Çoğunlukçuluk ve çoğulculuk
SİYASETÇoğunluğun esas olduğu siyasi hayatımızda çoğulculuğun ön plana çıktığı dönemlerde oldu elbette. 1960-1980 ile 1990-2002 arasındaki siyasi pratik iktidarın her istediğini yapmadığı, muhalefete kendini izah etmek, hatta ona hesap vermek zorunda olduğu yıllardı. Tabii iktidarın belki her durumda değil, ama çoğu kez koalisyonlar tarafından temsili çoğulcu siyaseti kaçınılmaz hale getiriyordu.
Özetle iki katmanlı bir siyaset algısı var: Yüzeyde iktidarın çoğunluğu temsil ettiği, muhalefetin ise çoğulculuk savunusu yaptığı politik söylemler dünyasıyla karşılaşıyoruz. Bu yüzeyin hemen altında ise iktidar ve muhalefetin birbirine benzediği ve her ikisinin de çoğunlukçu dili yeniden ürettiği politik bir öz var.
Bu ülkede çoğunlukçu demokrasi anlayışı her zaman ağır bastı. Millet egemenliğinin aynı anda birden fazla aktör tarafından temsili yerleşik siyasi kültürün hakim kodu olmadı. Bu durum bir ölçüde Osmanlı’dan Cumhuriyete geçerken monolitik iktidar anlayışının olduğu gibi devam etmesinden kaynaklanmıştır. Cumhuriyetin ilk anayasası ve ilk meclisi katı bir kuvvetler birliği modeli olarak kurgulanmıştı. Egemenlik millete aitti. Millet egemenliğini TBMM aracılığıyla kullanmaktaydı. Mahkemeler ve bakanlar meclisin istediği zaman kurup kaldırabileceği organlardı.
1924 Anayasası kuvvetler ayrılığını bir ölçüde yumuşattı. İstiklal Mahkemeleri gibi devrimci yargı kurumları yoktu artık. Yargı bir ölçüde yasamadan bağımsızlaştı. Ancak cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar yine de TBMM üyesi olmak zorundaydı. Tek partinin tek meclise hükmettiği ve o tek meclisin de egemenliği istediği gibi kullandığı bir ortamda siyasi elitlerin çoğulculuğu içselleştirmesi pek de mümkün olmadı açıkçası. CHP’nin içinden çıkan Demokrat Parti'nin muhalefete tahammülsüzlüğü tek parti zihniyetinin çok partili hayatta da devam ettiğini göstermiştir.
Çoğunluğun esas olduğu siyasi hayatımızda çoğulculuğun ön plana çıktığı dönemlerde oldu elbette. 1960-1980 ile 1990-2002 arasındaki siyasi pratik iktidarın her istediğini yapmadığı, muhalefete kendini izah etmek, hatta ona hesap vermek zorunda olduğu yıllardı. Tabii iktidarın belki her durumda değil, ama çoğu kez koalisyonlar tarafından temsili çoğulcu siyaseti kaçınılmaz hale getiriyordu. AKP’nin siyasal evrimi ise nispeten daha çoğulcu bir başlangıçtan çoğunlukçu bir kerteye doğru gerçekleşti. Eşitler arasında birinci olan Erdoğan zamanla hareketin mutlak lideri oldu. İktidar çoğunlukçu bir çizgiye kayınca iktidar-muhalefet ilişkileri de bu eğilime uydu. Önce merkezin kaybolduğuna tanıklık ettik. Ardından CHP ve AKP’nin birbirine benzediği bir süreç siyaseti belirlemeye başladı.
Bugün itibariyle ülke siyaseti kabaca Erdoğan ve karşıtları şeklinde ikiye bölünmüş durumda. AKP ve CHP kendi mahallerinde çoğunlukçu bir patronaj yapısı yarattılar. İktidarın parçası olup Erdoğan’a itiraz etmek mümkün değil. Aynı şekilde kendinizi muhalif olarak tanıtıp İmamoğlu’nu eleştirdiğinizde dışlanmanız kaçınılmaz. Bu arada her iki tarafından da kendi medyası var. Medyanın araçsal bir yere doğru dönüşümü gerçeğin çoğulcu temsiline izin vermemekte. Bazı istisnai durumlar, kişiler ve anlar hariç kimin ne söyleyeceğini önceden biliyorsunuz. Ayrıca gerçeklik post-truth kıvamında. Sözler yankı odaları ve sistematik propaganda tarafından yönlendiriliyor.
Özetle iki katmanlı bir siyaset algısı var: Yüzeyde iktidarın çoğunluğu temsil ettiği, muhalefetin ise çoğulculuk savunusu yaptığı politik söylemler dünyasıyla karşılaşıyoruz. Bu yüzeyin hemen altında ise iktidar ve muhalefetin birbirine benzediği ve her ikisinin de çoğunlukçu dili yeniden ürettiği politik bir öz var. Yüzeyden derine indikçe çoğulcu görüntü hemen tümüyle çözülüyor. Bu durumun en çok muhalefete zarar verdiğini söylemek bile yersiz. Çünkü muhalefet iktidara karşı düşünce özgürlüğü, çoğulculuk ve liyakat savunusu yapmakta. Ama kendi kontrol ettiği, bir anlamda kendisinin iktidar olduğu yerlerde bu savunulan değerlerin yokluğu nedeniyle sıklıkla da eleştirilmekte.
İlginizi Çekebilir