© Yeni Arayış

Devlet sorunu/Devlet tuzağı

Devlet sorunu/Devlet tuzağı

Dün CHP’nin yaşadığını, bugün AK Parti yaşıyor. Devlet tuzağına düşmüş AK Parti ile devletin dışına atılmasından sonra son dönemde yaşadığı değişimle halkla/milletle bütünleşerek birinci parti konumuna gelmiş CHP’yi bir bu noktadan da düşünmeliyiz.  Türkiye siyasi tarihinin süreklilik gösteren en önemli ve birincil boyutunun devletin ülke yönetimindeki kritik yeri olduğunu bugün bir kere daha anlıyoruz.  Kuruluşundan bugüne; imparatorluktan ulus devlete geçişden bugüne; Eski Türkiye’den Yeni Türkiye retoriğine geçiş içinde, ve Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı mı, Türkiye Yüzyılı tartışmasında, her ne kadar önemli kırılma noktaları olmasına rağmen, devletin ülke yönetimindeki kritik yeri ana ve değişmeyen süreklilik noktasını oluşturuyor.  Yüzyıllık siyasi tarihimiz içinde önemli kırılma noktaları olan yaşadığımız:  1923’de Cumhuriyetin ilanı ve “Ulus-Devlet temelli Yönetime” geçiş;  1950’de çok partili “Parlamenter Demokrasiye” geçiş;  1980’de “Küreselleşmeye” geçiş;  2000’de “Avrupa Birliği ve Avrupalılaşma”ya geçiş; ve  2014’den bugüne yaşanan “Demokrasiden Otoriterleşmeye Sapma ve Rekabetçi Otoriterlik”dönemi içinde değişmeyen nokta, devlet sorunu/devlet tuzağı olarak düşünebileceğimiz süreklilik unsuru oldu.  Bu durum, atanmışların seçilmişlerden daha güçlü olduğu 1945-2011 arasında yaşadığımız “askeri ve bürokratik vesayet” döneminde de, 2011’den bugüne hızla ve derinleşerek yaşadığımız ülke yönetiminde atanmışların seçilmişlere siyasi olarak bağlandığı “post-vesayet dönemi”nde de devam etmektedir. Devletin yeri ve devlet alanı, Türkiye siyasi tarihinde değişmeyen “süreklilik unsuru”nu yaratmıştır. Bu durum, iktidarın tün “Yeni” ya da “Yeni Yüzyıl” retoriğine rağmen devam etmektedir. Hatta ve dahası, bu durum, devletin süreklilik unsuru olması, seçilmişlerin atanmışları kendilerine bağladıkları post-vesayet döneminde artarak ve çok daha sorunlu olarak devam etmiştir. 

POST-VESAYET DÖNEMİ

15 Temmuz darbe girişimi ve önceki darbeler de, devletin ülke yönetimindeki kritik yeri için yapıldı.  Bu bağlamda şu noktayı vurgulayalım: devletin yeri ve devlet alanı, Türkiye siyasi tarihinde değişmeyen “süreklilik unsuru”nu yaratmıştır. Bu durum, iktidarın tün “Yeni” ya da “Yeni Yüzyıl” retoriğine rağmen devam etmektedir.  Hatta ve dahası, bu durum, devletin süreklilik unsuru olması, seçilmişlerin atanmışları kendilerine bağladıkları post-vesayet döneminde artarak ve çok daha sorunlu olarak devam etmiştir.  Bugün geldiği yapısı içinde, tüm denge ve denetleme sistemini yok eden ve yürütmeyi tek başına denetimsiz güç ve karar verme odağı yapan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, devletin yeri ile yürütme organını bütünleştirme işlevi görmektedir.  Bu nedenle şu noktayı da vurgulamamız lazım: siyasi tarihimizin yüzyılı içinde ve bugün devletin yerinin süreklilik unsuru olması, gerek vesayetten post vesayete geçiş, gerek parlamenter sistemden cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş, gerekse de 1980’den beri yaşadığımız küreselleşme ve avrupalılaşma süreçleriyle, farklı dinamikler, farklı anlayışlar, farklı boyutlar ve farklı aktörler içinde devam etmiştir. Devletin ülke yönetimindeki yerinin değişmeyen süreklilik unsuru olmasını, değişmeyen ve durağan bir nitelikte devam eden bir anlayış içinde değil; aksine, kendi içinde dinamik, yeniden yapılanmaya ve şekillenmeye açık bir süreklilik anlayışı içinde düşünmeliyiz. Bu noktanın, yazının sonunda geleceğim, siyasi tarihimizde seçimlerin ve seçim kazanmanın güç için kritik önemiyle ilişkisini de altını çizerek vurgulamalıyız. Niye, siyaset ve ülke yönetimi her zaman kısa dönem süren reformcu ve demokrasi meyilli belli zaman aralıklarından sonra devlet-merkezci anlayışa kırılgan hale geliyor? Bunun nedeninin, imparatorluktan ulus devlete geçişten bugüne, Türkiye siyasi tarihinde devlete sahip olmanın devlet yönetimden güç ve iktidar bağlamında daha iştah kabartıcı olmasından ve bu nedenle tercih edilmesiyle ilişki olduğunu düşünüyorum. 

DEVLETE SAHİP OLMAK MI, DEVLETİ YÖNETMEK Mİ?

Peki, devletin yeri niye kendi içinde dinamik bir süreklilik unsuru oluyor? Niye, siyaset ve ülke yönetimi her zaman kısa dönem süren reformcu ve demokrasi meyilli belli zaman aralıklarından sonra devlet-merkezci anlayışa kırılgan hale geliyor? Bunun nedeninin, imparatorluktan ulus devlete geçişten bugüne, Türkiye siyasi tarihinde devlete sahip olmanın devlet yönetimden güç ve iktidar bağlamında daha iştah kabartıcı olmasından ve bu nedenle tercih edilmesiyle ilişki olduğunu düşünüyorum.  Hem devletin yarattığı iktidar alanına ve mali, idari ve siyasi olarak sunduğu güç kaynaklarına sahip olmak, hem de böylece güçler ayrımı, yargının bağımsızlığı, yerel yönetimin güçlendirilmesi ve eşit vatandaşlık ilkelerini içeren “denge ve denetleme sistemi”nden kaçmak yönetimde olan aktörler için o kadar iştah kabartıcı oluyor ki, tercihlerini yönetmek yerine sahip olmak üzerine yapıyorlar.  Devlete sahip oldukları zaman iktidarlarını daha güçlendireceklerini ve devam ettireceklerini düşünüyorlar.  Darbeler ya da darbe girişimleri bunu için yapılmıyor mu? Tüm yönetim kurumlarını siyasi olarak yürütme erkine bağlamak bu tercihin bir tezahürü değil mi? Post-vesayet döneminde ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrası devlet güvenliği ve bakası temelinde geçilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin, darbelerden hiç ders almadığını gösteren bugün geldiği duruma devlete sahip olma tercihinin neden olduğunu görüyoruz.  Yoksa: önemli bir devlet kurumu olan Polis Özel Harekat Başkanın 15 Temmuz günü Cumhur İttifakı ortağı olan bir siyasi partinin başkanının elini öpmesi mümkün olabilir miydi? Ya da, yeni yönetim sistemi, “tek kişilik yürütme” olarak tanımlanabilir miydi? Başta Merkez Bankası olmak üzere, önemli yönetim kurumlarının bağımsızlığı yok olabilir miydi? Anayasa Mahkemesi kararlarına alt mahkemelerin uymaması mümkün olabilir miydi? Sinan Ateş ve diğer kritik davaların siyasileşmesi bu tercihle ilişkili ortaya çıkmıyor mu? Bu örnekleri biliyoruz ve uzatabiliriz: değişmeyen nokta, hepsinin altında devlet yönetmek değil, devlete sahip olmak tercihi var.  Yüzyıllık siyasi tarihimiz gösteriyor ki: devlet sahip olma tercihinin siyasi maliyeti, halktan/milletten kopmak, kibre ve çıkara yenilmek, yolsuzluktan hukuksuzluğa kadar sorunlar girdabına savrulmak ve sonunda seçimleri kaybetme noktasına gelmek oluyor.  Devleti yönetmek değil, fakat sahip olmak tercihini yaptığınız zaman, siyasi maliyet olarak seçimleri kaybetmek riskiyle karşılaşıyorsunuz. 

DEVLET TUZAĞI VE SEÇİM KAYBETME RİSKİ

Bu durum niye sadece bir sorun değil, aynı zamanda “devlet tuzağı”nı da yaratıyor? Çünkü, yüzyıllık siyasi tarihimiz gösteriyor ki: devlet sahip olma tercihinin siyasi maliyeti, halktan/milletten kopmak, kibre ve çıkara yenilmek, yolsuzluktan hukuksuzluğa kadar sorunlar girdabına savrulmak ve sonunda seçimleri kaybetme noktasına gelmek oluyor.  Devleti yönetmek değil, fakat sahip olmak tercihini yaptığınız zaman, siyasi maliyet olarak seçimleri kaybetmek riskiyle karşılaşıyorsunuz.  CHP’in uzun vesayet döneminde seçim kazanmamasının; 22 yıllık iktidardan sonra özellikle 2018’den bugüne AK Parti’nin oylarının erimesinin ve bu erimenin devam etme riskini; ve bugün devletin dışında kalan ve oylarını giderek artarak birinci parti konumuna gelen CHP’nin, hepsinin gerisinde belirleyici bir nokta olarak devlet tuzağı olduğunu söyleyebiliriz. Hepsi de, devlete sahip olma tercihinin halktan/milletten kopma ve seçim kaybetme ile sonuçlanmasın tezahürleri. Dün CHP’nin yaşadığını, bugün AK Parti yaşıyor. Devlet tuzağına düşmüş AK Parti ile devletin dışına atılmasından sonra son dönemde yaşadığı değişimle halkla/milletle bütünleşerek birinci parti konumuna gelmiş CHP’yi bir bu noktadan da düşünmeliyiz.  Tabi ki, Cumhur İttifakı ortağı MHP ve lideri Devlet Bahçeli’nin gücüne ve eski İYİ Parti lideri Meral Akşener’in bugün geldiği konuma da, devletin yönetimdeki kritik yeri-süreklilik ilişki içinde yaklaşabiliriz.  Bu süreklilik ilişkisi kırılmadan da, Türkiye’nin demokrasiye sürdürebilir anlamda geçemeyeceğini de.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER