© Yeni Arayış

Dinlerin karşılaştırılması: Hristiyanlık-İslam

Dinler, inanç ve ideolojiler sistemleri kategorisine girerler; dolayısıyla toplumun karar ve davranışlarında etkili olurlar. Ancak toplumsal dinamiklerin yalnız veya özellikle inançlardan belirlendiğini söylemek farklı bir şeydir; eksik ve yanlış bir anlayıştır. Çünkü inançların nasıl ve hangi koşullar altında ortaya çıktıkları bu analizde ele alınmamakta.

İslam’ın din ile devlet yönetimini ayırmadığı, bir devlet dini veya din devleti olarak güçler ayırımını gözetmediği söylenir. Hristiyanlık’ın ise, tersine - ve İsa’nın “Kayserin (Sezar’ın) şeylerini Keysere ve Allah'ın şeylerini Allaha ödeyin” sözleri hatırlatılarak - devlet ile dini otoritelerini ayırdığı savunulur. Oysa devlet yönetiminin dinin “altında” olmasının gereğinin savunulduğunu ve bunun yüzyıllar boyu uygulandığını Hristiyan dünyada da görüyoruz.

Türkiye’nin “geri kalışını” dinin etkisi veya dinin yanlış uygulanması ile açıklayanlar olmuştur. Bu yolu seçenler genellikle bugünkü Müslüman ülkeleri Hristiyan ülkelerle kıyaslarlar. Genel tabloya göre, gerçekten de, bu dinlerle “çağdaşlaşma” ve “kalkınma” arasında korelasyon (ilinti) var: Hristiyan ülkeler Müslüman ülkelere göre daha “gelişmiştir”. Ama bu görüşün eksik ve yanlış yanları var. 

Geçen yazımda olumlu veya olumsuz tarihî gelişmelerin dinamiği ve nedeni olarak dini öne çıkarmanın, “dinî” (veya dinci) bir okuyuş olduğunu ve bu tür bir tarihçiliğin laik bir dünya tarihçiliğinden uzaklaşmak anlamını taşıdığını yazmıştım.(1) Dinler, inanç ve ideolojiler sistemleri kategorisine girerler; dolayısıyla toplumun karar ve davranışlarında etkili olurlar. Ancak toplumsal dinamiklerin yalnız veya özellikle inançlardan belirlendiğini söylemek farklı bir şeydir; eksik ve yanlış bir anlayıştır. Çünkü inançların nasıl ve hangi koşullar altında ortaya çıktıkları bu analizde ele alınmamakta. Ayrıca, bu tür inanç arayışları yalnız “din çerçevesi” içinde değil, ideolojiler ve tarihî miras kapsamında sosyoloji, antrolopoloji, sosyal psikoloji gibi alanlarda ele alınmalıdır. 

İtirazları ön görebiliyorum; din merkezli tarih okumaları, karşı çıktığım “ben merkezli” tarihçiliğin örnekleridir. İnançlı bir Müslüman benim yaklaşımım için şöyle diyebilir (demeyebilir de): Bu yaklaşım “Batılı zihin setleri ve kültür kodları üzerinden bakmaktır... İslam ile diğer dinleri aynı din kategorisi içine dahil ederek inceleme konusu yapmak, çok yanlış yerlere götürür kişiyi. (Ayrıca) İslam herhangi bir olgunun alt kategorisi değil, hayatın bütününü kucaklayan, anlamlandıran bir dünya-hayat tasavvurudur.” (2) İnançlı bir Ortodoks Hristiyan ise şöyle diyecektir: “Ortodoks Kilisesi dine karşıdır. Ve bize (yani Ortodoks Hristiyanlar’a) din sahibi demelerini istemiyoruz. Çünkü din insan yapısıdır... Oysa İsa’nın Kilisesi din değildir çünkü ... Tanrı’nın kendisidir”. (3) Yani her dindar kendi inancını evrenin ortasında algılar. 

Konumuza dönelim: dinin “gelişmedeki” rolüne. En başta bir tezin doğruluğu kullandığı örneklerle kanıtlanmaz, çünkü bu örnekler seçmeci bir metodun sonucu olabilirler; tezin çelişkiler içermemesi gerekir. Tezin tutarsızlıkları varsa bunların açıklanması, görmezlikten gelinmemesi gerekir. Söz konusu Hristiyan-Müslüman karşılaştırması ise pek çok alanda inandırıcı olmamakta. 8. ile 10. yüzyıllarda, ama daha sonra da, İslam Avrupa’nın Hristiyanlık’ına göre ileriydi. Özellikle, ticaret, tıp ve felsefe alanında. İbni Sina (980- 1037) ve İbn Rüşd (1126-1198) gibi düşünürler, daha sonra İbni Haldun (1332-1406)  Avrupa’nın Hristiyan dünyasında etkili olmuşlardı. Bu örnek bile iki dinin kıyaslamalarının ezberlere dayandırılmamasının gereğini gösterir. Yani dinlerin olumlu veya olumsuz yanları olmuşsa bunları “yapısal bir öz” olarak değil, en azından, zaman veya dönemle ilişkilendirilmesi gerekir. 

Bu yapıldığında şu tür durumlarla karşılaşabiliriz: Seçtiğimiz dönemlere göre dinler kimi zaman (göreceli olarak) başarılı ve ileri, bazen de başarısız ve geri görünebilirler. Doğal olarak kimi zaman da “berabere” kalırlar, yani benzer ve eşit konumda olabilirler.  Bu ileri veya geri dinler konusunda birkaç örnek ne demek istediğimin daha iyi anlaşılabilmesi için yararlı olabilir.

Devlet ile dinin ayrılması görüşü toplum olarak benimsendiği zaman İsa’nın ilgili sözleri de akla gelmiş, hatırlanmış, keşfedilmiş, yeniden yorumlanmış ve bu sözlerden çok önemli ve kapsamlı bir “laiklik ideolojisi” oluşturulmuştur.

İslam’ın din ile devlet yönetimini ayırmadığı, bir devlet dini veya din devleti olarak güçler ayırımını gözetmediği söylenir. Hristiyanlık’ın ise, tersine - ve İsa’nın “Kayserin (Sezar’ın) şeylerini Keysere ve Allah'ın şeylerini Allaha ödeyin” sözleri hatırlatılarak (4) - devlet ile dini otoritelerini ayırdığı savunulur. Oysa devlet yönetiminin dinin “altında” olmasının gereğinin savunulduğunu ve bunun yüzyıllar boyu uygulandığını Hristiyan dünyada da görüyoruz. 

Hristyanlık’ın en önemli düşünürlerinden Aziz Augustin’in  (354-430) 412-427 yılları arasında yazmış olduğu Tanrının Kenti kitabında Orta Çağ boyunca Papalık’ın sürdürdüğü devlet-din siyasetinin nasıl meşru kıldığını okuyoruz. Bu görüşe göre devlet ve din iki ayrı güçtür ama devletin, dinin altında olması gerekiyor. Bu görüş Kilisenin temel doğması olmuştur. Augustin’e göre Antik Yahudi devleti nasıl bir teokrasi olmuşsa Papalık da aynı biçimde davranmalıdır. Kilisenin bu dogması Reform hareketine kadar sürmüştür. (5)

Bu noktada İsa’ya atfedilen Sezar-Tanrı ayrımı ve farklı iki “otorite” anlamına gelen bu sözleri bir yorum gerektirmektedir. Reform Hareketi’ni doğuran tabii ki İsa’nın bu sözleri değildir. Bu sözler yüzyıllarca biliniyordu ama kimsenin bundan “devlet işlerini dinden ayrı ele almak gerekir” sonucunu çıkarmayı aklına getirmemişti - Kilisenin başı Papa ise tam tersini uygulamıştı. Devlet ile dinin ayrılması görüşü toplum olarak benimsendiği zaman İsa’nın ilgili sözleri de akla gelmiş, hatırlanmış, keşfedilmiş, yeniden yorumlanmış ve bu sözlerden çok önemli ve kapsamlı bir “laiklik ideolojisi” oluşturulmuştur. Bu örnek neden-sonuç konusunda öğreticidir: İnsanlar zamanı geldiğinde gerek duydukları patikalara yönelebilmeleri için sonsuz söz ve ifadeler arasında uygun gördüklerini seçerler, öne çıkarırlar, hatta bir bayrağa veya dogmaya dönüştürürler; aynı zamanda da amaçlarına ters düşen ve onlara yarar sağlamayan sözleri unuturlar veya dikkat etmezler. Tarihçilikte buna “kurgulama” (construction), icat etmek denir; Hobsbawn’un Invention of Tradition kitabını hatırlatırım.   

Günümüzde bazı Müslüman ülkelerde “faiz” ile çalışan bankalar yerine “kâr” dağıtan bankalar var. Malum, İslam’a göre faiz tefecilik sayılmış ve yasaklanmıştır. Hristiyan dünyada bu tür bankalar yoktur. Ama bundan iki din arasında fark vardır sonucu çıkmıyor, “şu an fark vardır” sonucu çıkıyor, çünkü Hristiyanlık da yüzyıllar boyunca faizi tefecilik sayıp (“usury” demiştir) yasak etmişti. Ta ki Kalvin çıkıp 1545 yılında faizin günah olmadığını söyleyene kadar.  

Faizin günah sayılmamasının insanlık tarihinde bir dönüm noktası sayılabileceğini savunan düşünürler var. (6) Çünkü Kilisenin – Batıdaki Papalıktan söz ediyoruz – faiz konusundaki görüşü dinle ilgili tutumunun temeli idi. Kalvin bu faiz konusunu gündeme getirirken çok önemli bir kapıyı da açmıştır. (İnsanın İçtihat Kapısı’nı hatırlamaması güç!) Tawney’e göre Kalvin faiz/tefecilik konusundaki görüşü tartışmaların zeminini değiştirmiştir: Para ve borç verme işlemlerinin belli bir dogmaya göre (inanca göre) değil, Hristiyan dünyanın genel sosyal hayatının bir parçası olarak “mevcut şartlara göre” çözülmesinin gerektiğini savunmuştur. (7)

Günümüzde Müslümanların tutumlarıyla ilgili ve sık dile getirilen başka bir “kötü not” dine yöneltilen eleştiri, sorgulama ve hele hiciv konularında “fazla duyarlı” olduklarıdır.  Oysa “Batı” bu konuda oldukça hoşgörülüdür denmektedir; örneğin, Batı’da İsa ile ilgili her türlü eleştiriyi ve hicvi bulmak olanaklıdır. Oysa İslam dünyası bu konuda farklıdır. Örneğin, 1989 yılında İran’da Ayatollah Khomeini fetva ile Salam Rushdie’yi ölüme mahkum etmiş, 2022 yılında ise bu yazar bir saldırıda bıçaklanmıştır. Nedeni, Salman’ın İslam’ı “rencide etmesidir”. Sudan’da  1985 İslam düşünürü Mahmoud Mohamet Taha ancak iki saat süren bir davadan sonra idam edilmişti. Nedeni, Kuran’ın farklı ve daha çağdaş bir biçimde okunabileceğini söylemiş olması. 

Olaylara böyle bakınca ibre İslam’ın aleyhine dönüyor. Oysa daha geniş bir perspektiften bakınca başka olaylar da görünüyor. Örneğin, Jan Hus ateşte yakılarak idam edilmişti 1415’de, İncil’in farklı bir yorumuna yeltendiği için. Kilise’nin dediklerini tekrarlamadığı için Giordano Bruno da ateşte can vermiştir, 1600 yılında; ve daha niceleri, farklı düşündükleri için.  İngiltere’de 1189 yıllarında Yahudilerin toplu linç edilmeleri var ve bütün Avrupa’yı saran bu tür olaylar. Bu kez ibre öte yana yatıyor. Farklı dönemlere baktığımızda aynı anlayış ve uygulamayı görebiliyoruz. Ve tabii seçmeci bir yöntemle uygun gördüğümüz sonuca varabiliriz. 

Bu tür örnekler çoğaltılabilir. Örneğin, her iki din de rüya konusunda benzer şeyler söyler, ama “Batı’da” rüyaların Tanrı mesajı olduğuna inananların oranı çok daha düşüktür. 8.-10. yüzyıllarda Hristiyan Bizans putperest saydığı Antik Yunan ile ilgilenmezken Arap’lar Antik Yunan’ın metinlerini Arapçaya çevirterek inceliyorlardı. Çünkü o dönemde Abbasi toplumu, Ortaçağ Hristiyan toplumuna göre “ileri” bir aşamadaydı. Bu alanda uzman D. Gutas “Bağdat’ta gerçekleşen Yunanca-Arapça çeviri hareketi insanlık tarihinde yeni bir çağ başlatmıştır. Çeviri hareketini Perikles Atina’sı, İtalyan Rönesansı, veya 16.ve 17. yüzyıl bilimsel devrimiyle aynı kategoride yer aldığını, insanlık tarihi için aynı derecede önemli olduğunu ... düşünüyorum.”  diye yazmıştır. (8)

İslam ortaya çıktığında altı yüzyıl gibi zaman farkı yüzünden Hristiyanlık’a göre daha “çağdaştı”: Örneğin Tanrı’yı artık baba-oğul biçinde görmüyordu; tapınmada putlardan uzak kalınmasını savunuyordu. 10. yüzyılda Hristiyan dünyanın Müslüman dünyadan öğreneceği çok şey vardı.

Yani iki dini karşılaştırınca özleriyle, karakterleriyle, yani değişmez özellikleriyle ilgili temel sayılabilecek iyi-kötü yanları konusunda kesin bir şey söyleyemeyiz. Farklar varsa bunlar “zaman” ile ilgilidir; daha doğrusu toplumların içinde bulundukları “dönemleriyle”. İslam ortaya çıktığında altı yüzyıl gibi zaman farkı yüzünden Hristiyanlık’a göre daha “çağdaştı”: Örneğin Tanrı’yı artık baba-oğul biçinde görmüyordu; tapınmada putlardan uzak kalınmasını savunuyordu. 10. yüzyılda Hristiyan dünyanın Müslüman dünyadan öğreneceği çok şey vardı. O yüzyıllarda iki din belki de “eşitti”! Ama Reform Hareketinden sonra Hristiyan Batı arayı açtı. En önemlisi, kutsal metinleri farklı okumaya başladı: “mevcut şartlara göre”. Böyle bir anlayışa yönelme çok öncelerden başlamış, Luther ve Kalvin gibi düşünürler yeni yorumun sözcüleri olmuştur: toplumun ihtiyaçlarının sözcüleri. Burada işaret edilmesi gereken, bu sözcülerin artık toplum içinde kabul gördükleri, insanların artık ateşe atılmadıklarıdır; daha doğrusu atılamadıklarıdır. 

Oysa son onyıllarda Müslüman “reformcuların” kendi toplumları içinde hâlâ kabul görmediklerini görüyoruz. Örnek olarak Irak’lı Majid Khadduri (1909-2007), Pakistan’lı Fazlur Rahman (1919-1988), Hindistan’lı Asghar Ali Engineer, Hintli/Tanzania’lı Abdulaziz Sachedina (1942-), Pakistanlı Riffat Hassan (1943-) anılabilirler. Kutsal metinlerin “mevcut şartlara göre” çağdaş bir okuyuşunu öneren bu tür düşünürler genellikle Batı’ya sığınma gereğini duymuşlardır. Kendi toplumları bu yenilikçi görüşleri kabul etmeye hazır görünmemektedir. 

Sonuç olarak “gelişme” ve dinle ilgili karşımıza çıkan ve cevabı aranan soru Reform Hareketi’nin neden yalnız Batı Avrupa’da geliştiğidir; neden kutsal metinler Müslüman ülkelerde “mevcut şartlara göre” okunmadığıdır. Sözünü ettiğim Müslüman reformcu düşünürlerin görüşlerinin, değil kabul edilmiyor olması, tartışılması bile neden olanaksız olduğudur. Ve herhalde bu sorunun cevabı dinde değil, toplumsal koşullarda aranması gerekir. Geri kalmış Müslüman bir toplum gördüğümüzde “dini” yermekten çok “toplumu” görmemizin gerektiğini söylemeye çalışıyorum; gelişmiş veya gelişmemiş ama Müslüman olmayan bir ülke gördüğümüzde genellikle yaptığımız gibi.
-----
1. Din merkezli olmayan bir tarihçilik başka ideolojik tuzaklara düşebilir. Örneğin “sınıf merkezli”, “millet merkezli”, “irk merkezli” tarih da olabilir.
2. Nizammeddin Duran, https://www.kitapyurdu.com/kitap/beddiuzzaman-said-nursi-olayi/18182.html). Bu itiraz Şerif Mardin’in İslam’la ilgili yaklaşımınadır.
3. (https://www.isagiastriados.com/index.php/articles/keimena-orthodoksis-theologias-3/2033-einai-i-orthodoksi-ekklisia-thriskeia). Kiliseye bağlı bir sitede Yunanca bir metinden alıntıdır.
4. Lukas’a göre İncil, Bab 20/25. Kitabı Mukaddes.
5. Bkz: Russell, Bertrand. A History of Western Philosophy, New York: Simon and Schuster, 1959, S.362-363. "The State could only be ... submissive towards the Church in all religious matters. This has been the doctrine of the Church ever since. All through the Middle Ages ... Saint Augustine supplied the Western Church with the theoretical justification of its policy.”

B. Russell’e göre Doğu Kilisesi, devletin başında bulunanlar güçlü olduğundan, bu düzeni kuramamıştır, Devlet başı dini de kontrol etmişti. Yani Ceasaropapizm anlayışı farklıdır: din ve devlet güçleri tek elde toplanır ama sivil idare dine göre egemendir. Bkz: https://en.wikipedia.org/wiki/Caesaropapism Bu örnek de din-devlet ilişkilerinin dinin buyruklarından değil, siyasi konjonktüre göre belirlendiğini gösteriyor.
6. Braudel, Fernand. Civilization & Capitalism 15th-18th Century, Cilt 2, The Wheels of Commerce, Fontana Press, 1982, s. 567-568.
7. Tawney, R.H. Religion and the Rıse of Capitalism, A Mentor Book, 1958, s. 95.
8. Gutas, Dimitri. Yunanca Düşünce, Arapça Kültür, İstabul: Kitap yayınevi, 2003, s.20. Özgün metin:  Greek Thought, Arabic Culture, Routledge, 1998.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER