© Yeni Arayış

‘Demokrasi sosyal’ ve ‘ilk insan’

1950 sonrasında Türkiye’yi ekonomik açıdan sağ iktidarlar dönüştürdü. Fakat o dönüştürümün ne kadar eksik olduğunu Türkiye şimdi yeni yeni anlıyor. Sadece Türkiye değil, dünya da neo-liberal ekonominin 45. Yılında. Berlin Duvarı 1959 yılında yapıldı. Bu Soğuk Savaşın fiilen başlamasıydı.

Hasan Bülent Kahraman 1950 sonrası Türkiye’deki dönüşümü ele alırken bu süreçteki önemli bir eksikliğe bize hatırlatıyor. Kahraman o eksikliğin; “Solun, sosyal demokrasinin üstlendiği toplumsal talep mekanizmasının devre dışı kalması’yla birlikte kalkınma ve büyüme politikalarının ne kadar ‘insansızlaştırıldığı’dır. O kadar ki, ekonomi konuşurken toplumu, toplumu konuşurken insanı yok sayacak kadar garip, ürkütücü, irkiltici bir noktaya geldik.” olduğu tespitini yapıyor.

1950 sonrasında Türkiye’yi ekonomik açıdan sağ iktidarlar dönüştürdü. Fakat o dönüştürümün ne kadar eksik olduğunu Türkiye şimdi yeni yeni anlıyor.

Sadece Türkiye değil, dünya da neo-liberal ekonominin 45. Yılında. Berlin Duvarı 1959 yılında yapıldı. Bu Soğuk Savaşın fiilen başlamasıydı. O cesamette bir ideoloji 1989 yılında, 30 yıl sonra, 30 yıl içinde çöktü. Neo-liberal ekonomi devam ediyor ve belli ki, daha uzun süre devam edecek. İki sonucu oldu bu ideolojinin, hatta üç, hatta dört. Birincisi, bu ekonomik model asla liberalizm kavramıyla aynı değildir. Ondan tamamen farklıdır. İkincisi, neo-liberal ekonomiyi Yeni Sağ politikalardan ayrı düşünmek olanaksızdır ve meselenin bam telinini çok ihmal edilen bu olgu meydana getirir. Üç, neo-liberal ekonomiler bugün dokunulmaz değildir, şiddetle eleştirilmektedir. Fakat işin ilginç yanı, eleştiriyi radikal sağın yapmasıdır. Başlangıçta solun getirdiği eleştiri o ideolojinin, her türden sol yaklaşımın zaman içinde Yeni Sağ marifetiyle eritilince, eleştiri Radikal Sağa düştü. Klasik Faşizmin tüm unsurlarını içerecek şekilde popülizmle bütünleşen Radikal Sağ şimdi neo-liberal ekonomiyi ırkçı, faşizan bir söylemle eleştiriyor. Dördüncüsü, eğer bugün Radikal Sağın, ırkçılığın, popülist, faşizan söylemin ve uygulamanın yayılmasından, demokrasinin gerilemesinden, otoriter yönetimlerin yükselmesinden yakınıyorsak nedeni, bütün bunların ‘muhasalası’ olarak, neo-liberal ekonomilerdir. 

Türkiye bu ‘Faraday kafesini’ olanca şiddetiyle yaşadı, yaşıyor. İyi günleri de oldu Türkiye’nin kötü günleri de. Ama 1980 sonrasının tarihini şu dört maddeden bağımsız düşünmek olanaksızdır. Geldiğimiz noktada ise ağır bir kriz tablosuyla karşı karşıyayız. Türkiye, bu yazıda yer yer değineceğim üzere, büyük bir ülkedir. Beğenip beğenmeyeceğimiz bir unsur olarak değil, bir fiili gerçek olarak karşımızda duran sonuç, Türkiye’nin şu kadar ülke arasında ilk 20’de yer almasıdır. Ama bu gerçek toplumsal mutluluk ve tatmin açısından yeterli olmuyor. 

Karşımızda duran olumsuz sonucun nedeni Türkiye’nin kaynaklarını büyük altyapısını kurmak için harcaması mıdır, bilemem. Kuşkusuz önemli bir gerekçeden söz ediyorum ama daha fazlası da var. Onların başında, Türkiye’nin dünyaya örnek teşkil eden 1908 ve 1923 devrimlerinden sonra yani modern siyaset döneminde asla gerçek anlamda bir demokrasiyle bütünleşmemesidir. Bu süre zarfında Türkiye, daima devletin olağanüstü etkili, baskıcı olduğu bir tarihi yaşamıştır.

Türkiye’de çeşitli çevrelerin zaman zaman gündeme gelen liberal denemeleri desteklemesinin nedeni bu devlet baskısının bir nebze olsun geriletilmesine duyduğu heves veya özlemdir. Yine de olmamıştır. Türkiye, neo-liberal modele geçerken de çok yazıp söylediğim gibi, liberalizmi değil, neo-liberal düzeni ve zamanla otoriter bir sağ modele evrilecek Yeni Sağ politikaları benimsemiştir. 

Kısacası, bugün doğru işler de yapmış ama demokratik ve sosyal planda çok ağır sorunlarla yüklü bir Türkiye var karşımızda. Ben de bu yazıda mevcut durumu yaratan koşulları ve aşılabilmesinin nedenlerini kısmen (yakın) tarihsel bir çerçevede ele almak istiyorum.

Türkiye, Thatcher’dan sonra o kararları alan ikinci ülkeydi. Hatta paketin bazı unsurlarını Avrupa, Türkiye’den çok sonra uyguladı. Her zaman söylediğim gibi, Türkiye’nin dünyayı takip ettiği, taklit ettiği tamamen yanlış, cahilane bir görüştür. 16. Yüzyıldan bu yana dünya Türkiye’yi takip etmiştir. Gerçek bugün de böyledir.

Neo-liberalizme giden Türkiye’nin öyküsünü tersten okumak...

Biraz şaşırtıcı olacak ama ben lisans düzeyinde inşaat mühendisliği ve matematik okuduysam da akademik hayatıma (asla ‘kariyerime’ değil) iktisatçı olarak başladım. Daha önce Prof. Mete Tunçay’ın T.C.’de Tek Parti Yönetiminin Kuruluşu adlı muhteşem kitabın 40. yılı için yazdığım yazıda, (Toplumsal Tarih dergisi, No. 343, Temmuz 2022) o yılları, 1980’lerin başını bizatihi kendi serüvenimin içinden anlattım. 

Evet, 1980’lerin başındaydık ve Türkiye çok ciddi bir dönemeci 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte almıştı. 1933’te adı konarak başlatılan, geleneksel CHP’nin Altı Ok’undan biri olan ‘devletçilik’, Demirel-Özal ikilisinin hamlesiyle geride bırakılmıştı. Türkiye, Thatcher’ın temelini attığı, Chicago Boys’un kuramsal çerçevesini çizdiği ‘piyasa ekonomisi’ne, o zamanki deyimle ‘serbest piyasa ekonomisine’ geçiyordu. İlgililer piyasa ekonomisi demeye devam ettiler ama kavram hemen neo-liberal ekonomi kavramıyla özdeşleşmişti. 

Konunun iki yönü vardı. Birincisi, 1980 darbesinin ertesinde Demirel’e yasak gelince ve Özal 1983’te siyasete atılınca 24 Ocak kararlarının ‘sahipliği’ konusunda bir tartışma çıktı. Özal, Demirel’in 1979 kabinesinde, Başbakanlık Müsteşarı olarak tüm ekonomi bürokrasisinin başına getirilmişti. Kararların sahibi benim diyordu. Doğrudur, 1965-1971 arasında DPT Müsteşarı olan Özal, ‘abisi’ bu defa da Başbakanlık görevine getirildiğinde ona bir mektup yazmış ve 24 Ocak kararlarının özünü anlatmıştı. Görev istiyordu. O görev de kendisine verilmişti. (Demirel’in 24 Ocak kararlarını sahiplenmesi karşısında Özal’a verdiği cevabı da yazayım, ‘bu durumda’ demişti Demirel, ‘madem kararlar Başbakanlara değil Müsteşarlara aittir, şimdi Başbakan Özal’ın tüm kararlarının da Müsteşarına ait olduğunu mu varsayacağız?’ Özal hiçbir şey söyleyememişti.) 

Hikâye böyle, ama kim inanır? Ecevit’in 5 Ocak 1978- 12 Kasım 1979 arasındaki iktidarında Türkiye Soğuk Savaşın en şiddetli tesiri altındaydı. Ecevit ve çevresi uluslararası kapitalist sistem ve Türkiye’deki sermaye çevreleri tarafından ‘komünist’ olarak görülüyordu. Devrilmesini sağlamak için o ‘dış mihraklar’ yani Batı banka ve finans çevreleri önce para kaynaklarını kuruttu. Türkiye beş kuruş temin edemez hale geldi. İstanbul burjuvazisi de kendisine verilen görev doğrultusunda adım adım üretimi kesti. Filmlere konu olacak şekilde, akaryakıttan (sözcüğü bizzat Ecevit türetmiştir), gazyağından Sana yağına kadar hiçbir şeyin bulunmadığı ‘piyasa’ böylelikle ortaya çıkmıştır.

‘Korku’ çok yanlış değildi. Ecevit’in bu kabinesi ve dönemin CHP’si tam manasıyla Türkiye’deki radikal, eylemli sol çevrelerin tesiri ve denetimi altındaydı. 1977 sonrasında CHP o çevrelerle organik ilişkiler kurmuştu. İşçi örgütleri, öğrenci örgütleri, memur örgütleri Ecevit’i tepeden tırnağa kontrol etmekteydi. Ecevit, CHP’yi Sosyalist Enternasyonal’e taşımış, buna mukabil Demirel’in ‘ben milliyetçiyim’ tepkisiyle karşılaşmıştı. Yetmediği gibi, 12 Eylül öncesinde Ecevit’i devirmek maksadıyla Özal Harp Dairesi devreye sokulmuş, MHP kontrolündeki sağ silahlı örgütlenme her gün sokaklarda 10 kişinin öldürülmesine yol açacak şekilde eyleme sürüklenmişti. (Attilâ İlhan ‘Korkunun Krallığı’ şiirini boşuna yazmamıştır. Aynı adı taşıyan kitabındaki tüm şiirler o ölüm günlerinin tutanağı gibidir.) 

Demirel, o dönemde, İstanbul burjuvazisi ile tam bir tümleşik ilişki içindedir. Dileyen, Vehbi Koç’un Can Dündar tarafından hazırlanan anılarına/günlüklerine baksın ve nasıl bir Demirel portresi çizildiğini görsün. Demirel her kesim için ‘güvenli liman’ konumuna gelmişti. Siyasal pragmatizmi, müthiş icra gücü ile Demirel, iktidarın teslim edileceği kişi olarak seçilmişti. Hakçası, o da ‘korkunç’ bir muhalefet sürdürmekte, yeri göğü birbirine katmaktaydı. İktidara geleceği kesindi. Nitekim 14 Ekim 1979 günü yapılan ara seçimleri silip süpürerek kazanınca, kendisini 24 Ocak kararlarına ve 12 Eylül darbesine taşıyacak son kabinesini kurma olanağını elde etti.

Özal, o dönemde Sabancı Holding’in Genel Koordinatörlük görevinden ayrılmış, MESS’i (Metal Sanayicileri Sendikası) yönetiyordu. Düşünün ki, milyonlarca insan sokaklarda MESS’i o tarihin anti-demokratik hukuk bürokrasisi olan DGM’lerle (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) bir tutuyor, ‘DGM’yi kapattık sıra MESS’te’ diye bağırıyordu ve Özal o kurumun başındaydı. İşveren sendikalarının başında olarak Özal ne yapacaktı? Saatlik çalışma ücretlerinin ‘artması’ için çareler mi düşünecekti? 

Özal, orada, 24 Ocak kararlarını hazırlıyordu. TÜSİAD’la işbirliği ve eşgüdüm içinde ‘piyasa ekonomisi’ne geçişin planlaması halindeydi. Yıllar yılı Demirel’le abi-kardeş olarak çalışmış Özal, 1977 seçimlerinde Demirel’den beklediği daveti göremeyince MSP’den (Erbakan’ın Milli Selamet Partisi) aday olarak o ilişkisini biraz geriye çekmiş olsa da görevini yapıyor, yeni planlamayı gerçekleştiriyor, hiç şüphe götürmeyecek şekilde Demirel’i de çalışmalarından haberdar ediyordu. Etmesine gerek de yoktu, nasılsa Demirel söz konusu planı uygulayacaktı. Gerekli yerlere Demirel gerekli sözleri vermişti.

Öyle de oldu. Önce Ecevit 14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimleri doğal olarak, beklendiği hatta kaçınılmaz şekilde ağır bir yenilgiyle kaybetti. Ardından, iş çevreleriyle ittifakından habersiz olan ve her türlü siyasal taktik oyununu Demirel’e karşı kaybetmiş bulunan Erbakan sınıf arkadaşına azınlık hükümeti kurması için fırsat verdi diyeceğim ama tam böyle değil. Muhtemelen, aynı iş çevreleri, Demirel’i iş başına getirmek için Erbakan’a da göz kırpmışlardı. Ya, Demirel’in bu işi yapamayıp çökeceğini söyleyerek Erbakan’ı, artık ‘aldatmışlardı’ demeyeyim, yanıltmışlardı ya da aksi takdirde ordunun darbeye gideceğini söyleyerek gözünü korkutmuşlardı. Erbakan beklenen, istenen desteği verdi. Hükümet kuruldu.

Ecevit için oyun bitmişti. Attilâ İlhan, andığım şiirinde ‘birileri şalteri indirdi indirecek/işim bitik’ diyordu. Bu söz Ecevit için söylenmiş gibidir. Evet, şalteri indirdiler. Önce, Ecevit iktidardan, elbette demokratik ve meşru şekilde, devrildi gitti, sonra Türkiye’nin ve dünyanın malum çevreleri, Demirel’e 24 Ocak kararını aldırtarak, 12 Eylül darbesini gerçekleştirdi, demokrasisini devirdi. Özal, darbe hükümetinde ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak süreci tamamlayacak adımları attı. Bahsettiğim mektubu yazdı, ‘beni tüm ekonomi bürokrasisinin başına getir’ dedi, Demirel de önceden ilgili çevrelere verdiği sözü tutarak o kararı aldı. Tercüme ederek söylersem, tüm ekonomi, iş çevrelerinin denetimine geçmişti.

Ecevit, kararları kabul edilemez olarak nitelendirdi ve kendisinde pek alışık olunmayan bir şekilde kehanette bulundu, bu model uygulanırsa birileri düdüğü çalar oyun biter dedi. Öyle oldu. 12 Eylül günü bu defa Demirel iktidardan anti-demokratik, gayrı meşru bir biçimde devrildi. Ama Özal, dediğim gibi, ilgili çevrelerin daha önceden kararlaştırdığı şekilde ekonominin başında kalmaya devam etti. Üstelik, icazetini, tutuklu bulunduğu Zincirbozan’a telefon ederek abisinden, Demirel’den almıştı. İhtimal ki, herkesle ‘ihtilat’ı yasak Demirel’in o görüşmesi de hazırlanmış bir senaryoydu. 

1980’nin üstünden 45 yıl geçti. 24 Ocak kararlarının mutlak yanlış olduğunu söylemek olanaksız. O kapsamda bir siyasal ekonomi kararını almak belli bir gelişmenin sonucunda mümkün olabilir ancak. Türkiye, Thatcher’dan sonra o kararları alan ikinci ülkeydi. Hatta paketin bazı unsurlarını Avrupa, Türkiye’den çok sonra uyguladı. Her zaman söylediğim gibi, Türkiye’nin dünyayı takip ettiği, taklit ettiği tamamen yanlış, cahilane bir görüştür. 16. Yüzyıldan bu yana dünya Türkiye’yi takip etmiştir. Gerçek bugün de böyledir. 

Başa döneyim. Ben o yılları bir iktisat asistanı olarak yaşadım. Bu yazının girişinde andığım yazımda da belirttiğim gibi, dönem, tabiriyle söylersem, ‘ithal ikameci’ bir ekonomiden ‘ihracat odaklı’ bir ekonomiye geçiş dönemiydi aynı zamanda. Katı planlamaya dayanan DPT bürokrasisinin çelik kasnağını iş dünyasının dört bir yanında hissettiren devletçiliğin otarşik anlayışı yırtılıyordu. Türkiye, bir süre sonra gelişecek küreselleşmeye doğru dolu dizgin gidiyordu. Tüm bu hareketin Batı blokunda da onun bir parçası olan Türkiye’de de ana nedeni zaten sınırına gelmiş SSCB’yi çökertmek ve Soğuk Savaşı bitirmekti ve Batının kapitalizm-piyasa ekonomisi denklemiyle dünya hakimiyetini sağlamaktı. 1989’da Berlin Duvarı yıkıldı, Demir Perde rejimleri çöktü, 1991’de SSCB dağıldı. Şimdi kim Türkiye’de 24 Ocak 1980’de alınan kararların bu gelişmelerle irtibatsız olduğunu söyleyebilir?

Zenginlerin, ‘beyazların’ yani yeni burjuvaların yapay, yüzeysel elitizmi tamı tamına şu belirttiğim çıkmazla bütünleşti. Tepkisini doğurmakta gecikmedi. Bugün yaşanan büyük probleme bu ışıkta bakmak gerekir. Birincisi bu.

Tersine Kıssanın hisseleri

Bu uzun öyküyü, bilinen kurguyu tersine çevirerek, neden anlattım? 

Üç nedenden ötürü. 

Birincisi, tekrarlıyorum Berlin Duvarı 1959’da yapıldı, 1989’da yıkıldı. İki kutuplu dünya 30 yıl dayanabildi. Neo-liberal ekonomiler 1979’da uygulamaya kondu, 45 yıl geçti aradan, hala olanca hızıyla devam ediyor. Böyle bir tarih nasıl yaşandı? Hele 1990’ların krizleri, 2008 krizi düşünülürse soru büsbütün önem kazanıyor. Cevap yeri burası değil. Ama unutmayalım ki, o neo-liberal ekonomiler, bugün ‘bildiğimiz dünya’nın her yerinde, Batı Avrupa’da ve ABD’de popülist, otokratik, ‘anti’ olmasa bile ‘kontra’ demokratik yönetimlere yol açtı. İsveç gibi bir ülkede bile ırkçı hükümetlerin iş başına gelmesi bu sistem sayesinde gerçekleşti. Neo-liberal ekonomilerin yarattığı yıkım radikal sağ, ırkçı, yer yer faşizan partiler tarafından kullanıldı. Çünkü, işin ucu gidip, büyük kitlelerin göç gerçeğine dayandı. 

Neo-liberal ekonomiler sosyal güvenlik sistemini bozdu, yok etti. Gelir dağılımı o uygulamalar sonunda alt üst oldu. Tarihin görmediği ölçüde bir gelir dağılımı bozukluğu zenginleri daha zengin etti. Onların narsisistik, küstah, har vurup harman savurma anlayışıyla bütünleşti. Eğitim devre dışı kaldı. Fırsat eşitliği unutuldu. Zenginlerin, ‘beyazların’ yani yeni burjuvaların yapay, yüzeysel elitizmi tamı tamına şu belirttiğim çıkmazla bütünleşti. Tepkisini doğurmakta gecikmedi. Bugün yaşanan büyük probleme bu ışıkta bakmak gerekir. Birincisi bu. 

Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde hiçbir yöneticisi, demokrasinin ekonomik gelişmeye yol açacağına inanmadı. Eski bir Huntington tezinden yola çıkarak daima tersini düşündü. Ekonomi belli bir düzeye gelirse demokrasinin yerleşeceğine inandı.

Tıkanmış Türkiye

İkinci neden, doğrudan doğruya Türkiye’nin şartları.

Bir araba almak için çeşitli ülkelerde asgari ücretle kaç saat çalışmak gerektiğini inceleyen ve geçenlerde yer alan istatistik sıralamasında Türkiye herhalde başlarda yer almayacaktı ama bu derecede de sonlarda yer alması mı gerekiyordu? Yıllık enflasyon ortalaması bakımından Türkiye aynı sıralarda. Öğrencilerin başarılarını ölçen Pisa testi açısından Türkiye o sıralarda. Ne yapalım, bunlara sevinelim mi, bu sonuçlara bakıp Türkiye iyi durumda mı diyelim?

Öte yanda başka bir Türkiye var. O Türkiye, dünyanın ilk 20 ekonomisi içinde. Lamı cimi yok, bu gerçek böyle. Sosyal medyada dolaşan, Demirel’in 1998’de yaptığı bir konuşma var. 1923’ün 156 milyon dolar, eksi bakiyeli yani ithalatı ihracatından fazla Türkiye’sinden, o yılın (1998’in) 400 milyar dolarlık (bugün 1,2 trilyon dolar) Türkiye’sine geldiğimizi hatırlatıyor. Tek üniversitenin verdiği 300 mezundan 180 bin mezun veren Türkiye’ye geldiğimizi vurguluyor (bugün yılda 900 bin öğrenci). 1998 Türkiye’sinde denizaltı, uçak yapıldığını söylüyor. İhracatının %70’ini sanayi mallarının meydana getirdiğini hatırlatıyor (bugün imalat sanayinin payı %95). 

Bugünkü Türkiye daha da ileriye gitmiş. Bunda kuşkum yok. Ama ben başka bir meseleyle meşgulüm. Dünyanın ilk 20 ekonomisi içinde olan Türkiye’de insani gelişmişlik düzeyi neden bu kadar düşük?  Ana soru budur. Türkiye’de mesela okullulaşma oranı elbette arttı. Elbette kentleşme bugün, 20 yıl önce hayal ettiğimiz noktaya geldi. Ama yetişmiş insan gücü kalitesinin, verilen eğitim kalitesinin, sokakta dolaşan ortalama insanın insani değerler düzeyinin istenen düzeyde oldu söylenebilir mi? Niye asgari ücret bu halde? Niye kızların okullulaşma oranı hala bu kadar düşük? Kadınların toplum ve çalışma hayatındaki yeri neden bu kadar geride? Kadına yönelik şiddet niye böyle gemi azıya almış durumda? Niye matematik öğretmiyoruz? Niye düzgün ve yetkin bir Türkçeyle yazamıyor öğrenciler? İngilizce öğretmede neden Çin’in bile ardındayız? Neden öğrencilerin okuduğunu anlama oranı bu ölçüde düşük?

Daha böyle yüzlerce soru sorabilirim. Bu soruların bir tek cevabı var: gelir seviyemiz tüm makyajlara rağmen hala 10 bin dolar düzeyinde. Türkiye kişi başına düşen gelirini artıramıyor. İkincisi, enflasyon Türkiye’nin belini bükmedi, kırdı ve bıraktı. Bugün yaşanan enflasyon yıkımının toparlanması çoktan da çok zaman alacak, uzundan da uzun sürecek. 1966’da %1 civarında olan enflasyon 2022’de %100 oldu. Bugün de %60-70 civarında. Krizleri saymıyorum. 1990’lardaki krizler, 2001 krizi, 2008 krizi, şu enflasyona bağlı krizler. Böyle bir ülkede dengeli kalkınma olmaz. 

Bir başka neden, planlama eksiğidir. Türkiye plan yapmasını bilmiyor, yapamıyor. Her şeyin başı ve sonu olan eğitimin planlaması yok. Hiçbir şeyin planına, öngörüsüne sahip değiliz. Ala ala hey bir hayatın içinde yaşıyoruz. Toplumun hiçbir kesimi ciddi bir talep üretmiyor. Bir sistem planlamasını talep etmiyor. Herkes kamu kaynaklarından alabildiği kadar pay almanın peşinde. Neo-liberal ekonomi denen yerde devlet bugün de toprağın %60’ına sahip.

Sonucu demokrasi eksikliği mi doğurdu? İşte milyon dolarlık soru budur. Şu yukarıya görüşlerini alıntıladığım Demirel de içlerinde olmak üzere Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde hiçbir yöneticisi, demokrasinin ekonomik gelişmeye yol açacağına inanmadı. Eski bir Huntington tezinden yola çıkarak daima tersini düşündü. Ekonomi belli bir düzeye gelirse demokrasinin yerleşeceğine inandı. İnsan haklarının, hukukun üstünlüğünün, anayasal yurttaşlığın önemine yapılan vurgular sadece iş olsun kabilindendir. Kimsenin köklü, özlü bir biçimde bu konulara kafa yormadığı muhakkaktır. Kim kafasını yoracaktı? Her on yılda bir darbe yapanlar ve o darbeye maruz kalanlar mı? Ama kimsenin şikâyet edecek hali de yok. 12 Mart günü koltuğundan edilen, şapkasını bal gibi alıp giden Demirel, kısa süre içinde 12 Martçılarla iş birliği yaparak 1961 Anayasası’nı değiştiriyordu. Tanpınar haklı: demokrasinin kaç kere gittiğini gördük ama hiç geldiğini görmedik. 

Evet, nerede hata yaptı Türkiye, bunca kazancına rağmen?

Sosyal demokrasi 1945 sonrasındaki Avrupa’yı 1980’e kadar kurdu. O Avrupa’nın yerinde yeller esiyor. Fakat yaşadıklarını anımsamak yeter. Kuzey Avrupa’da, İngiltere’de ve Avrupa’nın diğer tüm ülkelerinde toplumun ne kazancı olmuşsa onu sosyal demokratlar sağlamıştır.

Sosyal demokrasi eksikliği

O soru bizi üçüncü nedene getiriyor: sosyal demokrasi eksikliği. 

Eduard Bernstein’ın 1899/1900’de yazdığı Evrimci Sosyalizm’in çoğuna yakın tezleri geçerlidir. Yine de bir kenara bırakalım. Bugünün dünyasında teknolojinin insan bilincinin yerleşik tüm sınırlarını zorladığı bir dünyada Bernstein’ın özünde doğru bile olsa finans kapital analizini aşalım. Hiçbir şey değişmez. Sosyal demokrasi toplumsal demokrasi demektir. Toplum öncelikli demokrasi, demokrasi öncelikli toplum anlamına gelir. Toplumun arayış ve ihtiyaçlarıyla demokrasinin iç içe geçmiş olduğunu dile getirir. Şimdi modası (!) geçmiş, unutulmuş gibi görünen ve yukarıda ’niye bizde böyle’ diye yakındığım hususların tümünün çözümü dengeli bir demokrasi-toplum ilişkisindedir. Sosyal güvenlik, eğitim, insani kalkınmanın diğer tüm unsurlarını ancak sosyal demokrasi bir aşamaya taşıyabilir.

Hayalden veya programatik bir kurmacadan söz etmiyorum. Bir ‘olgu’dan, bir gerçekten söz açıyorum. Sosyal demokrasi yoksa, vakti zamanında Cornelius Castoriadis’in dergisine verdiği adla (‘Sosyalizm ya da Barbarlık’) söyleyeyim ‘barbarlık’ vardır. Sadece göçmen hareketinin geldiği noktaya yani göçmenlerin göçe zorlanmasına, gittikleri ülkelerde çektiklerine bakarak, ‘derin yoksulluk’ kavramını anlayarak, toplum düzeninde her aşamadaki akıl almaz eşitsizliği düşünerek, çevre sorunlarını bilerek bakmak bile bugünkü dünyanın ve Türkiye’nin hangi politikaya ihtiyaç duyduğunu anlamaya yeter. Yeter de artar. Sosyal demokrasi 1945 sonrasındaki Avrupa’yı 1980’e kadar kurdu. O Avrupa’nın yerinde yeller esiyor. Fakat yaşadıklarını anımsamak yeter. Kuzey Avrupa’da, İngiltere’de ve Avrupa’nın diğer tüm ülkelerinde toplumun ne kazancı olmuşsa onu sosyal demokratlar sağlamıştır.

Öncelik bugünün tersine dünya’sında demokrasidir. Demokrasi varsa ekonomi kitlelerle oydaşarak işleyecektir. Demokrasi varsa insan ekmeğini kazanacaktır. O halde sosyal demokrasi kavramını şimdi demokrasi sosyal kavramıyla değiştirmek şarttır. Demokrasi sosyal olunca iş, aş, ekmek ve insanca yaşama hakkı daha kolaylıkla doğacaktır.

Sosyal demokrasiden demokrasi sosyale

O zaman güçlü bir değişiklik yapmak gerekiyor. Bugüne değin hep sosyal demokrasiden söz ettik. Kavramın ve siyasetin bugün de geçerliliğini aynen koruduğunu belirttim. Sonuna kadar da savunurum. Ama düşününce düşününce, bugünkü dünyada temel sorunun demokrasi olduğunu görmek gerekir. Neo-liberalizmin örselediği, hırpaladığı ve nihayet harap ettiği demokrasi. Toplumsal talep ancak demokratik zeminde dile getirilebilir. Demokrasinin bugün neo-liberalizm eliyle yaşadığı sarsıntının nedeninden söz ediyoruz. 

Demokratik talep zemini olmadığı için emekçiler asgari ücretle çalışmaya mahkum ediliyor, asgari ücretle yaşamak, insanı, insanlık onurundan uzaklaştırıyor. Unutmayalım ki, yılda 20 gün tatil/izin için çalışıyoruz 12 ay boyunca. Bu dünyada kapitalizmin toplumsal kesimlere talep zemini yaratması söz konusu olamaz. Öte yanda da Kürt sorunu var. Özünde demokratik bir konu olan Kürt sorunu. Öte yanda yanlış şekilde ‘kadın sorunu’ dediğimiz ‘erkek sorunu’ var. Bunlar inkâr edilemez şekilde demokrasi ve toplum sorunlarıdır.

Öncelik bugünün tersine dünya’sında demokrasidir. Demokrasi varsa ekonomi kitlelerle oydaşarak işleyecektir. Demokrasi varsa insan ekmeğini kazanacaktır. O halde soysal demokrasi kavramını şimdi demokrasi sosyal kavramıyla değiştirmek şarttır. Demokrasi sosyal olunca iş, aş, ekmek ve insanca yaşama hakkı daha kolaylıkla doğacaktır. Popülizmin ayrıca göz boyadığı dünya kendi sınırlarına doğru çekilecektir. Kalkınmanın nicel yanı nitel bir anlayışa dönüşecektir. Kısacası demokrasi öncelikli bir toplumculuk anlayışı Türkiye’nin biriktirdiği dertlerin çözümüdür.

Başladığımız yere dönerek tamamlayalım yazıyı. 1950 sonrasında Türkiye’yi ekonomik açıdan sağ iktidarlar dönüştürdü. Fakat o dönüştürümün ne kadar eksik olduğunu Türkiye şimdi yeni yeni anlıyor. Asıl ayrımsadığımız nokta, solun, sosyal demokrasinin üstlendiği toplumsal talep mekanizmasının devre dışı kalmasıyla birlikte kalkınma ve büyüme politikalarının ne kadar ‘insansızlaştırıldığı’dır. O kadar ki, ekonomi konuşurken toplumu, toplumu konuşurken insanı yok sayacak kadar garip, ürkütücü, irkiltici bir noktaya geldik. 

Şimdi insana yani demokrasi ve topluma dönmenin zamanıdır. Fukuyama’nın 1991 makalesinin alt başlığı ‘son insan’dı. O yıllarda yazdığım sayısız yazıda belirttiğim gibi Hegelci bir göndermeyle savunsa bile bu etik dışı bir tanım ve kabuldü. Şimdi sosyal demokrasinin ve demokrasi sosyalin ‘ilk insan’ı savunması gerekir. Her şeye yeniden başlayacak, etik bir anlayışla dünyayı yeniden biçimlendirecek ilk insanla Fukuyama ve hempalarına cevap verilecektir. Çünkü, barbarlığın biterek sosyal demokrasinin/demokrasi sosyalin başladığı noktada doğar ilk insan. Maksat o ilk insanı yaratmaktır. André Malraux, Kanton’da İsyan romanında Rus ve Çin devrimlerinin başarısını insanı toprak sahibi yapmasına bağlar. Kanton devrimi ise insanı hayat sahibi yapacaktır. Kanton’da o maksat başarılmıştır veya başarılmamıştır, önemli değil, hayal ve umut aynıdır ve ayaktadır. O hayat, insanın insan olmaya başladığı noktadır. 

Herkes bir ihtiyaçtan söz ediyor, ama onun bir hayat ihtiyacı olduğunu bilmiyor. Evet yeni bir hayata ve onu kuracak ilk insana müthiş ve geriletilemez bir ihtiyacın içindeyiz. Ve her şey ona duyulan ihtiyacın hissedilmesiyle başlar.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER