Direniş Müzesi
GEZİ
İki saate yakın kaldım Direniş Müzesi’nde. Hemen ayrılasım gelmedi, üst kattaki bistroya çıktım, sabahın erken saatleri, bir kahve söyledim. Castellet’nin manzarası çok güzel. En az faşizme direnmek kadar…
Kopenhag’a gelirken aklımda şöyle en heybetlisinden bir Viking müzesi görmek vardı.
İçinde bir, belki birden çok, Viking gemisi olacaktı; Viking kültürü, Vikingler kimdi, nasıl yaşardı, ne yer ne içerdi…
Böyle bir müze bulamadığım gibi Vikinglere dair gördüğüm her şey hediyelik eşya dükkânlarındaydı: Viking savaşçılarının en karikatürize edilmiş hallerindeki objeler.
Marifet, bunu Vikingler hayattayken yapabilmekte ama işte görüyorsunuz, düşenin dostu olmuyor, Viking bile olsan, kurt kocayınca kuzuya maskara oluyor.
Neyse, görmediklerime hayıflanmak yerine gördüklerimi anlatayım.
Ama öncesinde müzeciliğe dair birkaç söz etmek istiyorum.
Teknoloji gündelik hayatımızı hızlandırdı, özellikle sosyal medya sonrası çağda kimsenin hiçbir şeye -Gülten Akın okumaya bile- tahammülü kalmadı; insanlara bir film izlerken dahi dikkatini toplamak, yoğunlaşmak zor geliyor.
Telefonun ekranını kaydırarak “görüntüleri tüketmek” bir ara kaçış olduğu için herkes ilk fırsatta elini telefonuna atıyor…
Dolayısıyla, müzelerin sükuneti günümüz insanı için bunaltıcı bir hâl aldı.
Heyecan dozu yüksek bir filmi doksan dakika ara vermeden izleyemeyen yeni nesil, bir müzede birkaç saat nasıl geçirsin?
O yüzden, son yıllarda, müzecilik de dönüşüyor, zamana uyum sağlamaya çalışıyor.
İyi de bir müze zamana nasıl uyum sağlayabilir?
Görebildiğim kadarıyla, bunun yolu, şimdilik olabildiği ölçüde ziyaretçiyi işin içine dahil etmekten, yani gelen kişinin edilgen bir izleyici olmamasını sağlamaktan geçiyor.
Yin yang, gelişen teknoloji aynı zamanda bu imkânı sunuyor; müzenin envanterine çeşitli oyunlar, zamanın içine yolculuk, görsel zenginlik gibi boyutlar katılıyor.
Ziyaretçi de gördüğü şeyin bir parçası olduğunu hissediyor.
Direniş Müzesi, olanca yenilikçi yaklaşımıyla beni kendine hayran bıraktı. Üstüne üstlük, savaşın ilk gününü, Ateş ile Limon’un kıyafetlerini, uçakla vurulan yetimhaneyi görmek de beni ayrıca memnun etti. Müze yerin bir kat altına kurulduğu için gün ışığı girmiyor, bu da gerçekçilik algınızı bir anda yükseltiyor, ne de olsa siz de bu direniş hareketinin bir parçasısınız artık.
Beni müzecilik üstüne konuşmaya iten de Castellet’deki Direniş Müzesi oldu.
Nazi işgalindeki Danimarka’da Kopenhaglıların neler yaptığını, nasıl direndiğini anlatan bir müze, ama müzecilik açısından da olağanüstü güzel.
Nazi işgalinin sanat eserleri -sinema, edebiyat, müzikal vb. üzerinden nasıl aktarıldığı benim hep ilgi duyduğum bir konu olmuştur.
Kast ettiğim Nazizmin tarihi değil, o ayrı, benim ilgimi çeken işgale uğramış bir toplumun, sinema gibi bir sanat dalı aracılığıyla yaşadıklarını çeşitli dönemlerde nasıl ifade ettiği.
Müzeye girmeden önce Nazi işgalini anlatan Danimarka yapımı filmler aklımdan geçti.
İşgalin ilk gününü anlatan 9 Nisan, Direniş’in tetikçilerini anlatan Ateş ile Limon, yanlışlıkla hedef alınan bir yetimhaneyi anlatan Savaşın Gölgeleri, savaş bittikten sonra çocuk Nazilerin elleriyle mayınları topladıkları o muhteşem Mayın Ülkesi -başka da vardır mutlaka, benim bilmediğim ya da izlemediğim.
Yani, işgal altındaki Kopenhag tarihi değilse de bu işgali Danimarkalıların nasıl gördüğüne dair biraz fikir sahibiydim.
Direniş Müzesi, olanca yenilikçi yaklaşımıyla beni kendine hayran bıraktı.
Üstüne üstlük, savaşın ilk gününü, Ateş ile Limon’un kıyafetlerini, uçakla vurulan yetimhaneyi görmek de beni ayrıca memnun etti.
Bu müzeyi beş tarihi kişi aracılığıyla geziyorsunuz; onların neler yaptığını görüyorsunuz, her bölümde ayrı bir sahne ya da dönemden kalma bir nesne var ve gölgeler eşliğinde o kişi sizinle konuşuyor.
Müze yerin bir kat altına kurulduğu için gün ışığı girmiyor, bu da gerçekçilik algınızı bir anda yükseltiyor, ne de olsa siz de bu direniş hareketinin bir parçasısınız artık.
Bu müzeyi beş tarihi kişi aracılığıyla geziyorsunuz; onların neler yaptığını görüyorsunuz, her bölümde ayrı bir sahne ya da dönemden kalma bir nesne var ve gölgeler eşliğinde o kişi sizinle konuşuyor.
Bazen bir işbirlikçinin ucuz hesaplarıyla, bazen bisikletinden başka bir şeyi olmayan cesur bir direnişçiyle, bazen de evinde yemek yaparken bir de bomba hazırlayan sade vatandaşla karşılaşıyorsunuz.
Böylece, bu müze, kurduğu sahnelerle geçmişi bugüne taşırken teknoloji vasıtasıyla da sizi geçmişe götürüyor.
Yetmiyor, sizi direnişin nasıl olduğunu anlamanız için sürece dahil olmaya davet ediyorlar.
Şifreler belli ama frekanslar sürekli karışıyor, siz doğru frekansı bularak en çok mesajı kaydedeceksiniz ve bu sayede hem Nazilerin neler yapacağını öğrenecek hem de yeraltındaki direniş hareketine bilgiyi ileteceğiz.
İşte bir anda kulaklıkları çıkarıp heyecanla not tutmaya başladınız çünkü direnişin kaderi sizin ellerinizde.
Sonra yeniden kurulmuş sahnelere dönecek, beş karakter aracılığıyla neler yaşandığını izlemeye devam edeceksiniz.
Danimarkalılar, belki bir günde teslim olmak zorunda kaldılar ama Nazi işgaline karşı gösterdikleri cesaret Direniş'in yeraltı örgütüyle sınırlı değildi.
Danimarka Kralı, Naziler tarafından ülkesinde yaşayan Yahudilerin yakasına "sarı yıldız" takması şart koşulursa, kendisinin de yakasına aynı yıldızdan iliştireceğini açıklamıştı.
Yerel polis teşkilatı, Nazilerle birlikte "Yahudi avına" çıkmayı reddetti ve toplama kamplarına doğru kitlesel sürgün başladığında hükümetin tamamı bu suça ortak olmamak için istifa etti.
Böylece, misal Hollanda'daki her dört Yahudi'den üçü Nazilerin gadrine kurban giderken, Danimarka'da bu oran kimilerince yüzde bir civarındaydı.
İki saate yakın kaldım Direniş Müzesi’nde.
Hemen ayrılasım gelmedi, üst kattaki bistroya çıktım, sabahın erken saatleri, bir kahve söyledim.
Castellet’nin manzarası çok güzel.
En az faşizme direnmek kadar…
Danimarka Yazıları serisinin üçüncü yazısını okumak için tıklayabilirsiniz...