Dünya yeniden farklı kutuplara ayrılırken Türkiye: Riskler ve fırsatlar
DIŞ POLİTİKAElbette, Türkiye’nin kutuplaşmış toplumsal yapısı, kırılgan ekonomisi ve hukukun yok sayılması gibi pek çok sorunu var. Hatta bunların bazıları günden güne iyileşmenin ötesinde daha da sorunsal haller alıyor. Dahası, kurumsal hafızanın silinmeye başladığı ve yönetim açısından geleceğin belirsizleştiği de açık.
Tarih bir kez daha ama bu kez gözlerimizin önünde hızla değişmekte. Ancak uzun süredir tartışılan tek kutuplu dünya düzeni, beklenmedik bir şekilde yalnızca ikiye değil, ikiden de fazla kutba ayrılma eğiliminde. Bir yanda, dünyada özellikle bataryalar başta olmak üzere geleceğin teknolojilerinde kullanılacak nadir elementler yarışında Çin’in gerisinde kalan Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Körfez ülkeleri yer alırken; diğer tarafta ise Çin ve onunla hareket etmek zorunda kalan İran gibi ülkeler bulunmakta.
Tarihsel süreçte dünya, farklı dinamikler doğrultusunda sürekli değişim ve dönüşüm geçirmiştir. Bazı dönüşümler ani ve radikal olurken, bazıları ise uzun vadeye yayılmış ve sindirilerek kabul görmüştür. Günümüzde ise küresel siyasette önemli bir dönüşüm sürecine tanıklık ettiğimiz çok açık. 20 Ocak itibarıyla Amerika Birleşik Devletleri’nde başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump, görevinin ilk ayını tamamlamış ve bu süre zarfında iç ve dış politikada önemli değişimlere imza atmış durumda. İç politikada, “Tekno-Otoriterlik” olarak adlandırılabilecek bir yönetim anlayışı çerçevesinde yargının denetiminden mümkün olduğunca kaçınarak geniş kapsamlı tasfiyeler gerçekleştirmeye çalışmakta ve anlasilan o ki bundan da hiç vazgeçmeyecek şekilde kararlı. Ancak, küresel düzeyde esas köklü değişim, 40 yaşındaki Yale Hukuk Fakültesi mezunu Başkan Yardımcısı J.D. Vance’in Avrupa turuyla belirginleşmeye başladı ve durum hiç de hoş değil.
Vance, öncelikle Paris’te düzenlenen Yapay Zekâ Zirvesi’nde Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un huzurunda, Avrupa Birliği’nin yapay zekâ başta olmak üzere birçok alandaki düzenleyici politikalarını “bağnaz” olarak nitelendirdi. Ardından Münih Güvenlik Konferansı’nda, Avrupa’nın en büyük güvenlik tehdidinin bizzat kendisi olduğunu ileri sürerek üst düzey Avrupalı karar alıcılar nezdinde ciddi tartışmalara yol açmıştı ve bu tartışmalar uzun sure devam edecek gibi. Bununla da yetinmeyip, tarihsel olarak ABD’nin en önemli müttefiklerinden biri olan Birleşik Krallık’ın İşçi Partisi tarafından yönetildiği için, “nükleer güce sahip ilk Müslüman devlet” olarak değerlendirilebileceğini ifade etmişti. Saniyorum kendisi de bunun abeste iştigal olduğunun çok farkındadır ama anlaşılan o ki Washington DC’nin yeni sakinleri kendilerinden olmayanları çoktan tespit etmiş durumdalar.
Şüphesiz ki, bu tür söylemler, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan ve yaklaşık yetmiş yıldır varlığını sürdüren Avrupa-Atlantik güvenlik paradigmalarını derinden sarsmakta ve Avrupalı liderlere hiç alışkın olmadıkları bir öteki vermekte. Ancak, Vance’in bu söylemleri dile getirmesi, doğrudan Washington’daki Başkan Trump ve onun çevresindeki milyarder iş insanlarından aldığı destekle mümkün olmuş olmalı. Zira, aynı zaman diliminde Trump, ABD ile yaklaşık 9000 kilometrelik sınıra sahip Kanada’nın Başbakanı Justin Trudeau’dan “vali” olarak bahsetmeye başlamış ve bu söylemiyle diplomatik teamülleri açıkça hiçe saymıştır. Bunlarla da sınırlı kalmayan Trump, Gazze’deki insani trajediyi ve tarihi gerçekleri göz ardı ederek bölgeye dair “fantastik” emlak projelerinden bahsetmiş, Grönland’ı satın alma fikrini yeniden gündeme getirmiş ve Ukrayna’yı Rusya ile anlaşarak, bütün Avrupa’yı da süreçten dışlayarak, yeni bir sömürge yapısına dönüştürmeyi planladığını açıkça ifade etmiştir. Hatta bunun ilk adımlarını ise bölge ile çok az bir ilişkisi bulunan Riyad’da atmaya dahi başladı.
Türkiye, çok kutuplu yeni dünya düzeninde Doğu Akdeniz’den Kafkasya’ya, Kıta Avrupası’ndan Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir coğrafyada önemli roller üstlenebilir. Ayrıca, şu anda yavaş yavaş şekillenmeye başlayan, ancak ilerleyen süreçte daha belirgin hale gelecek farklı kutuplar arasında bir “tutkal” işlevi de görebilir.
Bu gelişmeler, yalnızca ABD’nin dış politika yaklaşımında radikal bir değişimin işareti olmakla kalmayıp, aynı zamanda küresel güç dengelerinin yeniden şekillendiğini de gözler önüne sermekte. Kısacası, tarih bir kez daha ama bu kez gözlerimizin önünde hızla değişmekte. Ancak uzun süredir tartışılan tek kutuplu dünya düzeni, beklenmedik bir şekilde yalnızca ikiye değil, ikiden de fazla kutba ayrılma eğiliminde. Bir yanda, dünyada özellikle bataryalar başta olmak üzere geleceğin teknolojilerinde kullanılacak nadir elementler yarışında Çin’in gerisinde kalan Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Körfez ülkeleri yer alırken; diğer tarafta ise Çin ve onunla hareket etmek zorunda kalan İran gibi ülkeler bulunmakta. Bu iki kutbun arasında ise, BREXIT sonrası küresel gücünü kaybederek zayıflayan, hatta ada içerisinde batan imparatorluk diye tarif edilmeye başlayan Britanya ve Draghi Raporu’nda da vurgulandığı gibi kırılgan, hantal ve acil reformlara ihtiyaç duyan Avrupa yer almakta.
Kısacası, tek kutuplu dünya düzeninin ardından şu an için üç kutuplu bir yapı ortaya çıkmış gibi görünmekte. Ancak tekrar vurgulamak gerekir ki, bu durum şu an için geçerli olup, gelecekte nasıl bir şekil alacağını kestirmek oldukça güçtür. İşte tam da bu üç kutbun kesişim noktasında, kendi iç sorunlarıyla da mücadele etmek zorunda olan Türkiye bulunmakta. Bu arayış ve belirsizlik hali, Türkiye için hem büyük fırsatlar hem de ciddi riskler barındırmakta olduğu da şüphesiz bir durum. Kuşkusuz, bu fırsatların ve risklerin nasıl şekilleneceğini öncelikle Türkiye’nin kendi politikaları, ardından ise hangi kutba daha yakın olmayı tercih edeceği belirleyecek.
Elbette, Türkiye’nin kutuplaşmış toplumsal yapısı, kırılgan ekonomisi ve hukukun yok sayılması gibi pek çok sorunu var. Hatta bunların bazıları günden güne iyileşmenin ötesinde daha da sorunsal haller alıyor. Dahası, kurumsal hafızanın silinmeye başladığı ve yönetim açısından geleceğin belirsizleştiği de açık. Hem iktidar hem de muhalefet kişilere endeksli durumda. Misal iktidarın Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan başka çaresi yokken muhalefetinde Ekrem İmamoğlu ya da Mansur Yavaştan başka çaresi yok. Kisacasi program ya da bir sistem yok, kişiler var. Bütün bunlar çok acı.
Ancak tüm bunlar, Türkiye’nin jeostratejik konumunu değiştirmediği gibi, son yıllarda savunma sanayisinde hem içeride hem de uluslararası alanda gerçekleştirdiği atılımları da bir anda geçersiz kılmıyor. Bununla birlikte, Türkiye’nin hem Putin Rusya’sı hem de Zelensky Ukrayna’sı ile aynı anda görüşebilen bölgenin en büyük NATO ülkesi olması gerçeği de göz ardı edilemez. Bu bağlamda, Türkiye, çok kutuplu yeni dünya düzeninde Doğu Akdeniz’den Kafkasya’ya, Kıta Avrupası’ndan Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir coğrafyada önemli roller üstlenebilir. Ayrıca, şu anda yavaş yavaş şekillenmeye başlayan, ancak ilerleyen süreçte daha belirgin hale gelecek farklı kutuplar arasında bir “tutkal” işlevi de görebilir. Bu nedenle, Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky’nin ülkesi hakkında bir görüşme Riyad’da düzenlendiğinde Zelensky Türkiye’deydi ve bu görüşmenin hemen ardından Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov Türkiye’yi ziyaret etti. Benzer şekilde, Türkiye’nin bu stratejik konumu nedeniyle mart ayında İsviçre’de Kıbrıs sorunu üzerine beşli bir zirve toplantısı yapılması planlanıyor. Sonuç olarak, mevcut uluslararası konjonktür, eğer uygun şartlar oluşursa,
Türkiye’yi kilit aktörlerden biri haline getirebilir. Ancak Türkiye, bu rolü üstlenirken coğrafi, tarihsel, ekonomik ve stratejik olarak Avrupa ile ortak bir gelecek perspektifine sahip olduğunu da kabul etmek zorunda. Bu durum doğru değerlendirildiğinde, Türkiye açısından askeri, ekonomik ve kurumsal anlamda pek çok fırsatı da beraberinde getirebilir. Ancak bu gerçeği yalnızca Türkiye’nin değil, Avrupa’nın da idrak etmesi gerekmektedir. Zira Türkiye elbette Avrupa savunması için çok önemli bir ülke ama Türkiye an itibariyle Avrupa savunmasına sıkıştırılamayacak kadar da kritik bir ülke.
Öncelikle, Avrupa’nın son dönemde Britanya’nın yaptığı gibi Türkiye ile daha stratejik ve önceliklerinin net olduğu bir ilişki kurması gerekiyor. Bu bağlamda kilit rol, Türkiye için “Ya güçlenirse ne yaparız?” yerine “Güçlenirse bizimle beraber güçlenir.” demesi gereken Fransa ve Almanya’ya düşüyor.
Sanıyorum ki Türkiye’de, Dışişleri Bakanlığı da dahil olmak üzere birçok kurum bunun farkında. Dahası, bu farkındalığın, karar verici makamlarda kimler oturursa otursun devam etme zorunluluğunun da bilincinde olunduğunu düşünmek istiyorum. Ancak, bu durum Türkiye’nin tek taraflı olarak üstesinden gelebileceği bir mesele değil. Öncelikle, Avrupa’nın son dönemde Britanya’nın yaptığı gibi Türkiye ile daha stratejik ve önceliklerinin net olduğu bir ilişki kurması gerekiyor. Bu bağlamda kilit rol, Türkiye için “Ya güçlenirse ne yaparız?” yerine “Güçlenirse bizimle beraber güçlenir.” demesi gereken Fransa ve Almanya’ya düşüyor. Güney Kıbrıs ve Yunanistan’ın iç politika öncelikli engellemelerine rağmen, Avrupa’nın büyük ülkelerinin daha stratejik düşünmeye yönlendirilmesi de onların sorumluluğunda olmalıdır. Eğer bu sağlanırsa, Avrupa Birliği ortak savunma prosedürüne dahil olmadan, Türkiye’nin eşit bir ortak olarak algılanması mümkün olabilir. Elbette bunun için Gümrük Birliği başta olmak üzere birçok konuda modernizasyon şart.
İşte tüm bunlar karşılıklı olarak gerçekleştirildiğinde, İsmet İnönü’nün 1946 yılında söylediği, “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur.” sözü gerçeğe dönüşebilir. Aksi takdirde, hem Türkiye hem de Avrupa açısından sorunlu bir gelecek kaçınılmaz olacak.
İlginizi Çekebilir