Dikkat! Kadın çıkabilir…
SİYASETVe gelinen nokta kadının sabrının taştığı, erkeğin ise yüzde yüz temsil ve konfor alanının dışına zinhar çıkmak istemediği nokta. Çatışma, kavga, erillik, dişillik meselelerinin karman çorman olduğu bir dönem… Ve yine buz gibi bir gerçek: tamamıyla erkeğin dengeleri bozarak sebep olduğu bir sonuç bu.
Kadın; herhalde bu dünyanın başına gelmiş en güzel şey. Çalışkanlığı, cesareti, üretkenliği, şefkati, bitmeyen gücü, bitmeyen sabrı gibi birçok özelliği sayılabilir. Tabii ki hemcinslerimi tarif ederken tarafsız olmaya da çalışıyorum fakat gerçekler karşısında benim de yapabileceğim pek bir şey yok.
Türkiye ise kadın cinsinin başına gelmiş en korkunç şeylerden biri. Bunu böyle buz gibi “Dan!” diye yazdığım için bana çok kızanlarınız olacaktır ama bilirsiniz lafı dolandırmayı hiç sevmem. Türkiye kadın sevmiyor. Yani “İşine geldiği gibi” seviyor diyelim.
Mesela yıllarca evde eşine ve çocuklarına “Otelcilik hizmeti” veren kadınları çok seviyor. Kadın sabah kahvaltıyı hazırlasın, eşini çocuklarını okuluna yollasın. Gününü evinde, evi ile ilgilenerek geçirsin. Akşama dört çeşit yemek üstüne tatlısını hazır etsin. Bulaşıklar daha kaldırılmadan çay gelsin. Gece malumunuz… Birtakım görevsel hadiseler. Bitmiyor, bitmiyor… Böyle kadını çok seviyoruz.
Bunun bir üst modeli hem evinde ev işlerini layıkı ile yerine getiren hem de çalışıp evine nakit akışı sağlayan kadın. Onu ayrıca seviyoruz, onun yerin kalbimizde başka. Çünkü meziyetlere bakar mısınız, hem evi ile ilgili görevlerini yerine getiriyor hem de çalışıp evinin bütçesine destek sağlıyor. Yani arka planı da çok güçlü. Belli bir akademik eğitim almış, belli ki bir dönem kendi ayakları üstünde de durmuş. Sonrasında dünyaya bir çocuk getirmiş. Onu büyütmüş. Ve bunların hepsini eşzamanlı yapmış. Tabii bu dediğim birtakım kentsel dönüşümlerden sonra kadının geldiği yaşam formu. Bunun bir benzerini kırsalda aynı görevlerini yerine getirirken de görebilirsiniz. Tabii onun farklı kostümleri, farklı bir jargonu, farklı bir iletişim dili olacaktır. Fakat sistem yine aynı: evde çalış, tarlada çalış para kazan. İşte ideal kadın oldun bile.
Ne o anarşist komünistlerin ne de kafatasçı faşistlerin bir problemi olmuş kadınla; aksine hepsi “önce kadın” demiş. Kadına saygı, kadına hürmet komünist kardeşliğinin de faşist erkekliğinin de şanındanmış her zaman. O kırılma: o “Kadına artık bu kadar yüz verdiğimiz yeter.” noktası neresi oldu?
BU DEVRAN VE BU DEVRANIN GİDİŞATLA OLAN İLİŞKİSİ
Peki ne oldu da kadın artık “tehlikeli” bir figür olmaya başladı? “Çok sesi çıkan”, “Yüksek sesle kahkaha atmayacak” denilen bir düşmana dönüştü?
Tarihteki muhtelif Türk Devletlerine baktığımızda, Orta Asya’dan bu yana diyebileceğimiz geniş bir skalada kadının hem toplumdaki hem de devlet işlerindeki yerinin izahatını alan araştırması yöntemi ile bu yazıda aktaracak değilim açıkçası. Bilenler bilmeyenlere anlatsın, merakı olan açıp okusun. Bu yazıyı okumaya kadar gelen bir çevrimiçi serüvende tahmin ederim ki herkes ufak bir araştırma ile “Han” nedir, “Hanım” nedir, “Hatun” nedir araştırıp, gerekli malumatı edinebilir. Konu ile ilgili yeterli fikir sahibi olduğumuzu da varsayarak, kadın ile ilgili zannediyorum bu döneme kadar kimsenin bu kadar net ve sivri köşeli problemlerinin olmadığı da ortada. Bu durumu sağ veya sol ideolojiye ait olmak ile de açıklamaya çalışmak bir tıkanmaya yol açar, çünkü böyle bir argüman da yok tarihe baktığımızda. Ne o anarşist komünistlerin ne de kafatasçı faşistlerin bir problemi olmuş kadınla; aksine hepsi “önce kadın” demiş. Kadına saygı, kadına hürmet komünist kardeşliğinin de faşist erkekliğinin de şanındanmış her zaman.
O kırılma: o “Kadına artık bu kadar yüz verdiğimiz yeter.” noktası neresi oldu? Bu konudaki fikrim yine erkeklerin canını sıkacaktır fakat görüyorum ki bu dönüşüm yine erkeklerin davranış kodları ile sağlandı.
En az mevcutlu ikili ilişkilerimizde dahi bunun sancısını yaşarız aslında. Tam olarak neden bahsediyorum: İlişkilerdeki tahakküm dengesizliği.
Kadın olarak biz yıllarca herhangi bir ayrım gözetmeksizin hem toplumda hem de devlet yönetiminde erkekle eşit düzeyde yer alan ve söz sahibi olmaya alışkın varlıklarız. Bu bizim artık DNA’mıza kodlanmış. Diğer ırkları bilemem fakat Türk Kadınında bu, hayatın olağan akışında çok normal; Olmaması abesle iştigal. Hem toplumda hem devlet yönetiminde hem cephede, hem sokakta var olmuş kadınların genlerine kodlanmış bu savaşma ve hayatta kalma davranışları modern dönemde biraz törpülenmiş veya şekil değiştirmiş olabilir. Olmalıdır da. Fakat yine de o kadınları sabah sokağınıza adım attığınız an her yerde görebilirsiniz: Çocuğunu okula bırakan bir annenin de içinde o savaşçı kodlar vardır, sabahın kör ayazında yola koyulup şehir pazarında tezgahını açan teyzeyi de oraya getiren o DNA’dır. Bir holdingin kadın CEO’sunun da gözlerinde o alevi görürsünüz haftalık toplantısını yaparken. Veya koyunlarını güderken bir ağaç altında ders çalışan akıllı kızımın içindeki o coşkuyu ateşleyen de o kodlardır.
İşte kadın kısmı bu savaşma ve hayatta kalma dürtüsünü tamamen aile olma, yuvasına sahip çıkma, çocuğunu dış tehditlerden koruma ve nihayetinde evine para getirme şeklinde zaten şekillendirmişken erkek dediğimiz kesim kadının içindeki bu savaşçı gücü unutup hep “Daha da.” Dedi. “Daha da biat et.”, “Daha da çalış.”, “Daha da yorul.”, “Daha da çocuk doğur.”, “Daha da evde otur.” Ama geri kalanları da hep elinden almak istedi: “Eğlenmeyi bize bırak.”, “Rahatlamayı bize bırak.”, “Kendini geliştirmeyi bize bırak.”, “Okumayı bize bırak.”, “Akademiyi, orduyu, ticareti, kadroyu, devleti yönetmeyi bize bırak.” Bu süreçte kadının kendi hayat gailesinden dolayı, kendisine uygulanmak istenen bu dengesiz tahakküm ilişkisinin çok da farkında olmadığını söyleyebiliriz. Bu farkında olamayışlık sayesinde erkeğin sınırlarını daha da zorladığı ve nihayetinde bir yerlerde kadının artık “Dur.” Noktasına geldiğini söylemek yanlış olmaz. Ve gelinen nokta kadının sabrının taştığı, erkeğin ise yüzde yüz temsil ve konfor alanının dışına zinhar çıkmak istemediği nokta. Çatışma, kavga, erillik, dişillik meselelerinin karman çorman olduğu bir dönem… Ve yine buz gibi bir gerçek: tamamıyla erkeğin dengeleri bozarak sebep olduğu bir sonuç bu.
Teğmen Ebru Eroğlu’nda gördüğüm de tam olarak aslında buydu. Siz, bu toplumun erilleri olarak tahakkümde dengesizlik konusunda sınırları zorlarsanız orduda, mutfakta, caddede-sokakta, iş yerinde, mecliste, barda, kahvecide, sinemada, okulda, yatakta, trafikte vs. kılıçların çekilmesini de göze alacaksınız.
VE HALİYLE KILIÇLAR ÇEKİLİR
Altında yatan bambaşka sebepler vardır tabii ki: Mustafa Kemal’in askerleri olmamız, FETÖ belasını başımıza musallat etmeleri yetmezmiş gibi bir de şu an orduda layıkı ile görevini yerine getiren teğmenlerimizi FETÖ’cülükle suçlamaları, Anayasamızın-şaşkınlıkla izlediğim şekilde-tartışmaya açılması, eli kanlı terörist başının meclise davet edilmesi gibi majör bir örnekle bitirmek isterim; fakat her kadının olduğu gibi benim de bir kadın olarak başka bir kadının gözlerindeki ateşi doğrudan görme gibi bir yeteneğim var. Teğmen Ebru Eroğlu’nda gördüğüm de tam olarak aslında buydu. Siz, bu toplumun erilleri olarak tahakkümde dengesizlik konusunda sınırları zorlarsanız orduda, mutfakta, caddede-sokakta, iş yerinde, mecliste, barda, kahvecide, sinemada, okulda, yatakta, trafikte vs. kılıçların çekilmesini de göze alacaksınız.
Kadınların sabrını zorlamak hiçbir zaman iyi sonuçlar doğurmamıştır; doğurmayacaktır.
İlginizi Çekebilir