‘Demokrasiperestlik’ olarak kimlik meselesi
SİYASET‘Demokrasiperestlik’ olarak kimlik meselesi
TİKEL OLANIN İÇİNDE TEKİL OLANIN ERİMESİ
Daha beteri, bu “özcülük” mantığı, son tahlilde, ikili karşıtlıkları gündeme getireceği için, anti-demokratik tutum ve davranışları teşvik edebilir (Söz konusu ikili karşıtlıkların ne olduğunu, bunları çok uzun süredir tecrübe etmiş bir toplum olduğumuzdan, hatırlatmaya bile gerek yoktur herhalde. Ama, söz konusu karşıtlıkların toplumu bazen potansiyel olarak, bazen de fiilen dost-düşman kutuplaşmasına kadar ittiği hiç unutulmamalıdır). Kimlik (ler)i, demokrasiyi önceleyen bir mesele olarak görmenin, bir başka çok önemli sonucu da şudur: Tikel olan içinde tekil (singular, münferid) olanın erimesi. Bu durumda, mesela, “ben şu kimliğe sahibim” deme hakkı karşısında; bu tanımlanan anlamda “ben öyle bir kimlik sahibi olarak kendimi görmüyorum” deme özgürlüğü ne olacaktır? Bu özgürlüğü kullanmak isteyen kimlik sahiplerini nereye oturtacağız? Bir insanın herhangi bir kimliği sahiplenmesi, aslında yukarıda bahsedilen ikili karşıtlıklar doğrultusunda bir ayrışmanın kaçınılmaz olacağını kendiliğinden ortaya çıkarır. Çünkü, özsel bir kimlik tanımı, beraberinde kategorileştirmeyi getirir ve neticede en hafifinden “biz”-“onlar”, en ağırından ise "dost"-"düşman" ayırımını kaçınılmaz kılar. Bu ise demokrasinin bel kemiği olan eleştiri/muhalefet/sorgulama hakkını/özgürlüğünü daha baştan tahrip eder. Hal böyleyse, yapılacak şey, filozof Max Stirner (1806-1856)’den esinlenerek, her hâlükârda “kendilik”(owness) denen bir tutumun demokrasi için daha hayırlı olacağında ısrar etmektir: Kendime şu ya da bu kimliği biçmiş olayım, bana dayatılanın, dolayısıyla tanımlananın dışında kendimi tanımlama ve herhangi bir varolma formülasyonunu ileri sürme özgürlüğünde ısrar etmek! Bu noktada ileri süreceğim iddia, demokrasinin, her şeyden önce, aktif eşitlik ve tekillik gibi iki kaide üzerinde dikildiği bir "şey" olduğudur. Dolayısıyla, demokratikleşmeden bahsetmeye başlamamızın, kimlik etrafında dönüp durmaktan daha çok, eşitlik ve tekillik konusunda somut adımlar atmamızla mümkün hale geleceğidir.DEMOKRASİ: AKTİF EŞİTLİK VE TEKİLLİK
Demokrasiyi ontolojik olarak inşa etmek, onu büyülü bir kavram gibi görmekten, yani demokrasiperestlikten bambaşka bir şeydir. En önemli demokrasi teorisyenlerinden Giovanni Sartori'nin belirttiği gibi, "Demokrasi saydam bir sözcüktür, yani, sözcüğün anlamı, dildeki ilk anlamına kolaylıkla bağlanabilmektedir. Bu yüzden demokrasiyi sözcük anlamına göre tanımlamak çok kolaydır. Nitekim sözcük anlamına göre demokrasi 'halk iktidarı', iktidarın halka ait olması demektir... [Buna karşılık] sorun yalnızca sözcüğün ne anlama geldiğinden ibaret değildir. Ayrıca o şeyin nasıl bir şey olduğu ile de ilgilidir." Bu noktada ileri süreceğim iddia, demokrasinin, her şeyden önce, aktif eşitlik ve tekillik gibi iki kaide üzerinde dikildiği bir "şey" olduğudur. Dolayısıyla, demokratikleşmeden bahsetmeye başlamamızın, kimlik etrafında dönüp durmaktan daha çok, eşitlik ve tekillik konusunda somut adımlar atmamızla mümkün hale geleceğidir. “Tekillik” ten ne kastedildiğini belirttim. Bundan muradım, kendi dünyasının dışında bir şeyle ilgilenmeyen birey olmadığını ve tekilliğin var olabilmesinin olmazsa olmaz koşulunun, “aktif eşitlik” olduğunu da eklemeliyim. “Aktif eşitlik” ten anladığım ise; kendi olarak (yani tekilliğinden vazgeçmeyerek) insanların taleplerini dile getirme ve gerçekleştirme olanaklarına sahip olmalarıdır. Bu bağlamda, onlar adına konuşarak, onlar adına hareket ederek herhangi bir politikalar demeti önermek; talep sahibi gerçek ve asıl muhatabı dışlayıcıdır ve son tahlilde eşitliği “pasif” bir mertebede görmeye muadildir. Aktif eşitlik ve tekillik, her şeyden önce, yeni bir etik anlayışını da davet eder. Bu noktada ise çağdaş Fransız filozof Alain Badiou'nün düşünceleri yol gösterici mahiyettedir. Badiou'ye göre etik, günümüzün postmodern dünyasında Öteki'ne ve/ya Farklılık'a fazla vurgu yapan bir retorikle ön plana çıkmış ve bunu neo-liberal iktidar kurumlarıyla işbirliği içinde (hem meşruluğunu onlardan alarak, hem dönüp onları yeniden meşrulaştırarak) gerçekleştirmiştir. Oysa, Badiou, farklılığın zaten doğal olduğunu, dolayısıyla yadsınamayacağını vurgulayarak; esas olanın herkes için aynı kabul ettiğimiz evrensel hakikati dikkate alan bir (yeni) etik anlayış geliştirmemiz gerektiğine dikkat çeker. Bunun için de, Badiou, insanı âciz, yaralanmaya açık bir kurban mertebesinde gören anlayışı terk etmemizi; ortaya bir "İyi" anlayışı koymadan "Kötü"nün apaçık bir şeymiş gibi telâkkisinden vazgeçmemizi vurgular. Badiou'nün bu görüşü, kimlik meselesi-demokrasi ilişkisi eksenine oturtulduğunda herhalde açıktır ki; a. demokrasiyi kimlik tanınması talebine indirgemek, esasında, o talepte bulunanları "âciz, yaralanmaya açık bir kurbana" muadil görmekle baştan malûldür; b. tanınma talebi bir egemeni varsaydığından, ortaya konulabilecek bir "İyi" anlayışından vazgeçilerek, egemen ile özdeş görülen bir "Kötü" yü ve o "Kötü" etrafında yapılacak tartışmaları geleceğin inşasında başlangıç noktası kabul etmektir. Vurgulamak, gerekir ki, her iki durum da, toplumda kimlikler arasında bir hiyerarşi telâkkisi doğuracağından ve her kesim için bir kimlik narsisizmi yaratacağından, son tahlilde, demokrasi için vaitkâr sayılamaz. Buraya kadar söylenenler, ne kimlik meselesinin, ne de farklılığın değersiz olduğunu imâ eder. Ontolojik olarak demokratik ethosu demokrasiperestlikten ayırt edilmesini önemseyen bir yazıda zaten böyle bir şey aramak nafiledir. Ancak, demokrasiyi ve demokratikleşmeyi bu kadar önemsediğimiz tarihsel bir anda bazı kavramların ve değerlerin özselleştirilmesinin ve mutlaklaştırılmasının demokrasiden sapma olasılıklarını da kendi içlerinde taşıdıklarına mutlaka dikkat etmemiz gerekir.İlginizi Çekebilir