğum çocukluğuma dayanır (ilk hukuk kavramlarını ve kuramsal bakışlarımı borçlu olduğum seçkin hukukçularımızdan annemin dostudur Salih). “Dostum”, dedi; “Durum nereye gidiyor böyle?”. Onca birikimine karşın, Salih’in bana danışması, doğrusu şaşırtıcı gelmedi. Çünkü, tüm toplumsal olgulara (hukuk da kuşkusuz bunların içinde) sanatsal bir noktadan, Platonvari şiirsel bir üslupla ve Adorno gibi müziksel bir tınıyla yaklaştığımı en yakınlardan bilenlerdendi Salih dostum. Ona şöyle dedim: Bugün yaşadıklarımız genç ve demokrasi aşığı hukukçularımızın, yaşlılarca-hadi Lacancı psikanalitik teoriye başvurayım- “obje petit a” olarak görülme arzusunun, “babanın adı” olarak bilinç dışına fırlamış bir tezahürüdür. “Hımm” dedi Salih ve devam etti: “Yahu, şu hiç kimsenin göremediği noktaları görme yetisini neye borçlusun? Hayranlığım sonsuz sana” diye haykırdı! Onu hayranlığa gark eden özelliği, şahsımdan çok yaklaşımımda aramak gerekir. Önüme gelen her meselenin, her kavramın yapısökümünü yapmak gibi terk edemediğim bir alışkanlığım var. Mütevaffa Jacques’ı (Derrida’yı) okuduğum, sisli bir Paris akşamında Jacques’ı anlayabilecek kapasiteye sahip bir elin parmağı kadar sayıda entelektüel, Alain’in (Touraine) evinde toplandığımızda dinlediğim günden beri ülkemizde yaymaya çalıştığım bir yaklaşım yapısöküm. Gerçi, Jacques’ın her dediğini, hatta bazen saçmalık düzeyine varan her ifadesini kabul eden bir esriklik içinde olmadım hiçbir zaman. Bunları geçelim. Şahsî meselelerimden bahsetmeyi sevmediğimi öğrencilerim ve meslektaşlarım bilir. Felsefî açıdan hukuk-politika ilişkisine gelelim. Bazı basit kuramsal sorularla başlayayım: Hukuk bir gerçeklik mi, yoksa politikanın simgeselliğinin yerini almaya yeltenen bir imgesellik mi? Hukuk var olan bir şey mi, yoksa gelmekte olan mı? (Hadi, İngilizcesiyle söyleyeyim, law to come). Soruların cevabı burada çok yer kaplayacak kadar çok uzun kuşkusuz. Özne ile nesnenin değiş tokuşu, arzunun göçebe salınımına bağlı olarak; hukuku politikaya bitiştiren bir capiton noktası olduğunda, iktidarın boş yerinin nasıl doldurulacağı üzerinde düşünmek daha gerçekçi olur. Peki, iktidar nedir? Aziz dostum Foucault’nun hep söylediği gibi kılcal damarlarda dolaşan pis bir kan mı, bin yaylaya dönüşmüş politika arenasında, oksijen zehirlenmesine uğramış bir nesne mi? Bunlar anlaşılmadan, hukuk-politika ilişkisinin yapısökümünün yapılacağını beklemek hamhayâl bir umuttan ibaret kalır. Günümüzün küreselleşmiş dünyasında, her bir alanın kolonize edildiği (bu terimi dostum Habermas’tan ödünç alıyorum) bir ortamda politikacılar zaten her şeyini kaybetmiş bükülmüş/büzülmüş-öznelerdir. Hegemonik bir zihniyetten bu zaman diliminde uzak durmanın hiçbir anlamı yoktur. Onun için, her zaman saygı duyduğum hukukçu dostlarıma şöyle seslenmek isterim: Ülkemin bütün hukukçuları birleşiniz! Cübbelerinizden başka kaybedecek hiçbir şeyiniz yok! Yazıyı önce dostum Salih’e okudum. Uzun bir sessizlik ürküttü beni. “Salih, n’oldu neden ses vermiyorsun?” dedim. Cılız bir sesle zor anlaşılan şu cümleyi sarfetti: “Dostum,ülkemizin tek eksiğini şimdi anladım: senin gibi düşünürler! Seni klonlamak lazım azizim; sesinin, özgün, eşşiz düşüncelerinin sonsuza aktarılması hepimizin boynunun borcu. Bunca senelik hukukçuyum, meseleye böyle bakmak hiç aklıma gelmedi.” Telefonu, masum bir esriklik içinde kapattım ve her zamanki dürüstlüğümle şöyle düşünmekten kendimi alıkoyamadım: Ben olmasaydım, bu memleketin meseleleri nasıl aydınlığa kavuşurdu? Ama, zaman kendimi övmek zamanı değildi. Bambaşka bir meselenin yapı sökümünü yapmak üzere bilgisayarımın başına oturdum. Yazamadım bir müddet.  Duygu yoğunluğu içinde olduğumu gözlerimden ıpıl ıpıl dökülen yaşlar masama düşmeye başlayınca anladım. Ölüm nedir?’ diye bir soruyla başlamak, kötü bir başlangıç gibi görünse de bu puslu havanın ayarttığı, ebelik yapıp, ortaya fırlattığı bir kösnüllük olduğunu biliyorum. Büyük üstadı, Heidegger’i hatırlamamak mümkün mü?

FELSEFÎ GÜNLÜK 2                                                                                      

Ne kadar özeniyorum bazen;  neon ışıkları gibi parlayan bir üslup geliştirmeye… Felsefi bir tonda hoş-boş sözler sarf etmeye… Topluma, insanlara şöyle uzaydan bakan bir mesafeden konuşmaya… Başarmak çok zor, kabiliyet meselesi… Gene de denemeye değer. Aşağıdaki felsefî-entelektüel üslup denemesi, belki hiç yabancı gelmeyecektir.  “Ne yapıyorsun öyle?” sorusunu akıllarına getirenler için, peşinen söyleyeyim: Bu sıkıntılı ortamda ben ne yaptığımı biliyor muyum?! 

DEĞERLERİN KAYBI

Puslu bir havada uslu bir şekilde masamın başındayken gözlerim uzaklara daldı. Yitip giden dostları hayâl ettim. Ne bitip tükenmez tartışmalar yapardık. Uzamın uzaklığını internetle yakın kılar, contemplative bir sohbet bizi bizden uzaklaştırırdı. Penceremden yola baktım, akıp giden trafiği izlerken hüzünlendim. Lyotard ölmüştü, Derrida da… Ben de kendimi bugünlerde iyi hissetmiyordum. Korkum ölüm değil; değerlerin kaybının değersizlere bir değer olma fırsatı yaratması. Bugün biraz bu konu üzerinde fikir yürüteceğim. ‘Ölüm nedir?’ diye bir soruyla başlamak, kötü bir başlangıç gibi görünse de bu puslu havanın ayarttığı, ebelik yapıp, ortaya fırlattığı bir kösnüllük olduğunu biliyorum. Büyük üstadı, Heidegger’i hatırlamamak mümkün mü? Üstadın “hepimiz bu dünyaya fırlatılmışız” sözü, tüm çıplak gerçekliğimizin metaforik anlatımı değil de ne! Ama, bizim yadsınamayan bir filozofik bakışa sahip halkımızın babatorik ifadesi de daha az derin değil: Hangi millette gördünüz siz birbirine “fırlama” diye hitap eden insanları. Bu pre-Heideggerian kavrayışın alçaltılması değil, yüceltilip düşünce doruklarının taçlandırılmasıdır. Bu da göstermektedir ki, halkımdan daha filozofik donanımlı başka bir halk yoktur, olamaz. Şu çelişki,  benim okuyucu kitlemin belirgin vasfını taşıyan zeki insanların gözünden kaçmayacaktır. Onlar adına ben ifade edeyim söz konusu çelişkiyi: Peki, öyleyiz de neden bizde bir Heidegger yok? Soru çok anlamlı olduğu kadar yalın da. O zaman, yalın bir cevap vereyim: Çünkü bizde herkes bir nevi Heidegger! ******** Y.’den cevap gecikmedi: “Adam ya deli , ya da ironi ustası. Deli gibi sap yiyor saman s…. denebilir, ama kendini tarif ettiği gibi tiplere yönelik bir eleştiri-ironi karışımı üslup da sergilemek istemiş belki... Diğer yazılar da bu minvaldeyse, her iki durum da yayımlanmaya değer gibi bana kalırsa, başlığı değiştirmek koşuluyla. Benim başlık önerim şu: “FELSEFÎ GÜNLÜKLERİM ve GÜLDÜRDÜKLERİM” deli de yazsa, ironi ustası da yazsa, bence her halükârda gülünecek saçmalamalar. Sevgiyle.”  Kararımı verdim ve Y.’nin önerdiği başlıkla yayınlanabileceğine dair raporu Fahri Bey’e rapor ettim.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER