Düşman kim: Almanya'da demografik kriz, ırkçılık ve ekonomik çöküş korkusu
DIŞ POLİTİKABu tabloda, AB'nin en güçlü ekonomisi pozisyonunda olan Almanya'nın, giderek büyüyen nitelikli emekçi açığını kapatması mümkün mü? Değil elbette. Merkezi hükümetin bile zaman zaman neonazi partisinin kuyruğuna takıldığı bir süreçten bahsediyoruz.
AB ülkelerinde neofaşistlerin eliyle göçün ve göçmenin topyekûn şeytanlaştırılması, nüfusu giderek yaşlanan bir kıta için gelecekte pek hayırlı sonuçlar doğurmayacaktır. Özellikle, kıtanın ihtiyaç duyduğu cinsten mesleki donanıma sahip göçmenlerin, faşizmin yeniden siyasal ajandalarda yerini aldığı Almanya gibi ülkelere göç etmek hususunda tereddüt yaşadıkları sıkça dile getiriliyor.
Bu kapsamda, neofaşistlerin yoğun çabaları sonucunda Avrupa'daki ülkelerin nitelikli göçmenler için "çekim merkezi" olmaktan çıkmak üzere olduğunu görüyoruz. Almanya'nın doğu eyaletleri bu konuda güzel bir örnek olabilir. Neofaşist Almanya için Alternatif'in (AfD) doğuda yapılan son üç eyalet parlamentosu seçiminde sandıkları patlatmasıyla birlikte iş dünyasında yayılan ''Ne olacak ekonominin hali'' endişesinin neden olduğu panik duygusu güçlü bir şekilde hissedildi. Elbette yerinde bir endişe ancak Thüringen, Brandenburg ya da Saksonya gibi neonazizmin cirit attığı eyaletlerde ''yabancı'' olmanın zorluklarını anlamak o kadar da güç olmasa gerek. Hele hele çalışıyorsanız bu, her gün bir şekliyle ırkçılığa az ya da çok maruz kalacaksınız anlamına geliyor. Nihayetinde, vatandaşlarının yüzde 90'ının ''evet, Almanya'da ırkçılık var. Bunu kabul ediyoruz'' itirafında bulunduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Araştırmalar söylüyor bunu. Almanların yüzde 90'ı ülkelerinde ırkçılık olduğunu kabul ediyor. Peki bu ''kabul'' neyi değiştiriyor? Hiçbir şeyi...
Bu tabloda, AB'nin en güçlü ekonomisi pozisyonunda olan Almanya'nın, giderek büyüyen nitelikli emekçi açığını kapatması mümkün mü? Değil elbette. Merkezi hükümetin bile zaman zaman neonazi partisinin kuyruğuna takıldığı bir süreçten bahsediyoruz. Bu bağlamda, geçenlerde arkadaşlardan birinin aktardığı bir ''diyaloğu'' paylaşayım sizinle. AfD'nin bir yetkilisi, ''göçmenlerden kurtulacağız, hepsini göndereceğiz" diye faşist ağzıyla zırvalarken, araya girip 'Bütün göçmenleri ülkelerine göndereceğinizi söylüyorsunuz ama fabrikalarda doğacak mühendis, vasıflı işçi, hastanelerde yaşanacak doktor, hemşire ve hizmet sektöründeki devasa iş gücü kayıplarını nasıl telafi edeceksiniz'' diye soran dinleyiciye, ''Kendi öz kaynaklarımızdan'' yanıtını vermiş. Adam da gülmüş bu saçma sapan yanıta haliyle. Faşistin ''kendi öz kaynaklarımız'' dediği muhtemelen onun bakış açısıyla ''ari ırktan gelen sarı saçlı, mavi gözlü Almanlar''. Kendi öz kaynaklarıyla o açığın sadece milyonda birini yamayabilirler. Bunu onlar da biliyor ama o iğrenç faşist popülizmden vazgeçemiyorlar. Çünkü sadece bu şekilde var olabiliyor yeni faşistler.
Göç ile ilgili kurum ve kuruluşlar, Almanya'nın neofaşistlerin öne sürdüğünün aksine ''yoksul'' değil ''işçi'' göçü aldığını ifade ediyor. Örneğin, Mediendienst İntegration adlı kuruluş raporlarında, ''Almanya'da, özellikle AB'nin doğuya doğru genişlediği bölgelerden gelen ve toplamda 1,6 milyon çalışanı bulunmaktadır. Sadece Bulgaristan ve Romanya'dan gelenlerin sayısı 730 bin. Korkulan 'yoksulluk göçü' büyük ölçüde gerçekleşmedi, bunun yerine çok sayıda işçi geldi'' diyor. Bu durum, Orta Doğu tandanslı göçte de böyle. Raporlar Orta Doğulu göçmenlerin nerdeyse yüzde 80'inin iş piyasasına entegre olduğunu gösteriyor. Sorun ne o zaman? Sorun, aslında direkt olarak şımarıklık ve kültürel genlerden miras yoluyla taşınan ''ırkçılık''a olan aşkla bağılılık. Almanların bir kısmı için dünya hâlâ küçük bir Alman küresi ne de olsa. Tüm göçmenler onlar için ''yedirilmesi, giydirilmesi gereken açlar ordusu''... Onlar da bu arada göçmenleri doyuran, giydiren efendileri. Alman toplumunun bir kısmını etkileyen bu psikolojik hastalık pek iyileşecek gibi görünmüyor. Bu dinamiği besleyen en önemli etken ise Alman toplumunun içe kapanıklığı ile ''öteki''ne karşı hissedilen öfke ve kaygı... İşte neonaziler bu duyguların üzerinde tepiniyor. Onlara göre dış görünüşü farklılık arz eden herkes potansiyel ''düşman''...
Geçenlerde sosyal medya mecrası X'te bir Alman kadın, müslüman göçmenlerle ilgili tartışmaya atfen, ''Biz müslüman düşmanı değiliz ama onlar Alman düşmanı. Buna karşı cephe alıyoruz'' diye yazmıştı mealen. Bu cümle baştan aşağıya sorunlu. En temel sorun şu: Bir insanın müslüman olduğunu -eğer belirgin bir kıyafeti yoksa- nerden anlıyorsunuz ve ikincisi onun düşman olup olmadığına neye göre karar veriyorsunuz? Aslında cevap basit, bu kadın ve benzeri faşistler için, ''fiziksel dış görünüşü bana benzemeyen herkes düşman'' bu kadar basit. Aksi halde bu derece basit ve nefret kokan bir cümleyi yazan kara cahilden karşısındakini tanımaya ve onu anlamaya yönelik entelektüel çaba beklemek en hafif tabirle ''saflık'' olurdu değil mi? Aslında Avrupalıların 1930'lu, 1940'lı yıllardan aşina oldukları, uygulamalı soy-sop faşizmi bu. Bu faşizm türü günümüzde de dimdik ayakta. Kimse, ''Eski tip faşizm kalmadı. Tepki aslında yabancı kültüre (özellikle müslümanlara) karşı'' falan diye masal anlatmasın. Sormak gerekir o halde, yabancıya yönelik tepki hangi kriterlere göre şekilleniyor? Mesela ev kiralayan firmalar, başvurularda önceliği neye göre Almanlara veriyor da göçmen görünüşü ve ismi olanlar genellikle avuçlarını yalıyor vs?
Siyaset Uzmanı Walzer’in, ''Eğer devletler büyük mahallelere dönüşürse muhtemelen mahalleler küçük devletlere dönüşecektir. Üyeleri, yerel ve politik kültürü yabancılara karşı korumak için örgütlenecektir. Tarihte görüyoruz ki devlet ne zaman açık olsa mahalleler kapalı ya da dar görüşlü cemaatlere dönüştüler'' tespiti önemli bu noktada.
"DAR GÖRÜŞLÜ CEMAATLER..."
Umberto Eco, "Hoşgörüsüzlük her türden öğretiden önce vardır. Bu açıdan hoşgörüsüzlük, biyolojik köklere sahiptir…" diyor. Uyku halinden uyanıp Eco'nun altını çizdiği şu ''biyolojik kökler'' meselesine odaklanmak gerekiyor kanımca. O zaman ne yapmalı? İlk etapta Avrupa toplumlarında yaşanan bu derin hoşgörüsüzlüğün kaynağını araştırmak gerekiyor. Bilinmeyene karşı duyulan korku, refah şovenizmi ya da daha birçok etken… Aşırı sağın süratle iktidar alternatifine dönüşmesi nedeniyle daha hızlı hareket edilmesi önemli burada. Siyaset Uzmanı Michael Walzer’in, ''Eğer devletler büyük mahallelere dönüşürse muhtemelen mahalleler küçük devletlere dönüşecektir. Üyeleri, yerel ve politik kültürü yabancılara karşı korumak için örgütlenecektir. Tarihte görüyoruz ki devlet ne zaman açık olsa mahalleler kapalı ya da dar görüşlü cemaatlere dönüştüler'' tespiti önemli bu noktada. Bunun yakın gelecekte tekrarlanma olasılığına dair çok sayıda işaret var. Bu bağlamda bana göre, Avrupalıların en temel görevi, neofaşistlerin ülkelerini dışarıya kapalı küçük, homojen mahallelere dönüştürmesini engellemek olmalı ama buna pek de gönüllü olmadıkları yakın zamanlarda yapılan seçimlerden anlaşılıyor. Bakınız; faşistlerin zaferle ayrıldıkları Hollanda, Avusturya seçimleri...
Öte yandan, Institut für Arbeitsmarkt und Berufsforchung adlı kuruluş bir raporunda, ''Yaşı gelen kuşağın emekliye ayrılması ve düşük doğum oranı nedeniyle Alman iş gücü piyasası önümüzdeki yıllarda çok sayıda işçi kaybedecektir. Almanya'nın iş gücü arzını sabit tutabilmesi için istihdam amaçlı göçe ihtiyacı var. Özellikle de yılda 400 bin kişi.'' tespitine yer verdi. Bu açık bir şekilde demografik bir krize işaret ediyor. Yılda 400 bin kişi... Şimdi ben Almanya'da faaliyette bulunan bir iş adamı olsam, bu raporu gösterip, emekçi açığını ''kendi öz kaynaklarından karşılayacağını'' söyleyen o AfD'li neonaziye, ''Nereden bulacaksın kendi öz kaynaklarından bu kadar kalifiye elemanı'' diye sorardım örneğin. Bu kadar açığı, sabahtan akşama kadar göçmenleri nasıl katledecekleri üzerine planlar yapan ve bunun için oraya buraya silah depolayan cinayet heveslisi ve birçoğu ortalamanın altında zekâ düzeyine sahip nazi artıklarından kapatamayacakları açık bir şekilde ortada. Asıl sorun, bu derece saçma sapan, hiçbir gerçekliği olmayan argümanlarla sandıklarda oy patlamaları yapan bir partiye karşı merkez siyasetin çaresiz kalması hatta zaman zaman onun dümen suyuna girmesi.
Bununla birlikte merkez siyasetin daha da sağcılaşması ve paralelinde aşırı sağcı hareketlerin güç kazanması, neonazilerin cesaret kazanmasına yol açıyor. Bu şekilde "vatandaşların -açıktan göstermeye cesaret edemeseler de- içten içe kendilerini desteklediklerini ve onayladıklarını" düşünüyorlar. Örneğin, uzmanlar AfD'nin seçim başarıları ile nefret suçu arasında doğrudan bir etkileşim görüyor.
Alman demokrasisi, AfD benzeri faşist yapıları siyaset sahnesinden silerek hâlâ güçlü olduğunu göstermeli ve bu faşistlerin demokrasi düşmanı her girişimlerini, ''bu ülkede demokrasi var, konuşma özgürlüğü var'' diyerek perdelemelerine izin vermemeli.
"DEMOKRASİ VAR..."
Irkçı şiddete ilişkin faaliyet gösteren Mağdurlar İçin Danışma Merkezi (Ezra) Proje Yöneticisi Franz Zobel, Almanya'nın birçok bölgesinde mültecilerin her gün ırkçı zorbalığa maruz kaldığını ifade ediyor. Konuyu örneklerle somutlaştıran Zobel, neonazilerin oldukça güçlü olduğu Thüringen eyaletinin bazı kentlerinde, durakta sadece göçmenlerin beklediğini gören otobüs şoförlerinin durmadan devam ettiğini, mültecileri inmek istedikleri durakta bırakmadıklarını ya da otobüste onlara hakaret ettiklerini anlatıyor. AfD benzeri neofaşist yapıların güçlü olduğu bölgelerde ırkçı tutumların artık siyasetin kenarında yer alan bir olgu olmadığını aksine ana akım haline geldiğini vurgulayan Zobel, "AfD'nin seçim başarıları ile ırkçı tehditlerin ve şiddetin yaygınlaşması arasındaki etkileşime" dikkati çekiyor. ABD'deki Princeton Üniversitesi'nde görev yapan Siyaset Bilimci Rafaela Dancygier de bu konuya ilişkin olarak, "Saldırganlar, kendi toplumlarından destek alacaklarını zannettiklerinde nefret suçları artıyor" tespitinde bulunuyor. Irkçı şiddetin artması ile neonazi partisi AfD'nin yükselişindeki parallelik oldukça dikkat çekici bir olgu doğrusu.
Bunları yanı sıra, neonazilerin baskısıyla giderek içe kapanan bir Almanya'nın uluslararası alanda ekonomik olarak mücadele etmesi mümkün olmayacaktır. Ülkesinde onca emeğin ardından kendisine yüksek bir kariyer inşa eden akademisyen, mühendis ya da doktor, neden Almanya'ya gelip faşistlerin topluma enjekte ettiği ırkçı fikirlerden kaynaklanan düşmanlıkla muhatap olsun ki? Almanya'nın üstesinden gelmesi gereken asıl sorun bu ve özellikle doğu eyaletlerinde bu mesele giderek daha kaotik bir hâl alıyor.
Sonuç olarak, AfD'nin, demokrasiyi ve farklı kültürlerden insanların bir arada yaşama pratiklerini bombalamasına daha fazla izin verilmemeli. Bu kötülük odağı partinin kapatılmasıyla demokrasi incinmez, kırılmaz aksine güçlenir. Alman demokrasisi, AfD benzeri faşist yapıları siyaset sahnesinden silerek hâlâ güçlü olduğunu göstermeli ve bu faşistlerin demokrasi düşmanı her girişimlerini, ''bu ülkede demokrasi var, konuşma özgürlüğü var'' diyerek perdelemelerine izin vermemeli. Çünkü her koşulda demokrasinin kendisini korumaya hakkı var. Koruyamazsa zaten yaşanmış bir örnek bulunuyor. Almanların başlarını kaldırıp küresel katil Adolf Hitler ve partisinin ülkelerinde yarattığı yıkıma yeniden bakmaları yeterli olmalı kanımca. AfD gibi kötülük odağı partilere oy veren Almanların sayısının giderek arttığı bir süreçte, demokrasiye inananların seslerini daha fazla yükseltmeleri ve faşistlere karşı korkmadan "Wie sind mehr" yani "Biz daha fazlayız" sloganını haykırmaya devam etmeleri gerekiyor.
İlginizi Çekebilir