© Yeni Arayış

Diaphone* ya da toplumsal ve siyasal insan.

Felsefeci Hannah Arendt’in dediği gibi, “Totaliter rejimler, halkın iradesini yalnızca yok etmekle kalmaz, aynı zamanda onu yok sayar.” Bu, hukukun ötesine geçen bir müdahaledir; iktidar, kendisini meşrulaştırmak için halkın haklarını rafa kaldırabilir.

Belleğin kordonunun insanın boğazını sıkmasına izin vermek ya da kesmek yurttaşı veya halkı oluşturmak değildir, ayrımcılıktır. Önce yabancılaşmaya, sonra unutmaya neden olur. Bu nedenle güneş ışığının altında birlikte yaşayabildiğimiz kadar insan, kendimizi ve diğerlerini bu temelden hatırlayabildiğimiz kadar da yurttaş oluruz.

“Hades’e inen yol her yerde birdir.”            

Siyaset felsefesinde kısa bir yolculuğa çıktığım bu yazıda düşünürlerin içine işleyen sorunlara verdikleri cevapların çoksesliliğini (diaphonie) duymaya çalıştım. Bu nedenle rehberlerim düşünürler, duraklarım düşünürlerin farklı yollardan vardığı ortak kavramlar oldu. Zamanın akışı içinde üzerine basılan toprak ve tarihsel deneyimler insana, topluma ve devlete bakan açıyı değiştiriyor. Bu durumun gözüme ilişmesine neden olan şey vereceğim üç örnekte de baskın ekonomik faaliyetin ticaret olmasıydı. Fakat Atina polisi, 15. yüzyıl İtalya’sı ve 16. yüzyıl İngiltere’sinde ticaretin niteliği farklılaşmaktaydı. Bunu tetikleyen etkeni anlamak için zamanda biraz geri gittiğimde bu kez insan, yurttaş ve devlet ayrışmasıyla karşılaştım. Bu noktadan itibaren siyaset felsefesi bana tarih içinde düğümlenip duran bir kurdele gibi görünmeye başladı. Düşünürün sorun ettiği olgu da özde aynıydı. Öz bir eskizdi. Önce o güne değin edinilen tecrübelerle boyutlandırılıyordu. Kalemin ucunu sivrilten düşünürün gördüğü sorunlardı. Ortaya çıkan çehreler farklı da olsa kemiklerindeki sızı aslında değişmiyordu. 

Yaşamı ve insanları özden farklılaştıran düğümlere bakarken Montesquieu’nün ayakkabılarını giymeyi denedim. Aslında tarih ve coğrafya etkenlerinin beni bu kadar sarsmasının nedeni kendi cumhuriyet ve demokrasi deneyimim. Toprağın kendi hafızası varmışçasına deneyimlerini fısıldayarak üzerinde yaşayan insanların bakış açısını belirlediğini düşünüyorum, bu düşüncenin vardığı nokta kültürel bellekti. Kültürel bellek kavramının önemi taşıdığı geçmiştedir. Zaman içinde ve sosyal alanda anlam ile ilişkiyi mümkün kılan bağlılık ile yükümlülüklerin oluşturulmasında bellek ve tarihin dayandığı geçmiş kullanılır. Tarih ise bağlayıcı adaletin (iustitia connectiva) eseridir. Bu bağlayıcı adaletin kültürel kurgusundan insanlarda farklı kültür ve tarihi anlamlar somutlaşarak ortak bir emir oluşturur:

Hatırla! Unutma!  

Atina polisini kavramların izafiyetini görebilmek adına, sıçrayışın gerçekleşeceği durağan başlangıç noktası olarak kabul ettim. Atina polisinde yurttaş, insan ve polis adeta bir alaşım halindedir. Kamusal-özel alan ayrımı yoktur, etkinlik polisin kendisine ilişkindir. İnsanın niteliği hem siyasi hem de toplumsaldır. Çünkü onu hayvansal yanlarından sıyıran şey yurttaşlık vasfından ileri gelir. Nitekim özgürlük de polisin içinde cereyan etmektedir. Polisin surlarının ardında tıpkı mitlerdeki gibi kaos vardır. Polis, bizim bildiğimiz anlamıyla devlet, belli bir rejime içkin değildir. En yüksek iyiyi gerçekleştirmek için bünyesindekilerin özgürlüğünü güvende tutar. Aslında polisin surlarını bizleri astarlayan kaslar ve kemiklere benzetmek mümkündür. Organlarımız yurttaşlardır. 

Sokrates’e göre devlet güçlü ve uyumlu bir birlik oldukça tümel mutluluğun cisimleşmiş hali olur. O, uyumu ve gücü ararken poliste tezahür eden tanrısal iradeye bakar. Adil olsun ya da olmasın Atina yurttaşının yasalara uyması gerektiğini vurgularken temel problemin azlık ya da çokluğun değil erdemlilerin yönetimde bulunması olduğunu söylüyordu.

Machiavelli ve Hobbes’un her ikisi de kavramların sesini sivil kargaşa ve çöküşün deneyimine çarptığı sırada duydu. Özgürlük, tarihin boğazında düğümlenmiş acıları yutkunan güvenliğin tok sesinin karşısında bir fısıltıydı. Bu nedenle cevapları geçip giden deneyimlerin darbelerine karşı tepkiseldi.

Erdem ise, adalet (dike) ve utanma (aidos) ile ereğe uygun olmaktı. Aynı arayışın cevabını Platon Devleti’nde filozof kralı thumosu yitirecek şekilde yetiştirmekte; Aristoteles yüce bir amaç olarak siyaseti Politika’sında karma anayasaya dayanan politeiada buldu.

Klasik demokrasi anlayışı olarak Atina polisini durağan nokta ve kaynak olarak kabul etmiştik. Buradan 15.yüzyıla doğru bir sıçrayış yaptığımızda suya düşen bir taşın sebep olduğu dalgalanan ilerlemeyi siyaset felsefesinin içinde de görürüz. Sokrates’in, Aristotales’in ve Platon’un kavramlarının sesleri bu dalgalanma ile diğer çağlara yayıldı. İdealize ettikleri çoğunlukla Atina polisiydi. Ancak deneyimlerine verdikleri cevapların sesi öyle gürdü ki kendi zamanının ve toprağının sorunlarına kulak veren düşünürlerin referansı oldular.

Deneyime yayılan deneyim tıpkı dalgalanmada oluşan çemberler gibi kavramların içeriklerinin genişlemesine ve daralmasına neden oldu. Bir noktadan sonra kavramların içeriklerindeki genişleme ve daralma bir tür girdap oluşturdu ve sorunun ufkunu görmek zorlaştı. İnsanların özgürlük anlayışı artık erdem ve polisin bünyesinde yönetime katılmaya denk düşmüyordu. Mülkiyet hakkıyla çevrelenmiş siyasal haklar Atina polisindeki gibi varlığını doğrudan hakkı kullanın sesiyle duyuran yapıda değildi.

Toplumsal hayatta uyruk edilgen ve öyle de olmalıydı. Zira Machiavelli ve Hobbes’un fikir birliği insanların kendi çıkarları için yaşayan nahoş bir varlık olmasıydı. Devleti insan olarak modellediğimizde uyruk, devletin bünyesindeki bir organdan çok organların gerçekleştirdiği ereği engelleyen bir parazit.

Machiavelli ve Hobbes’un her ikisi de kavramların sesini sivil kargaşa ve çöküşün deneyimine çarptığı sırada duydu. Özgürlük, tarihin boğazında düğümlenmiş acıları yutkunan güvenliğin tok sesinin karşısında bir fısıltıydı. Bu nedenle cevapları geçip giden deneyimlerin darbelerine karşı tepkiseldi. Özellikle Machiavelli’nin duyduğu siyasal kavramlar Roma’nın cumhuriyet krizleri, Ortaçağ’ın sürekli birbirine çarpan iki kılıcı ve kılıçların döktüğü kanın eseri olan Reform ile Rönesans deneyimlerinin üzerinden geçiyordu.

Üstelik o sırada İtalya sürekli iç savaş halindeydi ve istila tehlikesiyle boğuşuyordu. Machiavelli’nin gördüğü kuyruğunu yiyen bir yılandı. Feodalizmin parçalı yönetimi bizzat yılanın dişleriydi. Machiavelli, Cicero’dan ve Roma’nın cumhuriyet deneyimlerinden etkilenmişti. Karma anayasanın sıradan insanları aristokrasiye bağlayan işlevini çekiciydi, üstelik Roma’da sivil kültür askeri ahlaktı. Bu nedenle cumhuriyetten yanaydı.

Cumhuriyetin sivil, ticari ve askeri ilkeleri birleştirerek oluşturduğu biçimi, yazgısının yumuşak dokularını şekillendirerek fırsata çeviren ahlaki değerlerin üzerindeki acımasız prensin sağladığı ahenkle mümkündü. Zira düzeni silahlı peygamber getirebilirdi. Ancak prensin yönetimi düzeni sağlamakla sınırlı olmalıydı, tiranlığa eğilimli doğası vakit yitirmeden cumhuriyetin kurulmasını gerektiriyordu.

Topluluğun ortak yararı bir çatı ise o yararın bir parçası olarak yurttaş çatıyı ayakta tutan kolonlar gibidir. Sıçrayışın artından korumanın kazandığı önem ile uyruk, ortak yarara karar veren ve onu sert aşılmaz duvarlarla çevreleyen egemende hapsolmuştur. Devlet çoğu zaman yurttaş ile başlayıp biten doğal bir varlık değil, yurttaşın üzerinde hatta kimi zaman yurttaşa rağmen var olan yapay bir cisimdir.

Hobbes’a vardığımız noktada güvenlik artık gür sesli olmaktan öte ölüm korkusuyla çığlık atıyor. Bu çığlıkta Eşitlikçilerin radikal çıkışı oldukça etkiliydi. Özellikle hükümete onayın sürekli hale getirilerek tüzel varlıklar ya da temsilcilerin üzerinden değil, çoğunluğun tarafından verilmesi gerektiğini söylediler. Oradaki çoğunluk kavramı Hobbes’un karşı tezinin merkezine oturacaktır. Aslında başta çokluğun onayına dayanan demokrasiyi savunan Hobbes’un yönünü değiştirmesindeki neden çokluk ve siyasi kimlik sorunun birey devlet ilişkisinin aracısız olduğu İngiltere’de yeni bir anlam kazanmasıydı. Bu nedenle Hobbes’un aradığı şey çokluğu herhangi bir siyasi kimlikten yoksun bırakmaktı.

De Cive de itaatin nedeninin koruma olduğunu söyler. Bu işlevin önemini anlamak için doğal duruma bakmak gerekir. Herkesin herkese kurt olduğu doğal durum en temel güdü olan yaşamı sürdürmeye karşı bir tehdittir. İnsanlar aklını kullanarak ölüm korkusuna karşı barışı arayacaktır. Zira adalet ve iyi- kötü ayrımı devletin koyacağı yasalar oluşturur.

Haklar, ancak onu dış etkenlere karşı koruyacak kadar güçlü bir egemenin varlığıyla mümkündür. Bu da barış için doğal haklardan vazgeçmeyi gerektirir. Yani halk barış durumunda kendisinde olan siyasi eylemliliği devretmiştir. Bu devir egemenin taraf olmadığı bir sözleşme ile yapılır. Sivil birliğin somutlaması olarak devlet rakip çıkarlar arasında istikrarsızlık yaratmayan ve ticari seçkinleri koruyacak biçimdedir. Bu nedenle karma anayasa değil erkleri ellerinde tutan mutlak egemenin savunusunu yapıyordu.

Halkı egemenin ta kendisi oluşturur ve çokluğun içkinliği, sözleşmeden itibaren egemenden ayrı bir siyasi kimliğe sahip olmadıkları anlamına gelir. Artık Atina polisindeki insan kavrayışından eser yoktur. Topluluğun ortak yararı bir çatı ise o yararın bir parçası olarak yurttaş çatıyı ayakta tutan kolonlar gibidir. Sıçrayışın artından korumanın kazandığı önem ile uyruk, ortak yarara karar veren ve onu sert aşılmaz duvarlarla çevreleyen egemende hapsolmuştur. Devlet çoğu zaman yurttaş ile başlayıp biten doğal bir varlık değil, yurttaşın üzerinde hatta kimi zaman yurttaşa rağmen var olan yapay bir cisimdir.

İnsanın polis ile yurttaşlık ilişkisi üzerinden değerlendirilmesinden cumhuriyet ve anayasa kavramlarına, filozof kraldan egemene varan bir yolculuk yaptık. Şu ana değin insanı ve yurttaşı tanımlarken onlara daima bir aynadan baktık. Ya bir şeylerden ayrılmasını ya da ebedi olmayan mezarlara gömülür gibi içkin olmasını izledik. Şimdi soruların taşını attığımız durağan noktanın hemen öncesine dönelim. Bu yıl sözlerinden geriye yalnızca kırıntılar kalmış olsa da beni en çok etkileyen filozofa, yaşadığı coğrafya ve toplumla ilişki kurması açısından bir istisna olan Anaksagoras’a dönmek istiyorum.

Anayurdundan sürülmesinin üzerinde kurduğu cümleyi alıntılamamda ki etken de onun bu istisnai bakış açısıdır, göğün altındaki hiçbir şey ayrımcılık vesilesi olamazdı. Bu kavrayış beni kuşbakışı bakmamı sağlayacak bir tepeye, toprağın hatıralarının lisanı olan mitlere götürdü. Vatanın yurttaşı, yurttaşın vatanı oluştururken insanın toprağıyla kurduğu bağı Odysseus’un tüm maceralarında var olan aynı tehlikede aradım: Vatan hatırası silinecek, vatana geri dönüş isteği unutulacaktır. Öyleyse vatanı hatırlamak nedir?

Bunun için  zaman makinesinde ileri gidelim hadi…

Bu direncin, en temel etmenlerinden biri, toplumun kendi kendine yaptığı seçimlerdir. Alışveriş yapmama, medya araçlarını boykot etme ya da güçsüzleşmiş bir finansal yapıyı terk etme gibi eylemler, toplumun iradesinin hala dirildiği ve iktidarın baskısına karşı güçlü bir şekilde durduğu bir gerçeği ortaya koyar.

Ve bir ülkeye!

Bir toplumda hukuk, bir sabah ansızın varlığını yitirebilir mi? Bir gece, egemen bir irade tarafından halkın sesinin silinmesi mümkündür. Bir karar, halkın seçme iradesini yok sayarak bir bütünün gerisini silip atabilir mi?

Felsefeci Hannah Arendt’in dediği gibi, “Totaliter rejimler, halkın iradesini yalnızca yok etmekle kalmaz, aynı zamanda onu yok sayar.” Bu, hukukun ötesine geçen bir müdahaledir; iktidar, kendisini meşrulaştırmak için halkın haklarını rafa kaldırabilir.

İşte, bu sorulara yanıt, tarihsel bir dönüm noktasında verildi. Çünkü burada, iktidarın gücü, hukukun ötesine geçmiştir. Friedrich Nietzsche'nin ifade ettiği gibi, “İktidar her zaman, hakikatle mücadele etmekten gelir.” Bu topraklarda iktidar, hukuktan önce gelir ve gerçeğin kendisini bile şekillendirebilir.Bir toplumda, halkın seçtiği temsilcilerin, yalnızca bir kararnameyle ve zamanın ruhuna uygun bir şekilde, meşruiyetlerinin sıfırlanması; bir insanın, tüm toplumsal yapıyı simgeleyen bir figür olarak silinmesi mümkündür. Fakat bu silme çabası, yalnızca o kişinin varlığını yok etmeye yönelik değildir. Asıl hedef, halkın iradesinin yok edilmesidir. Michel Foucault'nun “İktidar, yalnızca yasayı uygulamakla değil, insanların neyi düşünmesi gerektiğini, nasıl davranması gerektiğini de belirler” sözünde olduğu gibi, iktidar sadece görünür yasalarla değil, halkın düşünsel yapısını da kendi isteği doğrultusunda şekillendirmeye çalışır.

Bu müdahale, yalnızca bireysel bir yok sayma hareketiyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda tüm toplumu hedef alır. Zira halk, öne sürdüğü özgürlük taleplerine, belirli bir noktada karşı durulamayacak bir şekilde sahip çıkar. Baskının doğurduğu sessizlik, her an bir başka sesle yer değiştirebilir. “Sessizliğin içindeki isyan, halkın fark etmeden yarattığı bir güçtür” der Albert Camus. Yalnızca bireylerin değil, kolektif bir iradenin, kitlelerin de bu baskılara karşı bir duruş sergilemesi kaçınılmazdır. Bu direniş, tarihsel olarak daha önce yaşanmış örnekleriyle de kanıtlanmış bir gerçektir. Çünkü tüm baskılar, bir halkın direncini yok edemez. Direniş, halkın varlık gösterdiği her durumda yeniden doğar.

Ve işte bu direncin, en temel etmenlerinden biri, toplumun kendi kendine yaptığı seçimlerdir. Alışveriş yapmama, medya araçlarını boykot etme ya da güçsüzleşmiş bir finansal yapıyı terk etme gibi eylemler, toplumun iradesinin hala dirildiği ve iktidarın baskısına karşı güçlü bir şekilde durduğu bir gerçeği ortaya koyar. Bu noktada Jean-Paul Sartre’ın “Özgürlük, neyi seçmek isterseniz seçmektir” sözleri devreye girer. Çünkü burada, irade sadece bir ses ya da bir kişiyle sınırlı değildir. O irade, bir halkın sesinden, bir toplumun ruhundan yükselir.

Sonuçta, her devrim, her özgürlük mücadelesi, yalnızca bireysel bir hak arayışından değil, kolektif bir yapının tüm toplumda varlık gösterme çabasından ibarettir. Bu mücadele, her zaman yeni bir doğuşu, yeni bir başlangıcı simgeler. Her büyük toplumsal hareket, bir Hegelci diyalektik gibi, kendisini var eden gerilimlerden doğar ve her zaman yeniden evrilir. Çünkü iktidar, bir gecede silinebilir; ancak halkın iradesi, zorlansa da yok edilemez.

İnsanların dünyasında olmak, güneş ışığı altında canlı kalmak demektir; bir arada yaşamak, hem kendini hem de diğerlerini hatırlamak demektir. Aslında toprakla kurduğumuz ilişkide hatıralar bizlerin göbek bağıdır. Toprağı vatan yapan ise üzerinde özgürce yaşayıp hatıratlar oluşturan yurttaşların varlığıdır. Belleğin kordonunun insanın boğazını sıkmasına izin vermek ya da kesmek yurttaşı veya halkı oluşturmak değildir, ayrımcılıktır. Önce yabancılaşmaya, sonra unutmaya neden olur. Bu nedenle güneş ışığının altında birlikte yaşayabildiğimiz kadar insan, kendimizi ve diğerlerini bu temelden hatırlayabildiğimiz kadar da yurttaş oluruz.

Diaphonie: Yunan edebiyatında birbiriyle çelişen uyumsuz eserlerin çoksesliliğinin oluşturduğu mutlak gelenek. 

----

Kaynakça:

Vernant, Jean-Pierre. Torunuma Yunan Mitleri, Trc. Mehmet Emin Özcan. İstanbul: Helikopter Yayınları, 2018.

Meiksins Wood, Ellen. Özgürlük ve Mülkiyet. Trc. Oya Köymen. İstanbul: Yordam Kitap, 2016.

Assman, Jan. Kültürel Bellek. Trc. Ayşe Tekin. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2018.

Batı’da Siyasal Düşünceler. İstanbul: İletişim Yayınları, 2018.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER