© Yeni Arayış

Delphi Ekonomi Forumu’ndan Notlar (II)

AB’nin yeniden Batı değerlerine sahip çıkmak için biraraya gelmesinin uzun vadede çok hayırlı sonuçlar doğuracağı kanaatindeyim.

Bir Arap hanımın beklenmedik çıkışı, tartışmanın seyrini değiştirirken beni de Filistin’e dair yeniden düşünmeye sevk etti. Özetle, İbrahimi Anlaşmaların doğru olduğunu ve oradan geri dönülmemesi gerektiğini, eski ezberlerle bugünün inşa edilemeyeceğini, bugünkü gençlerin birincil meselesinin Kudüs olmadığını, zamanın değiştiğini, müreffeh ve huzurlu bir hayat için İsrail’le dostça yaşamaktan, iyi geçinmekten başka bir yol bulunmadığını söyledi, tahmin edileceği gibi ardından epey bir kıyamet de koptu.

Foruma dair yazmaya kaldığım yerden devam etmek istiyorum.

Yunanistan’ın en önde gelen gazetelerinden Kathimerini’de çalışan sevgili arkadaşım Athanasios Katsidikis’in moderatörlüğünde ve yine Ukrayna savaşı üzerine düzenlenen oturumlardan biri de grevin azizliğine uğradı, konukların ikisi evlerinden bağlandı.

Athanasios, bu bitmeyen gerginlik ve grev halini Yunanistan’ın “dünyanın son sosyalist imparatorluğu” olmasıyla açıklıyor.

İlk akşam, Başbakan Miçotakis’in konuşmasından sonra herkesin katıldığı bir resepsiyon verildi; sonraki iki akşamsa yemeğe davetliydim.

Bu yemeklerde birbirinden farklı insanları dinleme ve sohbet etme fırsatı buldum.

Eski CIA Başkanı General David H. Petraeus, Financial Times’ın başyazarı Michael Wolf, eski Belçika Başbakanı Guy Verhofstadt, Eski Mısır Dışişleri Bakanı ve Arap Ligi Genel Sekreteri Amr Moussa…

Tanıştığımızın ertesi günü General Petraeus’un konuşmacılar arasında yer aldığı oturuma katıldım.

Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Margaritis Schinas da aynı oturumdaydı ve konuşmasının bir bölümünde Türkiye ile ilgili feci bir şey söyledi.

“Belarus Devlet Başkanı Lukaşenko, vize satmaya başlamıştı. Minsk’e gelenlere bir taahhütte bulunuyordu: Geldiğiniz gibi Avrupa’nın çeşitli başkentlerine gidebileceksiniz. Minsk’e çok sayıda uçak inmeye başladı, Beyrut’tan, İstanbul’dan… ama özellikle İstanbul’dan. Günde 10 uçak kalkıyordu. Düşünebiliyor musunuz, İstanbul’dan Minsk’e her gün 10 uçak. Yatırımcı mı geliyordu, turist mi? Yooo. THY, 2 milyar dolarlık bir iş yapıyordu Avrupa ile. Bu durumu önlerine koyduk, dedik ki ‘devam ederseniz, sizi çıkaracağız.’ Sonrasında ne oldu biliyor musunuz? THY ertesi gün Minsk uçuşlarını sona erdirdi.”

Bir ülkenin öne çıkmadığı ama güçlü, kendine yeten ve Amerika’ya ihtiyaç duymaksızın her şeyi yapmaya muktedir bir Avrupa Birliği vurgusunun sıklıkla yinelendiği bu forumda Brexit’e rağmen Britanya’nın da yeniden AB içinde değerlendirilmesi gerektiği tartışıldı, nasıl olabileceğine dair yollar arandı.

Türkiye, ne yazık ki, birçok panelist tarafından hep baskının, otoriterleşmenin ve çeşitli kriminal olayların merkezi olarak anlatıldı.

Herkesin dilinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması vardı, Türkiye’deki yeni dönem ile Putin Rusyası arasında benzerlik olduğu söyleniyordu.

Forum’da hissettiğim, bütün bu dozu yüksek eleştirilere her şeye rağmen, Batı’nın Türkiye’ye bir kredi açma isteğinin hâlâ varolduğu.

“Sen bana doğru bir adım atsan, ben sana beş adım geleceğim” gibi bir hal sezdim.

Sebebi de basit; Trump sonrasında Avrupa yeniden biraraya gelmeye ve bizim iç politikada kullandığımız tabirle iç cepheyi tahkim etmeye çalışıyor.

Bir ülkenin öne çıkmadığı ama güçlü, kendine yeten ve Amerika’ya ihtiyaç duymaksızın her şeyi yapmaya muktedir bir Avrupa Birliği vurgusunun sıklıkla yinelendiği bu forumda Brexit’e rağmen Britanya’nın da yeniden AB içinde değerlendirilmesi gerektiği tartışıldı, nasıl olabileceğine dair yollar arandı.

Dolayısıyla, ben Trump döneminin, aslında hiç istemeden başka bir süreci tetiklediğini düşünüyorum.

AB’nin yeniden Batı değerlerine sahip çıkmak için biraraya gelmesinin uzun vadede çok hayırlı sonuçlar doğuracağı kanaatindeyim.

Davetli olduğu ikinci yemeğin odağında ise Ortadoğu’nun geleceği vardı.

Planan daha geniş bir açıdan ele almaktıysa da gerek panelistlerin konuşmaları gerekse de benim gibi tartışanların yorumları hep Filistin meselesi ve Gazze’deki kıyım ekseninde oldu.

Bir Arap hanımın beklenmedik çıkışı, tartışmanın seyrini değiştirirken beni de Filistin’e dair yeniden düşünmeye sevk etti.

Özetle, İbrahimi Anlaşmaların doğru olduğunu ve oradan geri dönülmemesi gerektiğini, eski ezberlerle bugünün inşa edilemeyeceğini, bugünkü gençlerin birincil meselesinin Kudüs olmadığını, zamanın değiştiğini, müreffeh ve huzurlu bir hayat için İsrail’le dostça yaşamaktan, iyi geçinmekten başka bir yol bulunmadığını söyledi, tahmin edileceği gibi ardından epey bir kıyamet de koptu.

Gazze’de katliamlar sürerken, Filistin tanınmazken ve Kudüs başta birçok yer işgal altındayken barışın nasıl yapılabileceği önemli bir soruydu.

Bahsettiğim hanım, bu soru kendisine ısrarla sorulduğu halde bir çözüm önermedi, ama bu çözümsüzlüğün bir parçası olmak istemediğini de açıkça belirtti.

Fikren katılmasam da başı yarı açık bir Arap hanımın silme erkeklerle dolu bir salonda çataçat tartışmaya girmesini çok önemli buldum.

Değişim başladı mı bir çerçeveyle sınırlı kalmıyor, kendi değerlerini oluşturana kadar eski düzenin değerlerini yok etmese de en iyi ihtimalle yok sayıyor.

“Daha iyi ve huzurlu yaşayacaksak Kudüs’ün hangi ülkenin sınırlarının içinde olduğunun hiçbir önemi yok” diye özetleyebileceğim bu görüş şayet gençler arasında benimsenirse, bugün bu görüşün azınlıkta olması bir şeyi değiştirmez.

Bu kadar cesaretle dillendirildiğinde yarının hakikati olması kaçınılmazdır.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER