Dünya Mimarlık Günü\'nde: Mimarlığı özgürleştirmek nasıl mümkün olabilir?
KENTMimari fikir üretimi alanını yeni dimağlara açarak, köşe başlarını tutmuşlardan, kamu imkanlarını kendi çıkarları için kullanan imtiyazlı zümrelerden özgürleştirmek. Bu şekilde bir aracılık hizmetine indirgenmiş olan mesleki alanı kitleler için daha yararlı hale getirmek. Bu yüzden bence Dünya Mimarlık Günü’nün gündeme getirdiği soru şu: Mimarlığı özgürleştirmek nasıl mümkün olabilir?
“Dünya Mimarlık Günü” (7 Ekim) yaklaşıyor. UIA’nın (Uluslararası Mimarlar Birliği/International Union of Architects) önderliğinde 1985 yılından bugüne her yıl Birleşmiş Milletler (BM) Dünya Habitat Günü'ne paralel olarak Ekim ayının ilk Pazartesi günü “Dünya Mimarlık Günü” olarak kutlanıyor. Dünyanın birçok yerinde meslek örgütleri çeşitli etkinlikler düzenliyorlar.
2024 teması “Empowering the Next Generation in Participatory Urban Design / Katılımcı Kentsel Tasarımda Gelecek Nesli Güçlendirmek” olarak belirlendi.
Belirlenen bu temaya göre Uluslararası Mimarlar Birliği, genç mimarları katılımcı süreçlerin aktörleri olmaları için teşvik ediyor. Dirençli kentsel ekonomilerin güçlendirilmesine, özellikle sürdürülebilir pratiklerin kentlerin iyileşmesindeki önemine dikkat çekiliyor. Dünya Mimarlık Günü’nün alt başlıkları arasında, enerji verimliliği, atık yönetimi, sürdürülebilir malzemelerin kullanımı ve tanıtımı ile sürdürülebilir kentsel hareketlilik gibi kavramlar yer alıyor.
Dünya Mimarlık Günü'nün teması "katılım" ve "gelecek nesli güçlendirmek".
İki anahtar kavramı birbiriyle ilişkili olarak ele alındığında bu yılki tema bana bir entelektüel uğraş olan mimarlığın temel sorunsalını ortaya koyuyor gibi geliyor:
Bu sözleri bence bir paradigma değişimi önerisi gibi de okumak mümkün.
Buna karşılık şunu söyleyenler de oluyor: “Nereden bakarsanız durum felaket!
İstanbul gibi bir şehrin geldiği hale bakın. Bu ülkede yaşayan insanlar kültürsüz. Göçebe bir toplumdan geldikleri için tasarım konusunda çok yeteneksizler!”
Türkiye’de mimarlığın durumunu kültürsüzlüğe, cahilliğe bağlayanların yaşadığı depresif durum patolojik sonuçlar yarattığı kadar arkasındaki meseleyi sorgulamayı, eğitimi, düşünce alanını özgürleştirmeyi, yenilemeyi engelliyor.
DEPRESİF DURUM, SORGULAMAYI ENGELLİYOR
Onlara göre sorun gayet basit. Ötekileştirmenin, ırkçılığın bu kadarı olur, bir şaka da olsa. Ayrıca bu ülkede çok yetenekli mimarlar, tasarımcılar var. Çağımızın antropologları, bilim insanları Büyük Savaş sonrasında kültürler arasında ayrım yapan (kendi kültürünü yücelten ve diğerlerini aşağılayan) düşünce akımlarını sorguladılar. Ayrımcılığın, ırkçılığın savaşlara yol açtığını gösterdiler. Hatta bu amaçla Birleşmiş Milletler Eğitim ve Kültür Örgütü UNESCO’nun kuruluşuna neden bile oldular.
Oysa şehirlerin, kasabaların, köylerin yakın tarihlerdeki mimari peyzajına baktığınızda, böyle bir sorun olduğu görülmüyor.
Türkiye’de mimarlığın durumunu kültürsüzlüğe, cahilliğe bağlayanların yaşadığı depresif durum patolojik sonuçlar yarattığı kadar arkasındaki meseleyi sorgulamayı, eğitimi, düşünce alanını özgürleştirmeyi, yenilemeyi engelliyor. Bu yüzden bence sorunu zannedersem biraz da bu "muhalefet" etme biçiminde aramak gerekiyor.
Peki öyleyse nedir bu karşılaştığımız durum?
Ortada evet, çok ciddi bir sorun var. Türkiye’de şehirler yaşanmaz hale geldi.
Bu sorunu anlayabilmek ve değiştirebilmek için zannedersem bize gösterilene değil, gösterilmeyene bakmak gerekiyor.
Çünkü eleştiriyor gibi yapanlar, sesi çıkanlar çoğu zaman bizi imgeler üzerinde konuşmaya zorluyorlar.
Böylece kendi sorumluluklarını gizliyorlar.
Örneğin imtiyaz sahipleri yıllarca “çarpık şehirleşme” gibi bir kavram kullandılar. Gecekondu bölgelerinde, yoksul semtlerde çalışan mimarlık öğrencilerini, hocalarını ötekileştirdiler. Sanki kendileri plan ve projeleri yaptıkları takdirde sorunlar çözülecekmiş gibi göstermeyi başardılar. Siyasetçileri suçladılar. Oysa bu siyaset ile meslekçi ideolojinin devlet gücünü, iktidarını kullanma mücadelesiydi.
Mimarlığı iktidar ve piyasa güçlerine bağımlı olmaktan çıkarmak nasıl mümkün olabilir?
Katılım karşısındaki en büyük engel herhalde mimarlık gibi eğitimle edinilmiş bir kimliğin sınıfsal bir perspektifle ele alınmaması. Böylece uzmanlar sınıfının kitleler için neyin doğru, neyin yanlış olduğuna hükmeden, kamu imkanları, gücü ve kariyer imkanları ile kendi kamu yararı kavramını temsil eden bir sivil toplum kesimine dönüşmesi.
Bu yüzden sorunu hep yapıldığı gibi dışarıda değil, gene mimarlığın düşünce geliştirme alanı içinde aramak gerekiyor. Kitleler çoğu zaman sesi çıkabilenler, siyasetle iktidar mücadelesi içinde ve imtiyaz peşinde olan meslekçi bir "muhalefet" tarafından aldatılıyor.
Bence Dünya Mimarlık Günü'nün ortaya koyduğu sorun mimari düşünce alanının, kariyer imkanlarının kamu gücü, kurumları kullanılarak işgal edilmesi. Günümüzün neo-liberal koşullarında bu oligarşik ilişkiler öyle bir boyuta vardı ki, mimari fikir üretimi üzerinde muazzam bir sansür sistemi oluştu. Çoğu zaman mimari fikirler güç odakları tarafından koşullandırılıyor. Bu nedenle entelektüel üretim hayırseverlik kurumlarına, büyük sermaye alanına izole edilmiş durumda. Bağımlılık entelektüel alanı sınırlandırdığı gibi kitlelerin özgürlüklerini de ortadan kaldırıyor. Kitleler mimarlığın akılcılaştırma, yenilik yaratma, sorgulama işlevinden mahrum kalıyor.
Karşımıza Sulukule, Tarlabaşı, Yenikapı… gibi projeler çıkıyor.
Bu nedenle “gelecek nesli güçlendirmek” sözünü şöyle anlıyorum: Mimari fikir üretimi alanını yeni dimağlara açarak, köşe başlarını tutmuşlardan, kamu imkanlarını kendi çıkarları için kullanan imtiyazlı zümrelerden özgürleştirmek. Bu şekilde bir aracılık hizmetine indirgenmiş olan mesleki alanı kitleler için daha yararlı hale getirmek.
Bu yüzden bence Dünya Mimarlık Günü’nün gündeme getirdiği soru şu: Mimarlığı özgürleştirmek nasıl mümkün olabilir?
Mimarlığı iktidar ve piyasa güçlerine bağımlı olmaktan nasıl çıkabiliriz?
İlginizi Çekebilir