© Yeni Arayış

Cumhuriyet’in 100. Yılı’ndan Türkiye Yüzyılı’na

Cumhuriyet’in 100. yıldönümünde, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı, bir başka deyimle Cumhuriyet’in kurulduğu 20. Yüzyıl’ın yerini alacak olan 21. Yüzyıl, Türkiye Yüzyılı olması tasarlanan ihtiraslı bir hedef ile ifade ediliyordu.

Türkiye’ye yedi yıl boyunca ayak basmamıştım. Cumhuriyet’in 100. yıldönümünde yurda geri döndüm.

Türkiye’den ayrıldığım sırada henüz 15 Temmuz olmamıştı. Aradan geçen sürede 2017’deki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi referandumu yapıldı. 2018’de Osmanlı mutlakıyet rejiminde padişahların bile sahip olmadığı kimi yetkilere sahip Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yürürlüğe girdi. Osmanlı mirasının kurtarılabilmiş terekesi üzerinde 1923’te ilân edilmiş Cumhuriyet ile eş anlamlı, Cumhurbaşkanlığı Sarayı anlamına gelen Çankaya zaten terkedilmişti. Cumhurbaşkanı artık Çankaya Köşkü’nde ikamet etmiyordu. Hüküm sürdüğü 1000’den fazla odası bulunan yere Cumhuriyet rejimi ile ilişkisinin kurulması pek mümkün olmayacak şekilde Külliye adı verilmişti.

BİR YURDA DÖNÜŞ HİKÂYESİNDEN MANZARALAR

Yurttan ayrı bulunduğum sırada yapılmış ve kullanılmaya başlamış olan İstanbul Havalimanı’ndan şehir yönünde harekete geçtiğim sırada gözüme ilk çarpan, havaalanı çıkışında bir tepe yamacına yerleştirilmiş kocaman bir Tayyip Erdoğan fizyonomisi ve altında dev harflerle Türkiye Yüzyılı yazısı oldu.

Cumhuriyet’in 100. yıldönümünde, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı, bir başka deyimle Cumhuriyet’in kurulduğu 20. Yüzyıl’ın yerini alacak olan 21. Yüzyıl, Türkiye Yüzyılı olması tasarlanan ihtiraslı bir hedef ile ifade ediliyordu.

İlki nasıl Kemal Atatürk’ün alışılagelmiş fizyonomisi ve imzasıyla bir tür kimlik kartı edinmiş ise, ikincisi Tayyip Erdoğan’ın yüz çizgileri ve kazınmış ismiyle vücut bulacaktı. İlki Atatürk, ikincisi Erdoğan damgası taşıyacaktı.

Cumhuriyet’in kurucusu, kuruluştan alırsak ölümüne dek 15 yıl, 23 Nisan 1920’de TBMM’nin kuruluşundan başlatırsak, 18 yıl, Millî Mücadele’nin başını çektiği ve biçimlendirdiği Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongrelerinden itibaren hesaplarsak, Kemal Atatürk, 19 yıl iktidarda bulunmuştu. Ebedî Şef”inki Cumhuriyet tarihinin en uzun iktidar dönemiydi. Tek Parti dönemiyle, bir tür diktatoryal iktidar süresi çağrışımı yapan Milli Şef İsmet İnönü, 12 yıl iktidarda kalabilmişti.

Tayyip Erdoğan, Cumhuriyet’in 100. yıldönümünde iktidarının 20. yılını idrak ederek, Kemal Atatürk’ü geride bıraktı. 2018’den 2023”e, Atatürk’ün 1923-1938’de sahip olduğu yetkilerden fazlasıyla donanmış durumda.

Tayyip Erdoğan, Cumhuriyet’in 100. yıldönümünde iktidarının 20. yılını idrak ederek, Kemal Atatürk’ü geride bıraktı. 2018’den 2023”e, Atatürk’ün 1923-1938’de sahip olduğu yetkilerden fazlasıyla donanmış durumda.

Atatürk’ün, “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!” sözcükleriyle kendisinden sonrasını belirlemesine benzer biçimde, Tayyip Erdoğan’ın da Türkiye Yüzyılı ile kendisinden sonrasını biçimlemeye kalkışacak bir iddiaya sahip olması, dolayısıyla, hakkıdır diye düşünmek gerekir.

Yedi yıllık bir aradan sonra yurda ayak basışımda gözüme ilk çarpan “Türkiye Yüzyılı” sloganı, 14 Mayıs 2023 seçimlerinde Tayyip Erdoğan iktidar döneminin noktalanacağı beklentisinden ötürü, benim gözümü çok da çarpıcı gelmemişti. Bir ay içinde hükmü kalmayacak bir slogana ve Tayyip Erdoğan imzasına bakar gibi bakmış, yoluma devam etmiştim.

Ama Tayyip Erdoğan kazandı ve Cumhuriyet’in 100. yılında sadece Cumhuriyet tarihinin en uzun iktidar sahibi unvanını perçinlemekle kalmadı, bir beş yıl daha iktidar garantisi elde etti. Şayet Yeni Anayasa yapmayı başarırsa, daha ne kadar iktidarda kalabileceğini kestirebilmek mümkün değil. Ama şurası muhakkak ki, Türkiye Yüzyılı Tayyip Erdoğan imzalı, bir yanıyla Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet’inin devamı, bir yanıyla da onun yerini alacak bir iddia ve ihtirasın adıdır.

Türkiye Yüzyılı basit bir slogan gibi görülüp, yaka silkilerek bir kenara atılmamalı; Cumhuriyet’in gireceği ikinci yüzyılında, adı öyle konmuş bir “2. Cumhuriyet” olarak algılanmalıdır.

ERDOĞAN DAMGALI CUMHURİYET’İN 2. YÜZYILI

Türkiye’den ayrı kaldığım 7 yıllık süre içinde Cumhuriyet’in kuruluşuna giden yıllar ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına ait sayısız kitap okudum. Öz konusu döneme ilişkin tarih kitapları ve değerlendirmeler için Hollandalı Türkolog ve tarihçisi Erik-Jan Zürcher’i ve Amerikalı tarihçi Ryan Gingeras’ı paha biçilmez değerde bulduğumu kaydetmeliyim. Yurda döndükten sonra geçen yarım yıllık süre içinde ise, Cumhuriyet’in 100. yıldönümü dolayısıyla artan sayıda yayına denk geliyor, onları ve Nutuk’u bir kez daha dikkatle okuyorum. Nutuk’u, Atatürk’ün yanı sıra, onunla Millî Mücadele’yi başlatan en önemli şahsiyetler arasında yer alan Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele’nin anılarıyla karşılıklı okumak çok öğretici. Gazi Mustafa Kemal’in en eski ve en yakın bu arkadaşları, Cumhuriyet’in kurulmasına giden ulusal kurtuluş mücadelesinde gerek İsmet İnönü’nün ve Fevzi Çakmak’ın ve Fethi Okyar’ın çok önündeydiler ve tümü de daha sonra Büyük Önder ile ters düşmüşler ve resmî tarihte hak etmedikleri ölçüde silikleşmişlerdir.

Nutuk, resmî tarihimizi biçimlendiren eşsiz bir belge olmasının yanı sıra, Cumhuriyet ile ortaya çıkan ve hemen her devrimde rastlanan iktidar mücadelesinin, “devrimin kendi evlâtları”nı yemesinin mükemmel ve paha biçilmez bir öyküsüdür.

Bu okumalar sonucunda, Cumhuriyet’in 100. yılında Kemal Atatürk’e siyaseten en fazla benzeyen ve onunla karşılaştırmaya en fazla hak eden kişinin -birçok insanı yerinden hoplatacağını ve kızdıracağını biliyorum- Recep Tayyip Erdoğan olduğu hükmüne vardım.

Bu yönüyle, Türkiye Yüzyılı basit bir slogan gibi görülüp, yaka silkilerek bir kenara atılmamalı; Cumhuriyet’in gireceği ikinci yüzyılında, adı öyle konmuş bir “2. Cumhuriyet” olarak algılanmalıdır.

Bu arada yeri gelmişken, 100. yıldönümünü yaşayan Cumhuriyet’in çok ilginç biçimde ilân edilmiş olduğunu da not edelim. Cumhuriyet Asırlık Bir Muhasebe (İletişim, 2023) adlı kitaptaki tarihçi Mehmet Ö. Alkan’ın satırlarını izleyelim:

“29 Ekim 1923’te TBMM’de bulunan 158 mebus önce oybirliğiyle Cumhuriyet ile ilgili kanunu kabul etti, ardından yine oybirliği ile Mustafa Kemal Paşa’yı ilk cumhurbaşkanı seçti. Ancak Cumhuriyet’i ilân eden TBMM’nin toplam milletvekili sayısı 378’di ve oylamada -toplantı yeter sayısı bulunmakla birlikte- çoğu şehir dışındaydı ve yarısı hazır bile değildi. Kamuoyu da bu konudan tamamen habersizdi. O kadar ki İstanbul’da 30 Ekim sabahı 03:00’te 101pare top atışıyla Cumhuriyet’in ilânı duyurulduğunda Harbiye semtindeki ailelerin bir kısmı İstanbul’un işgal edilmekte olduğunu zannedip bavullarını hazırlayıp yollara düşmüşler, yollardan çevrilmişlerdi. Cumhuriyet “tavzihan tadil” adıyla literatürde ve prosedürde olmayan bir yöntemle ilân edildi, ayrıca maddeye “Türkiye’nin din-i resmîsi İslâm dinidir” hükmü de aynı kanunla anayasaya eklendi. Ankara’da Cumhuriyet ilânı, bir süre önce başkentin değişmesine tepkili İstanbul gazeteleri tarafından oldukça soğuk ve mesafeli karşılandı, acele edildiği belirtilerek ağır eleştiriler yapıldı. İlginç olan 29 Ekim 1923 ile 3 Mart 1924’te hilafet kaldırılıncaya kadar rejimin bir tür Halifeli Cumhuriyet veya Hilafet Cumhuriyeti şeklinde oluşuydu.”

Erdoğan damgalı Cumhuriyet’in ikinci yüzyılının, yani Türkiye Yüzyılı’nın “ilânı” ilkine oranla haliyle çok farklı oluyor. Her hâlükârda, Recep Tayyip Erdoğan, bir yönüyle siyaset ustalığı, öngördüğü rejim yapısı ve kendisinden sonra tarihe iz bırakmak yönleriyle Kemal Atatürk’ün yaklaşık 100 yıl sonrasının devamı gibi görülebilir; ama bir yandan da Atatürk’ünkinden farklı, bambaşka bir cumhuriyet tasavvurunun sahibi olarak da kabul edilmelidir.

Tek adam olma zorunluluğu Atatürk için 600 yıllık bir rejimin yerine ikame edeceği Cumhuriyet’i kurmak ve Millî Mücadele’yi nihaî hedefine ulaştırmak, bir başka deyişle ile, başarı için olmazsa olmaz niteliğindeydi. Aynı özellikleri ve gerekleri, Cumhuriyet’in 100. yılında kendince büyük iddialar taşıyan ve Cumhuriyet tarihinin en uzun iktidar sahibi olmayı becerebilmiş Tayyip Erdoğan için çok görmek, mantıklı olmaz.

İKİ FARKLI CUMHURİYET

İki -ve kimisine göre birbirine zıt- iki “cumhuriyet kurucusu” arasındaki benzerlikler ve devamlılık unsurlarına, yıllar süren akademik araştırmalarımın ürünü olan Turkey’s Mission Impossible, War and Peace with the Kurds adlı 2020’de ABD’de yayımlanmış kitabımda (Lexington Books) yer vermiştim. Kitabın The Pedigree of Turkish Autocracy (Türk Otokrasisinin Soyağacı) başlıklı 15. Bölümünde, 1920’ler ve 2010’lardaki iktidar mücadelesi karşılaştırmasına yer verilmişti. Şöyle yazmışım:

“1920’ler ya da Türk tarihinin Cumhuriyet’in ilk yılları İttihatçı gruplar ve bireyler arasında keskin bir iktidar mücadelesine tanıklık etmişti. Türkiye’nin 2010’larda geçtiği, doğal farklılıkları bir yana, 1920’lerin devamı gibiydi… Bu bağlamda, Kürt yanlısı HDP’yi Türkiye’nin başat bir siyasi gücü olarak sahneye çıkaran 2015 Haziran seçimi sonuçları, 1925 Kürt isyanının yol açtığı sonuçlarla karşılaştırılabilir. Türkiye’nin rejimini şekillendirmekte oynadıkları roller birbirleriyle benzer nitelikte oldu. Keza, Erdoğan’ı devirmek amaçlı 2016’deki darbe girişimi, 1926’da Atatürk’ü hedef aldığı ileri sürülen İzmir suikastı ile neredeyse aynı sonuçları doğurdu.”

Burada, yüksek lisans tezi İzmir suikastı olan Erik J. Zürcher’in The Young Turk Legacy adlı kitabındaki şu satırlara dikkati çekmiştim:

“Türk ve Batı tarih yazımında 1926 yılındaki komplo ve mahkemelere [İstiklâl Mahkemeleri] ilişkin verilen hükümde çok garip bir şey söz konusuydu. Kemalistlerin onların yerine başarıyla yerleştiklerine bakılırsa, eski rejimden kalmış kimi liderleri ve hem de ulusal bağımsızlık hareketine Mustafa Kemal ile önderlik etmiş yakın arkadaşlarını tasfiye etmenin ne gerekçesi olabilirdi.

Benim vardığım sonuç şudur: İstiklâl mahkemeleri, 1926’daki mahkemeler bir siyasi tasfiye idi. Kemal’in çevresindeki bir grup İttihatçı için diğer İttihatçılardan içeriden gelecek ve Kemal’in liderliğini tehdit edebilecek tehlikeleri bertaraf etmenin bir yoluydu, zira onlar siyasi elitin desteğini elde etmek için meşru iddia taşıyorlardı.”

2016’nın 15 Temmuz’u sonrası on binlerce kişiyi kapsayan kamudaki temizlik ve 2002’den itibaren Erdoğan’ın iktidar döneminde devlet cihazı içinde kendisiyle yakın işbirliğinde bulunmuş Fethullah Gülen hareketinin tasfiyesine, Cumhuriyet’in ilk yıllarının ışık tuttuğu söylenebilir. Nitekim, Türkiye Yüzyılı rüyasına evrilen Yeni Türkiye kavramı, Tayyip Erdoğan ve yandaşlarınca 2016’dan giderek “yeni rejim”in mottosu haline gelmişti.

Aynı bölümün Türkçe tercümesi pek zor olan ama İngilizce okurlar için anlaşılır bir çağrışım yapacak olan Predicament in History: Atatürk and Erdoğan alt-başlığında, “Abdülhamid’in on dokuzuncu yüzyıldaki, Mustafa Kemal’in yirminci yüzyıldaki ve Tayyip Erdoğan’ın yirmibirinci yüzyıldaki iktidar mücadelelerinin izlediği hat, siyasal bilim açısından çok cezbedici bir öykü ve tarihçiler için sürekli bir tartışma konusu olarak kabul edilebilir,” diye yazmış ve uzun yıllar Atatürki biyografisinin en saygın yazarı sayılmış, ünlü tarihçi Lord Kinross’un Milli Mücadele’nin büyük önderi, Cumhuriyet kurucusu için şu tanımlama satırlarına yer vermiştim:

“İşin doğası gereği ve bir asker olarak aldığı eğitimden ötürü, yetkilerini devredebilirdi, ama buna yönelik hiçbir tehdidi hoş göremezdi. Yürüttüğü kampanyaları diğerlerinin iş birliğiyle planlayabilirdi. Ama onların yürütülmesinde kontrol sadece, tek başında onda olmalıydı.”

Tek adam olma zorunluluğu Atatürk için 600 yıllık bir rejimin yerine ikame edeceği Cumhuriyet’i kurmak ve Millî Mücadele’yi nihaî hedefine ulaştırmak, bir başka deyişle ile, başarı için olmazsa olmaz niteliğindeydi. Aynı özellikleri ve gerekleri, Cumhuriyet’in 100. yılında kendince büyük iddialar taşıyan ve Cumhuriyet tarihinin en uzun iktidar sahibi olmayı becerebilmiş Tayyip Erdoğan için çok görmek, mantıklı olmaz.

Cumhuriyet’in 100. yılı, dış dünyada da çeşitli yayınlara ve Atatürk dönemi ile bugünün Erdoğan Türkiye’si ile karşılaştırmalara konu oluyor. İngiltere’nin etkili ve saygın Financial Times gazetesi de One hundred years of the Turkish Republic başlığı ile rapor niteliğinde bir değerlendirme yayımladı. Çarpıcı görüşler ortaya attı. Dimitar Bechev’in Turkey under Erdoğan adıyla 2022’de yayımlanan kitabından şu alıntıyı yapmıştı:

“Atatürk yönetimindeki yeni cumhuriyet bir demokrasi değildi.  Tek adamın hükmettiği, bir tek parti devletiydi. Bu yönetme tarzı, belli ölçülerde Osmanlı döneminde “devleti şekillendiren otoriter miras”a dayanıyordu.”

Financial Times, Osman Kavala mahkûmiyetinin işaret ettiği sembolizme özel bir atıfta bulunarak, “Erdoğan altında, Atatürk çağının otoriter dürtüleri geri döndü” diye yazdı.

FT değerlendirmesinde, Atatürk’ün Hilafet’in kaldırılmasından, Latin alfabesinin kabulüne, giyim-kuşama uzanan ve Türkler ve Avrupalılar arasındaki farklılıkların üzerini örten radikal reformlarına rağmen, dış politikasında Batı’dan büyük ölçüde özerkliği öne çıkarttığının altını çiziyor ve Batılılaşma dürtüsü ve Türk milliyetçiliğinin yükselişi ile Batı ile aşk-nefret ilişkisi daha da karmaşık hale geldi hükmünü veriyor.

Soğuk Savaş’ın başlamasıyla Türkiye’nin güvenliği için 1952’de NATO’ya katılmaya mecbur hissettiğini ve daha sonra AB olacak oluşum ile yakın ilişkiye girip 1987’de formel katılma başvurusu yaptığını hatırlatan FT değerlendirmesi, “Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından ve özellikle Erdoğan’ın 2003’te iktidara gelmesinden sonra,  Türkiye’nin çıkarlarına en fazla hizmet edecek şeyin dış politikada yüksek derecede bir özerklik olduğuna dair Atatürk döneminin ağır basan düşüncesine geri dönüldü” hükmünde bulunarak, Atatürk-Erdoğan karşılaştırmasının isabetini teyit etmiş oluyor.

Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı seçilerek Türkiye’nin siyaset sahnesinde öne çıkmasından bir yıl önce, kendisiyle yapılan söyleşide ifade ettiği görüşler, 30 yıl sonra ve 20 yıllık bir iktidar döneminin ardından, Cumhuriyet’in 100. yıldönümünde ve Türkiye Yüzyılı’nın eşiğinde özel bir değer ve önem taşıyor.

30 YIL ÖNCE ERDOĞAN

Erdoğan Türkiye’sinin dış politikası üzerine 2021 Londra baskılı Turkey’s Neo-Ottomanist Moment, A Eurasian Odyssey adlı ve tam da bu önermeyi derinliğine irdeleyen ve hatta onaylayan bir kitap yazmış benim için; bu satırları, Cumhuriyet’in 100. yılında okumak ilginçti.

Tam bu noktada, muhtemelen çok kişinin hafızasından çıkmış olan ve bu dönemde özel bir önem taşıyan bir kitaba ve orada yer alan görüşlere göz atmakta ve onları hatırlamakta yarar var: 2. Cumhuriyet Tartışmaları!

2. Cumhuriyet Tartışmaları bir kitap adı. Üst başlığı ise -ne ilginç- şöyle: Yeni arayışlar, yeni yönelimler… Yeni Arayış’ın ilk sayısında, 2. Cumhuriyet Tartışmaları-Yeni arayışlar, yeni yönelimler’i hatırlamak ve hatırlatmakta yarar var.

“Tabu yıkıcı” diye ün yapan ve Türkiye’de basmakalıp ve skolastik düşünce kalıplarının kırılmasında önemli rol oynayan Türkiye’nin 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümünden bir ay sonra, Mayıs 1993’te, yani bundan yaklaşık 30 yıl önce, Cumhuriyet 70. yaşında iken yayımlanmış kitap, çok farklı hatta birbirlerine zıt görüş ve eğilimlerden 20 farklı kişiyle Metin Sever ve Cem Dizdar’ın yaptığı söyleşilerden oluşmuş, Başak Yayınları’ndan çıkmış 462 sayfalık bir kaynak. Kitap, hayatını kaybetmiş olduğu için kendisiyle söyleşi yapılamayan tek kişi olarak Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 3. İktisat Kongresi konuşmasıyla başlıyor, Recep Tayyip Erdoğan ile yapılmış söyleşiyle noktalanıyor.

Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı seçilerek Türkiye’nin siyaset sahnesinde öne çıkmasından bir yıl önce, “Siyasi İslamcı” kabul edilen Refah Partisi’nin İstanbul İl Başkanı iken kendisiyle yapılan söyleşide ifade ettiği görüşler, 30 yıl sonra ve 20 yıllık bir iktidar döneminin ardından, Cumhuriyet’in 100. yıldönümünde ve Türkiye Yüzyılı’nın eşiğinde özel bir değer ve önem taşıyor.

Recep Tayyip Erdoğan, bu söyleşide, “Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının, Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 yıllık tarihindeki ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?” şöyle bir cevap vermiş:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 yıllık tarihine çok kestirme bir biçimde, kuşbaşı baktığımızda rejimin yüz aklığı ile çıktığını söyleyemeyiz. Birinci Meclis hariç Türkiye Cumhuriyeti, gerek temel hak ve özgürlükler açısından gerekse halkın egemenliği açısından üzerinde taşıdığı ‘demokrasi’ ve ‘cumhuriyet’ kavramlarının gereğini yerine getirememiştir.

Rejimi kuran militarist ve sivil bürokrasi, demokrasi ve cumhuriyet kavramlarını kendi egemenliklerini ve dayatmalarını halka kabul ettirmek için aracı olarak kullanmıştır.”

Kemalizm’in kendisini yenilemesi ya da başka bir deyimle “Cumhuriyet’in güncellenmesi” konusundaki görüşleri ise çok çarpıcı. Şöyle cevaplamış:

“70 yıllık tarihinde Türkiye Cumhuriyeti katı bir üniter anlayışa sahip olmuştur. Her konuda ‘tekçi’ olmuştur ve bu tek olan şeyi de kendisi seçmiştir. Hukuk halka sorulmadan bir yerlerden aktarılmış ve zorla halka dikte ettirilmiştir. Çağdaşlık anlayışı, ahlâk anlayışı v.s. Hatta Türkiye, din konusunda da aynı anlayışı seçmiş; kendisine din olarak ‘Kemalizm’i almış ve başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte etmiştir… Ne yazık ki Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boşa harcanmış bir zamandır… Türkiye Cumhuriyeti 1923’ten bu yana sürekli olarak bir gerileyişin içindedir.”

Bu açıklamaları, 30 yıl sonra bugün kendisine gösterilse, Türkiye Yüzyılı’nı başlatarak tarihe damga vurması tasarlayan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ne cevap vereceği gerçekten meraka değer. Cumhuriyet’in 70 yıllık tarihini “yüz akı ile çıkamamış” olarak gören, kendi yönetimine ait son 20 yılı içine katarak acaba 100 yıllık tarihi için ne diyecektir?

Bu cevaplardan tam 30 yıl sonra, Tayyip Erdoğan’ın kendi deyimiyle “tekçi” olmakta ve “katı bir üniter anlayış”a sahip olmakta Atatürk’ten esaslı bir farkı olmadığı gibi, pekâlâ fersah fersah geride bıraktığı bile söylenebilir. Erdoğan, “Tek Millet”, “Tek Devlet”, “Tek Bayrak” vurgusunu her fırsatta yapmış ve 2017’de referanduma sunulan anayasa değişikliğinden sonra, 2018’te yetkileri görülmemiş biçimde arttırılmış Cumhurbaşkanı seçilerek “Tek Adam” olarak anılmaya başlanmıştır. Aynı sıfata uygun görülen Atatürk’ün devrinde bile muhafaza edilmiş olan Başbakanlık makamı, Erdoğan döneminde kaldırılmıştır.

Tayyip Erdoğan’ın, “Birinci Meclis hariç Türkiye Cumhuriyeti gerek temel hak ve özgürlükler açısından gerekse halkın egemenliği açısından üzerinde taşıdığı ‘demokrasi’ ve ‘cumhuriyet’ kavramlarının gereğini yerine getirememiştir.” sözleri de üzerinde durulmaya değerdir. Türkiye Cumhuriyeti’ni 29 Ekim 1923’te ilân etmiş olan TBMM, 23 Temmuz’da imzalanan Lozan Anlaşması’nın Meclis’te sert bir muhalefetle karşılaşacak olması ihtimalinden kaygılan Gazi Mustafa Kemal tarafından götürülen seçimlerle, muhalif “İkinci Grup”tan arındırılmış olan İkinci Meclis’tir.

Erdoğan “Birinci Meclis hariç” derken, Cumhuriyet öncesi Meclis’i kastetmiş oluyor. Birinci Meclis’in 20 Ocak 1921’de yaptığı Anayasa, yani Teşkilatı Esasiye Kanunu, Türkiye tarihinin Kürtlere özerklik sağlamaya en uygun hukuk metni olma özelliğini koruyor. Cumhuriyet ilânından sonra gelen ve 1924 Anayasası’nda öyle bir ihtimal tümüyle ortadan kalkmıştı.

Tayyip Erdoğan’ın kendi iktidarına dek bir başarısızlık ve yanlışlık öyküsü gibi gördüğü Cumhuriyet’in öncesine denk gelen Birinci Meclis dönemi yani 1920-1923 arasını Kürt sorununun üstesinden gelebilecek ipuçları barındırdığı için benimsediği söylenebilir mi?

2. Cumhuriyet Tartışmaları kitabında yani 1993’te yer alan söyleşisinde Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununa ilişkin soru-cevap bölümündeki sözleri, 2023’teki Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan için muhtemelen büyük pişmanlık vesilesi olmalıdır.

“Millî bütünlüğün korunmasından söz ettiniz. Bu değişim süreci içerisinde, eğer, ülke içinde yaşayan bazı grup insanlar millî yapı içinde kalmak istemezlerse ne olacak? sorusunu “Onun kararını yine halk verecek” diye karşılayan Erdoğan, “Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler” müdahalesi üzerine ise “Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir” bugün tasavvur edilemeyecek nitelikte bir cevap vermiştir. Söyleşinin bir başka yerinde Kürt haklarının meşruiyetini, “Eyaletler tarzı bir sistem içinde olabilir diyorum” sözüyle vurgulayarak ifade etmiştir.

Türkiye Yüzyılı, tıpkı 100 yaşına giren Cumhuriyet gibi otoriter milliyetçilik ile açılmaktadır. Ve tam da bu nedenle, hâlâ demokratikleşme sürecinin içindeyiz.

ASIL MESELE DEMOKRASİYİ GÜNCELLEMEK

Tayyip Erdoğan’ın 1993’teki Cumhuriyet’in “üniter devlet deneyimi” ve “tekçilik” karşıtlığı ile Birinci Meclis göndermesi ve Kürt sorununa “eyaletler sistemi biçiminde bir idarî yapı” ile çözüm bulma yaklaşımı birbirleriyle tutarlıdır. Ancak, 2023’ün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın imzasını atacağı Türkiye Yüzyılı’nda bunların yerinin olmayacağı anlaşılıyor. Financial Times’ın yukarıda sözünü ettiğimiz One Hundred Years of the Turkish Republic (Türk Cumhuriyeti’nin Yüzyılı) başlıklı değerlendirme yazısında gelinen bu noktayı, “Cumhurbaşkanlığı’nın başlarında, Erdoğan bir Kürt çözümü istediği görüntüsünü vermişti. Ama bu umutlar çok uzun bir süredir dağılmış durumda” diye özetledi.

2. Cumhuriyet Tartışmaları adlı kitapta kendileriyle yapılmış söyleşilerle yer alan 20 kişi içinde ben de vardım. Kemalist ideolojinin Özal’ın Cumhuriyet’in yerleşik tabularını sorgulatarak önünü açtığı değişim sürecine ayak uydurup uyduramayacağına, yani bir anlamda, “Cumhuriyet’in güncellenmesi”nin mümkün olup olmadığına ilişkin bir soruyu ise Tayyip Erdoğan’ın aynı konudaki cevabıyla paralellik gösteren biçimde cevaplamışım:

“Kemalizm, Mustafa Kemal’i tarihte şanlı bir yere oturtmaksa bir diyeceğim yok. Tarihte olağanüstü bir rol oynamıştır. Yeni ve genç bir devleti oluşturmuş bir önderdir. Ama, O’nu bir devlet doktrini halinde 2000’li yıllara taşımaya kalkarsanız gideceğiniz bir yer yok. Zaten, Kemalistlerin halinden de bu görülüyor. Bugün Kemalistler, Türkiye’de muhafazakâr, statükocu, gelişmeye direnen fosil güçler haline geldiler. Her türlü sivil toplum kurumuna direnen, ekonomide demode ve geri bir devletçi zihniyeti savunan, bürokratik elitin halksız ve milletsiz iktidar gücünü güvence altına alacak askeri idarelere göz kırpan bir kesim oldular. Her anlamda reaksiyoner tutum sergiliyorlar. Bu yüzden, Kemalizmle gideceğimiz bir yer yok.”

Ya cumhuriyet-demokrasi ilişkisi?

Soru şu:

“Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarını nasıl ilişkilendiriyorsunuz? Bu ilişkiyi Türkiye tarihi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?”

 Yıl 1993 ve cevap:

“İki kavram arasında ayrılmaz bir beraberlik yok. Bugün dünyaya baktığımız zaman idari yapısı monarşi olan, fakat demokratik olan devletlerin olduğunu görüyoruz. Öbür yandan, idari yapısı cumhuriyet olmasına karşın totaliter ve otoriter olan yapılar da görüyoruz. Bu yüzden bu iki kavramı yapışık kardeşler gibi düşünmek doğru değil. Türkiye’de cumhuriyet, Osmanlı devletinin topraklarından kurtarılan bir parça üzerinde ve 19.yüzyıl Avrupa’sının millî-devlet esprisi esas alınarak oluşturulmuştur… Bu doğrudan doğruya demokrasiyi beraberinde getiren bir şey değildi. Yani, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda demokrasi kavramının içerilmiş olduğunu söyleyemeyiz. Millet-devlet esprisi ile kurulduğu; tek ulus, tek devlet zihniyeti söz konusu olduğu için Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinin devleti olacaktı. Kürt meselesini bir şekilde göz ardı etti. Kürtleri, Türklük kavramı içinde absorbe etmeye kalktığı oranda demokratiklik unsuru da sakatlanmış oldu. Müslüman toplulukların özerk örgütlenmesine izin vermedi. Komünistliğin de sınır ötesi Türklüğü içeren Türk milliyetçiliğinin de faaliyetlerine izin vermedi. Dolayısıyla Cumhuriyet’in mayasında demokrasi yok. Demokrasi, daha sonra İkinci Dünya Savaşı sonrası bu algılandı. 1980’li ve 90’lı yıllara geldiğimizde bunun yeterli olmadığı, yani demokrasinin sadece çok partili sistem olmadığı, bunun bir kültür, terbiye, belli ilkelerin benimsenmesi ve kurumlar meselesi olduğu anlaşıldı. Bu yüzden ben hâlâ demokratikleşme sürecinin içinde olduğumuz kanısındayım. Yani demokrasi ile cumhuriyeti ayırıyorum ve demokrasinin de içinde bulunduğumuz sürecin adı olduğunu söylüyorum.”

Geldik 2023’e. Cumhuriyet’in 100. yılını arkamızda bıraktık ve Türkiye Yüzyılı’nın eşiğindeyiz. Süreç değişmedi. Cumhuriyet yerli yerinde duruyor, Cumhuriyet’i başta Kürt sorununu Kürtlerin kimlik haklarını tanıyarak ve yerinden yönetime imkân verecek bir idarî yapılanmaya çözmek olmak üzere “demokrasiyle güncellemek” diye tanımlanabilecek devâsa görev önümüzde dikiliyor. İçinde bulunduğumuz sürecin adı 1993’teki neyse öyle kaldı.

Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına, bir başka deyimle Türkiye Yüzyılı’na 1982 Anayasası’nı tarihin çöplüğüne gönderecek bir Yeni Anayasa yazımı, en azından bunun çabasıyla gireceğimiz anlaşılıyor. Yeni Anayasa’nın Türkiye’nin Atatürk Cumhuriyeti ile perçinlenmiş laikliğini tümüyle kaldırmasa bile, İslamî esasları öne çıkartacak bir “sözleşme” olacağından kaygılanan hatırı sayılır ölçüde insan var. Tekrar Financial Times’ın One Hundred years of Turkish Republic değerlendirmesine dönelim:

“Atatürk yönetiminde, kamusal sekülarizasyonu, Türkiye’nin Müslüman kimliğini terk ettiğini göstermiyor hatta bundan çok uzaktaydı. Bununla birlikte, siyasal İslam 1990’larda Refah Partisi’nin ve daha sonra Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ortaya çıkışına kadar sıkı denetim tutulmuştu.

Son yıllarda, Erdoğan, kadınların başörtüsü yasağını hafifleterek ve Osmanlı döneminde camiye dönüştürülen ve Atatürk’ün müze haline getirdiği eski Bizans katedrali Aya Sofya’yı tekrar camiye çevirmek gibi önemli adımlar atarak, Türkiye’nin kamusal yaşamını daha İslamî yöne doğru itti.

Erdoğan’ın girişimlerinin gerçek öneminin, İslamî muhtevasından ziyade, hiçbir şekilde Türkiye’ye özgü olmayan, modern tipte bir otoriter milliyetçiliği kucaklamış olmalarında yattığı tartışılabilir.”

Tümüyle aynı kanıdayım. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri Türkiye’nin yazılı olmayan en güçlü yönetim kuralı olarak, en üst düzey yöneticilerde Sünni-Hanefi olma şartının arandığı yerleşik bir olguydu ve Cumhuriyet’in laik karakteri bu adeta vazgeçilmez İslamî kimliğini ortadan kaldırmış değildi. 2016’dan başlayarak yazdığım kitaplarda ve kaleme aldığım bir dizi makalede bu tezi işledim. Erdoğan Türkiye’si ve geleceğini karakterize eden siyasal İslam değil, otoriter milliyetçiliktir!

Bu nedenle, Türkiye Yüzyılı, tıpkı 100 yaşına giren Cumhuriyet gibi otoriter milliyetçilik ile açılmaktadır. Ve tam da bu nedenle, hâlâ demokratikleşme sürecinin içindeyiz.

“İlelebed payidar kalacağı” Kemal Atatürk tarafından ilân edilmiş olan Cumhuriyet 100 yaşında! Bundan 100 yıl öncesine oranla çok daha güçlü biçimde devam ediyor! İkinci Yüzyıl’ına giriyor. Türkiye Yüzyılı’na.

Demokrasiyle taçlanacak mı? Taçlanabilir mi?

Türkiye Yüzyılı, bu sorulara “evet” cevabını verebilmek mücadelesinin de, o sürecin de adı olacaktır, olmalıdır…

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER