CHP’de sosyal demokratik bir dönüşümün zorunlulukları ve olanakları
SİYASETSiyaset bilimci Hasan Bülent Kahraman, bu kez CHP’nin tarihsel ve yapısal sorunlarını ve siyaseten izlemesi gereken siyasi hat üzerine kavramsal bir analiz sunarken; CHP tarihsel eksiliği kadar, toplumu okumadaki eksiliğini nasıl giderebileceği üzerine öneriler yapıyor.
Öyle anlaşılıyor ki, CHP, üstünden henüz sekiz ay geçmiş ama insanlara bin yıl önce yaşanmış gibi gelen şu seçimlerden sonra, elde ettiği büyük birikimin ne olduğunu yeterince kavramıyor. Belki kavrıyor ama daha önceki yazılarda dile getirdiğim üzere o birikimi çok özel amaçlar için kullanmaktan ötesini görmüyor. Yoksunluk diye nitelendirdiğim durumun önemli bir nedenini bu mecrada yayınlanan bir önceki yazımda ele aldım. O ayrıntılara dönmeyeceğim. Bu yazıda CHP’nin temel kısıtlamasını nasıl aşabileceği sorusu üstünde duracağım.
CHP’nin birçok sorunu var ama yine de bir tek sorunu var, o da bir siyasal partinin üstünde çok düşünmesi gereken, bir varoluş problemi: CHP tarihi boyunca, yani 100 yıl içinde, 1973 ve 1977’de iki kez birinci parti olmak dışında hiç genel seçim kazanamadı. Bir partiyi tanımlamak için daha ileri bir açıklamaya, sıfata gerek yok, bu son derecede trajik olgu her şeyi yerli yerine oturtuyor. CHP, daha önce de yerel seçim başarıları kazandı. Akılda en çok kalanı 1989 sonuçlarıdır. Fakat hemen ertesinde o başarıyı yele verdi. Bu defa Türkiye’nin ürettiği çok daha farklı ve ilginç bir sosyoloji içinde sağladığı yerel seçim başarısını genel seçim başarısına dönüştürmek istiyorsa CHP bambaşka bir siyaset üretmesi gerekiyor. Bu yazıda özellikle onları ele alacağım.
2024 seçimleri CHP’ye halkın armağan ettiği, onu sınamak için verilmiş bir olanaktı. CHP bu ölçüde bir sonucu muhtemelen beklemiyordu. Olabilir. Siyaset bazen de bu türden başarılar armağan eder partilere. Durumun adı yer kaymasıdır. Önemli olan teveccüh gösterilen, tercih edilen partinin o imkânı kullanması veya kullanamamasıdır.
Oysa CHP, son yazımda belirttiğim gibi belediyeleri, neredeyse içgüdüsel denebilecek bir yaklaşımla ve bir daha belirteyim sol bir parti olmanın neredeyse hiçbir koşuluna sahip olmaksızın yönetiyor. Önemli işler de yapılıyordur ama bir siyasete bu büyüklükte bir yerel yönetim imkânı ancak onu o ölçekte sınamak ve başarırsa genel yönetime taşımak maksadıyla verilir. Eğer bu önerme doğruysa o takdirde CHP’den daha fazlasının beklenmesi hem doğaldır hem şart hem zorunluluktur.
CHP’nin bugün sahip olduğu gücü kullanmasının tek aracı, son yerel seçim başarısı elde ettiği 1989’dan bu yana geçmiş 45 yıldaki (yani yarım yüzyıldaki) toplumsal dönüşümü kavramasıdır. O da bir bilinç ve teori meselesidir. Bilincin ve teorinin geliştirdiği gerçeğin, yani sorunları somut şekilde kavrayan ideolojinin politikaya dönüştürülmesidir. CHP için en ciddi yetersizlik bu ilişkinin kurulmamasıdır.
Şimdi bu iki olgunun üstüne oturduğu koşulları ele alayım. İki temel koşul var. Birincisi, sosyo-ekonomik yapıdır. İkincisi, demokrasi bağlamındaki beklentilerdir. Öce birini sonra diğerini ele alayım.
Mevcut göstergelerden hareketle başka bir değerlendirmede bulunayım. Türkiye’de oy dağılımını ve siyasal partilerin konumunu daima ideolojik açıdan ele alıyoruz. Elbette öyle olacak. O ideolojinin sosyo-ekonomik çözümlemesini de yapıyoruz. Ama kimse ekonomi-sosyolojik açıdan bakmıyor.
I. ALTYAPI YİNE ALTYAPI
1. Siyaseti bölgelerin zenginliği tayin ediyor
Önce şu ‘büyüklük’ dediğim hususu açıklayayım. CHP, son seçimlerde, çok kez vurguladığım adlandırmamla Büyük L dediğim coğrafyayı kazanmıştır. Büyük L, Çanakkale’den Hatay’a kadar olan sahil şerididir ve bu şerit Hatay dışında eksiksiz şekilde CHP’ye oy vermiştir ki, o kentte de oy farkı binde 5 civarındadır. Dahası da var. CHP, şimdi, Orta Anadolu’yu silip süpürmüş, Isparta ve Konya’nın kuzeyinden Ankara’yı aşıp Kırıkkale’ye, Kırşehir’e uzanmıştır. Kırşehir gibi geleneksel milliyetçi sağla bütünleşmiş bir şehirdeki oy farkı CHP lehine %15’tir. Bu sonuçlar, bu durum, son çeyrek yüzyıldaki siyasal tarihin en önemli, en çok hayret uyandıran sonuçlarıdır.
Bahsettiğim bölge yani Büyük L öncelikle ekonomik açıdan Türkiye’nin başka hiçbir bölgesiyle, hatta geriye kalan Anadolu’yla mukayese edilemeyecek zenginlikte bir bölgedir. Ekonomik olanaklara dileyen herkes dilediği sosyolojik unsuru katabilir, sonuç CHP lehine değişir. Bu bölgeyle birlikte düşünülebilecek ikinci bir bölge Türkiye’de mevcut değildir. Büyük L bölgesi, Orta Anadolu’yla birleştirilirse Anadolu yarımadasının neredeyse yarısını meydana getirir. Bırakın Anadolu illerini sadece İstanbul’un nüfus toplamı Balıkesir, Çanakkale, İzmir, Bursa, Antalya, Mersin, Muğla’nın toplamına eşittir. İzmir’i çıkarsanız durum daha da vahimleşir. Anadolu’nun AKP’ye kalan kısmı çorak ve boştur. Buna Konya, Sivas, Kayseri dahildir. Kaç Erzurum, Muş, Bayburt, Gümüşhane bir İstanbul, bir İzmir, bir Adana, bir Antalya eder nüfus olarak?
Mevcut göstergelerden hareketle başka bir değerlendirmede bulunayım. Türkiye’de oy dağılımını ve siyasal partilerin konumunu daima ideolojik açıdan ele alıyoruz. Elbette öyle olacak. O ideolojinin sosyo-ekonomik çözümlemesini de yapıyoruz. Ama kimse ekonomi-sosyolojik açıdan bakmıyor. Aynayı ters çevirince şaşırtıcı bir noktaya geliyoruz. Türkiye’deki partiler bölgelerin zenginlik durumuna göre ayrışıyor. Son seçimlerde Türkiye’nin her bakımdan en zengin, ileri, önde gelen bölgesi CHP’ye büyük fark ve ağırlıkla oy vermiştir. Bir kere bu gerçeği saptayalım. Aynı bölgeden vakti zamanında AKP’nin aldığı oyları da bu gözle yeniden değerlendirmek gerekir.
Öne sürdüğüm saptamanın doğruluğunu kanıtlayacak ikinci bir bulgu var. Son seçimlerde AKP, Anadolu’da şu bahsettiğim ve kıyı zenginliği dediğim imkanlardan yoksun kalmıştır veya yoksun bırakılmıştır. Ama ikinci zengin halkayı kazanmıştır. AKP’nin kazandığı iller gerçekten de Türkiye’nin en yoksul kesimi değildir. O kesim, en yoksul Anadolu bölgeleri İyiP ve DEM’e kalmıştır. Tablonun bize üreteceği sonuç şudur: Türkiye’de en zengin bölgeyi elinde tutan operasyonel olarak ülkeyi yöneten partidir. İkinci zengin halka muhalefete tekabül eder. Sağ-sol ayrışmasına bu açıdan bakmak gerekiyor ki, o da Türk siyasetinin yeniden yorumlanması demektir.
En zengin bölgeler ‘gerçeğini’ biraz daha irdeleyelim. Anadolu bugün bomboştur. AKP, Cumhuriyet tarihinin en önemli göç hamlelerinden birini başarıyla sonuçlandırmıştır. 1950’lerin, 1960’ların göçlerinden sonra 2000’lerin göçleri çok daha zor bir projeydi ve başarılmıştır. AKP, daha AKP ve Türk Sağı kitabımdan başlayarak sürekli olarak vurguladığım üzere, Anadolu’yu büyük kentlere taşımış, uydu kentler kurarak suburbia’yı, kentlerdeki taşrayı yaratmış, onları ilçe haline getirerek mukimlerine iş, aş, gelecek hayali vererek, yoksulluklarını unutturarak oy almıştır. Bu bir kapalı sosyolojidir. Seçmen kendisine doğrudan çıkar sağlayan siyasetle, doğru ve rasyonel şekilde bütünleşmiştir. Bu hamle daha ileriye doğru da açılmıştır, sadece İstanbul’la sınırlı değildir. Bir türlü bitmeyen ‘batıya doğru göçümüz’ içinde İstanbul odaktır ama Batı tümüyle Anadolu ‘hurucuna’ zemindir. Göçerlerin beklentileri değil de kırgınlıkları CHP’yi tercihlerine yol açmıştır. Herhangi bir siyasi parti bakımından bu gerçek yönetilmesi daha da zor bir durum meydana getirir.
Şimdi mesele CHP’nin bu kitleyi nasıl taşıyacağıdır. Cevabım sol bir tahayyül geliştirerek olacaktır ama bu mümkün müdür, mümkünse nasıl?
Vakti zamanında sanayileşme diyerek küçük köylülük üstünden siyaset yapan Demirel, o köylüler büyük kentte fabrika işçisi olduğunda ve doğru şekilde, kendisine değil, dönemin gerçek sol partisi CHP’ye yöneldiğini hazin şekilde idrak etmişti. Bugün de aynı şey oluyor. AKP’nin kente taşıdığı seçmen şimdi AKP dışı bir tercihte bulunuyor. Bunu siyasal erginliğin bir tezahürü diye görmek gerekir.
2. Siyasal dönüşüm ve dinsel muhafazakârlıktan kültürel muhafazakârlığa
Fakat şimdi ortaya çıkan durumu nasıl açıklayacağız? Ne değişti, ne kırıldı da ortaya CHP’ye dönük bu teveccüh çıktı?
Cevap, siyasal sosyolojinin işleyen temel kuralıdır. Türkiye 1990’lardan başlayarak, kendisini solda gören esasen doktriner ve muhafazakâr olan çevrelerin gözünü kapayıp kulağını tıkadığı modern sonrası döneme geçti. Belki modernleşmesini tamamlamadan o atılımı yaptı ama evrensel gelişmelerin takdim-tehir gibi bir şansı olmuyor. Berlin Duvarının çökmesi ve son modernist devlet olan SSCB’nin dağılmasından sonra klasik siyasal modernleşmenin kurum ve kuralları tartışmaya açıldı. İstesek de istemesek de iki temel toplum kimliği, Kürtlük ve Müslümanlık bu kapıdan içeri girdi. Benim ‘yüz yıllık parantez’ dediğim ve Cumhuriyet dönemini kastettiğim, özü itibariyle Tanzimat’tan başlatarak ‘iki yüz yıllık parantez’ demem gereken tarih bu hamleyle başka bir düzleme çekildi. O düzlem adını koyarak söyleyeyim, kimlik politikaları düzlemidir. AKP bu temel üstünde yükseldi. Klasik Türk sağının kalkınmacılığını, hiçbir dönemde görülmeyen bir din söylemiyle bütünleştirince 1990’lardan bugüne kadar yeni bir cumhuriyet dönemi hazırladı.
Bu tarih bir noktada yavaşlayacaktı, yavaşladı. Çünkü, bir kere daha sosyolojinin iki kuralı işledi. Birincisi, kapalı sosyoloji zamanla gelir artışı, sosyal ilişkiler ağının genişlemesi, bölgesel/yerel coğrafi, kentsel dönüşümler gibi unsurlarla bütünleşince yerini yeni ideolojilerin kabulüne bırakır. Hızlı olmasa da bu damar işler ve sonuç bir dönüşümdür. Türkiye’de nüfusun, ekonominin ve insan kaynağının ‘yığıldığı’ sahil şeridinde tamı tamına bu olgu yaşanıyor. Zamanında devletten koparak kendisine ticaret yoluyla siyasal özerklik kazandıran çevreler bugün büyük kentlerde dış dünyayla bütünleşerek bir kere daha siyasal özerkleşme yaşıyor. Seçmen çok somut bir şekilde rasyonel seçmen davranışı sergiliyor ki, 1950’den beri bu tutumunu sayısız kere kanıtlamıştır.
Mevcut sonucu doğuran ikinci unsur da aynı kökten türemiştir: muhafazakârlık ideolojik dindarlık üstünde gelişmez, kültürel dindarlık üstünden gelişir. Türkiye’de aristokratik muhafazakârlık dinsel değildir, Batılı, laik ve Kemalisttir. Bu bakımdan büyük kent, dindarlığı/Müslümanlığı küçük görür ve onu ‘kapı önündeki ayakkabılar’, ‘yere kadar pardösü’, ‘başörtüsü’, ‘kurban kesmek’ gibi bazı sembollerle tahkir eder. Oysa ‘halk muhafazakârlığı’ dinseldir ve bütünüyle şu andığım sembolizmaya dayanır. Ne var ki, çok önemli bir nokta sürekli şekilde ihmal ediliyor: muhafazakâr çevre de Türkiye’nin iki yüz yıllık tarihi boyunca Batılılaşmaya kapalı ya da uzak kalmamıştır.
1990’lar bu bakımdan iki önemli gerçeği barındırır. Birincisi o yıllarda Müslüman burjuvazi kent alanına taşınır ve görünür hale gelir. (Attila İlhan daha 1960 ve 1980’lerde o çok meşhur TV dizilerinde ve romanlarında bu gerçeği saptamıştı.) Bugün kentli bir Müslüman-muhafazakâr sosyolojimiz var.
İkincisi, kimlik politikalarını tayin edecek şekilde 1990’larda yaşadığımız dönüşüm dinin sadece kentlileşmesini değil kamu alanında da bir Anayasal hak faktörü olarak görünmesine yol açmıştır. Kırsal alan kentliliği dikkat çekecek şekilde en yoksul kesimdeki seçmenle bütünleşmiştir. Bu nedenle İYİP ve DEM diğer partilerden çok farklı bir seçmen tabanına sahiptir ve zaten İyiP diye bir parti artık söz konusu edilemez. Muhtemelen o çevre zamanında kurulan o partiyi ANAP’laştırmak şeklindeki boş hayallerin zıddına yeniden AKP’ye akacaktır.
İlginç olan, sermayeyle bütünleşmiş dindarlık ilişkisinin yarattığı Müslüman burjuvazinin bir bölümünün AKP dışındaki bir siyasete yönelmekte beis görmemesidir. Aynı durum alt gelir gruplarındaki kitleler için de geçerlidir. Daha doğal bir tepki olamaz. Vakti zamanında sanayileşme diyerek küçük köylülük üstünden siyaset yapan Demirel, o köylüler büyük kentte fabrika işçisi olduğunda ve doğru şekilde, kendisine değil, dönemin gerçek sol partisi CHP’ye yöneldiğini hazin şekilde idrak etmişti. Bugün de aynı şey oluyor. AKP’nin kente taşıdığı seçmen şimdi AKP dışı bir tercihte bulunuyor. Bunu siyasal erginliğin bir tezahürü diye görmek gerekir.
Şimdi mesele CHP’nin bu kitleyi nasıl taşıyacağıdır. Cevabım sol bir tahayyül geliştirerek olacaktır ama bu mümkün müdür, mümkünse nasıl?
Türkiye, çok uzun yıllar, neredeyse bir yüzyıl boyunca kültürel hamlesini siyasal hamle zannetti. CHP başından beri o zannın zeminidir. Sadece 1965-1980 arasında toplumsal bilincin yükselmesiyle birlikte Ecevit bu gerçeği gördü, daha doğrusu o gerçeği sezdi ve ‘devlet partisinden halk partisine’ görüşünü geliştirdi.
II. SOL TAHAYYÜLÜN TEMELLERİ
1. Solu yeniden tanımlamak
Böyle bir problemin yanıtını evet-hayır şeklinde vermenin abesliğini bir yana bırakalım ama CHP’nin, yeni bir cevabın öngöreceği en önemli unsurdan yoksun olduğunu belirterek başlayalım ki, o da sol ideolojinin eksikliğidir. Niyet olarak, heves olarak hatta ‘zan’ olarak bu kavram, sol kavramı, CHP’de mevcuttur. Sol CHP’de sadece gerçek olarak eksiktir. O boşluğun ana nedeni, CHP’li kesimin ve bilhassa partinin felaketini hazırlayan şey, Beyaz Türklerin sol zannettiği değerlerin sola ait olmamasıdır. Ilımlı, aristokratik bir liberal sağ partinin hatta Batılı anlamıyla bir muhafazakâr partinin savunacağı kültürel değerlerle sol olmaz. Öncelikle bu tarih ve sosyoloji gerçeğini tespit etmek gerekir.
Türkiye, çok uzun yıllar, neredeyse bir yüzyıl boyunca kültürel hamlesini siyasal hamle zannetti. CHP başından beri o zannın zeminidir. Sadece 1965-1980 arasında toplumsal bilincin yükselmesiyle birlikte Ecevit bu gerçeği gördü, daha doğrusu o gerçeği sezdi ve ‘devlet partisinden halk partisine’ görüşünü geliştirdi. CHP ne yazık ki, hala, ‘devleti kuran parti’ sloganıyla hareket ediyor. (Doğrusu ‘devletin kurduğu parti’ olmasıdır. Üstünde çalıştığım 2205 güzünde yayınlamayı umduğum Türkiye’de Modern Siyasetin Oluşumu: CHP 1922-2002 başlıklı kitapta bu tefriki ele alıyorum.) Oysa, ekonomi-sosyoloji analizini yukarıda verdiğim zemini CHP kendisine yeni ve gerçek bir solun zemini olarak kurgulayabilir.
2. Aleviler, Kürtler ve sol bileşenler
İkincisi, CHP’deki ‘sol eksikliği’ partinin doğal taşıyıcıları olan Alevilerden, Kürtlerden ve gerçek sol unsurlardan kopmasıyla başlamıştır. Bugünden sonra da CHP’nin Kürtlerle ittifak kurmasındaki güçlük açıktır. Kürtler kendi partileri ve talepleriyle siyaset yapacaktır. Fakat Alevilerle yeni bir konsensus denenebilir ve çok önemlidir. Ne var ki, o ilişki CHP-Aleviler yönlü değil ancak Aleviler-CHP yönlü olursa etkinlik kazanabilir. Diğer seçenek, Alevilerin bu parti içinde asimilasyonu anlamına gelir ve fazladan bir önem ve anlam ifade etmez. Alevilerin CHP’yle bütünleşmesinin sayısız yararının olacağı muhakkaktır. Hepsinden önemlisi artık unutulmuş olan laiklik tartışmalarının daha gerçekçi bir zeminde yeniden ele alınmasıdır. Laikliğin yeniden konuşulması az sonra değineceğim toplumsal uzlaşma/mutabakat bakımından ayrıca değer taşıyor. Yoksa din-devlet işlerinin ayrıştırılması şeklindeki bir tanımla Türkiye’nin daha fazla ilerlemesi olanaksızdır ki, şu sıralarda yaşanan Sünni Müslüman siyaset başka türlü aşılamaz.
CHP’nin elindeki yerel yönetim imkanıyla sorun odaklarında ve çözüm olanaklarında sivil toplumu örgütlemesi, toplumsal ve siyasal iradenin aşağıdan yukarıya örgütlenmesini temini gereklidir. Partinin toplumsal talepler çerçevesinde siyaset üretmesinin yolu budur. Böyle bir örgütlenme ve iletişim modeli içinde CHP’nin siyaseten hata yapma olasılığı kaybolacaktır.
3. Sivil toplumsuz asla...
Üçüncü önemli husus sivil toplumdur. Sivil toplum kavramını bir kere daha Hegel’den başlayarak ele almanın anlamsızlığı ortada. Yerel yönetimler çağdaş siyaset içinde sivil toplumu meydana getirir. Sivil toplum kesin bir şekilde devlet dışlı alandır. Devlet bir bakıma içimize çektiğimiz havada da mevcuttur, o nedenle bu ifade abartılı veya ihmalkâr görülmemeli. Ayrıca devlet-dışı alan demek kayıtsız koşulsuz ve kuralsız bir alan anlamına da gelmez. Tersine kural, koşul ve kayıtların özünde demokratik bir kurum/yapı olmayan devlet tarafından değil, onun kontrolündeki üst otorite ve bürokrasi tarafından değil, doğrudan doğruya özneleri tarafından yerleştirilmesidir. Sivil toplum tümüyle bu niteliği taşıyan yönetim iradesinin adıdır. Sivil toplum kendi kararını kendisi alan, bunun için örgütlenen toplumdur. Bu kadar basit ve bu kadar karmaşık.
CHP’nin elindeki yerel yönetim imkanıyla sorun odaklarında ve çözüm olanaklarında sivil toplumu örgütlemesi, toplumsal ve siyasal iradenin aşağıdan yukarıya örgütlenmesini temini gereklidir. Partinin toplumsal talepler çerçevesinde siyaset üretmesinin yolu budur. Böyle bir örgütlenme ve iletişim modeli içinde CHP’nin siyaseten hata yapma olasılığı kaybolacaktır. Türkiye çok uzun zamandır, bir vakitler SHP’nin sloganı olan ‘demokratik devlet örgütlü toplum’ kavramını unuttu. Yakınılan başkanlık sistemi sadece birisi istediği için sürmüyor, toplumun kendi kendisini örgütleme iradesi ve imkânı ortadan kalktığı için devam ediyor. Yerel yönetimlerin toplumu örgütlemesi, yaşanan tüm sorunların, o arada da demokrasi kısıtlarının aşılmasındaki tek olanaktır.
CHP önce sol yani sosyal demokrat ideolojiyi içselleştirmeli, sorunları ve olguları bu açıdan değerlendirmeli, ardından kendisini ve ideolojisini kitlelere taşımalıdır. Zincir budur. Bugünkü yapısıyla sol, gerçek sosyal demokrat bir ideolojinin kurmanın önündeki en büyük engel bizatihi CHP’nin kendisidir.
III. SOLUN SOLLLUĞU, ÖNCELİĞİ, ÖNCÜLÜĞÜ
CHP’ye ilk gününden beri hâkim olan kültür-siyaset yanılgısı bir yana, çünkü o sadece bu partiye ait ve özgüdür, diğer unsurları ele almak ve işlemek sadece sol siyasetle ilgili olamaz. öncesiyle birlikte düşünüldüğünde siyasal İslamın Türkiye’de devam eden 30 yıllık iktidarı da bir çevre ve taban hareketidir. AKP’de kadınların etkinliği malumken tüm siyasetler sivil toplumu dilediklerince kullanabilir. Buradaki ayrım, araçların sol bir zihniyetle ele alınmasıdır. Sol, burada bir düşünce ve önerme olarak gerçekliğe öncüldür. Koşullar solu önermez. Sorunlar sol bir bakış açısıyla okunur, yorumlanır ve değerlendirilir. Koşullar sol bakış açısıyla ele alınır. Bir kere biz bu gerçeği hatta olguyu yerli yerine oturtalım CHP de bu gerçeği öncelikle öğrensin.
Devam edeyim: sol, ideal koşullar oluştuğunda ortaya çıkan bir ideoloji değildir. Koşulları idealleştirme maksadını güden bir anlayıştır. İdealleştirme derken hayalden, ütopyadan bahsetmiyoruz. Hayatı insana, insan haysiyetine yakışır şekilde düzenlemekten, hayata ve somut altyapıya doğrudan ve somut müdahaleden bahsediyoruz. ‘Jenerik’ bir sol kabul, hatta ön-kabul, dünyayı yeniden biçimlendirmeyi öngörür. Sol, sınıfsal varoluş gerçeğinden yola çıkar ama solun değerler sistemi, kaba Marksizmin fazlasıyla radikal bazı önermeleri dışında, herkese içkindir. Zaten Leninci bir ihtilal mantığından değil sosyal demokrat bir yönelimden söz ediyoruz. 21. Yüzyılın hiçbir sorun odağı sol bir muhakemenin dışında değildir. Hareket noktası daima ekonomi ve sosyolojik dönüşümdür. O iki zemin sağlamlaştırılırsa diğer unsurlar kendilerini çok daha fazlasıyla somutlaştırabilir.
Böyle bir çerçevenin çatılması bir reddiyecilik içermez, toplumsal konumunu farklı bir ideolojiyle bütünleştirmiş çevrelerin dışlanmasını gerektirmez. Aksine, onları kapsar. Bugünkü dünyada ve Türkiye’de kimlik politikası sosyo-ekonomik kökenli yönelimlerin önündedir. Ne var ki, solun tarih boyunca en önemli işlevi, tartışmasız şekilde en güç işlevi, o toplumsal çevreye kendisine ait gerçeği anlatmaktır. Yani, siyasal konumunun, tabanına sıkıştığı siyasette değil başka bir siyasette bulunması gerektiğine o çevreleri ikna etmektir. Kırsal ve yoksul kesim öncelikle kültür ve kimlik temelli siyasete yönelir. Politik bilinci arkadan gelir ve onu başka bir zemine taşır. Türkiye’de bu gerçeğin hatırlanması ve uygulanması gerekiyor. CHP’nin, son yirmi yılın iktidarı karşısında bu politik perspektifi ortaya koymadığını söylemek için alim olmaya gerek yok. Maalesef popülist bir söylemin eşliğinde CHP, 1990’lardan beri benimsediği sekter ve kendisini eriten o çok yanlış merkeze kayma politikasını sürdürüyor. Bu suretle kendi kazanımlarını korumakta dahi yetersiz duruma düşüyor.
CHP’nin kendisini dönüştürmesi ve dört gözle beklediği ve umduğu ama sadece beklediği ve umduğu siyaset bu muhakemeyi anlayıp tanımadıkça ve uygulamadıkça tek bir adım ilerleyemez. Daha da somutlaştırayım: CHP önce sol yani sosyal demokrat ideolojiyi içselleştirmeli, sorunları ve olguları bu açıdan değerlendirmeli, ardından kendisini ve ideolojisini kitlelere taşımalıdır. Zincir budur. Bugünkü yapısıyla sol, gerçek sosyal demokrat bir ideolojinin kurmanın önündeki en büyük engel bizatihi CHP’nin kendisidir.
Türkiye’nin yurttaşlık tanımı, yönetim mekanizmaları, sınıf ilişkileri ve devlet tanımından başlayarak geliştirilecek yeni toplum-devlet düzenlemesinin çerçeveleyeceği bir sözleşemeye acilen ihtiyacı bulunuyor.
IV. DEMOKRASİ, YİNE DEMOKRASİ
Ama bu aşamada üstünde durulacak ve CHP’yi bulunduğu ‘dar hendese’den kurtaracak çok önemli bir olanak var: demokratikleşme. Gerçek bir demokrasi bilinci CHP’nin içine hapsolduğu tüm kısıtlamaları aşmasına yeter. Gerçek merkez ancak yüksek ve ödünsüz bir demokrasi bilinciyle tertip edilebilir. Bugünkü Türkiye’nin merkezi ise demokrasi bilincinin tahribiyle özdeştir. Bu çapraşık, ters ilişkinin öncelikle dönüştürülmesi gerekir. Demokrasi ve merkez siyaseti kavramları gündelik olaylarla sınırlı tutulacak kadar sığ değildir.
Bir ülkenin demokratik dönüşümü, yeni bir toplum modelinin inşası demektir. Şu veya bu eksiklik mutlaka demokratik eksikliğe veya demokrasi eksikliğine tekabül etmez. Demokratik dönüşüm, bahsettiğim yeni toplum modelinin kurulmasını sağlayacak olan toplum sözleşmesinin oluşturulmasıdır. Bugün Türkiye’nin en büyük eksiği budur. Türkiye, sözleşmesi olmayan, bulunmayan bir ülkedir ve buna Anayasası dahildir. Her zaman söylediğim ve şimdi de ayrıntısına girmeyeceğim üzere, Türkiye’de anayasa bir toplum sözleşmesi olma niteliğini taşımaz. Anayasanın gerçekçi bir sözleşmeye dönüşmesi kapsamlı bir diyalektik ilişkiyi, ikna süreçlerini gereksinir. Kimse hatırlamasa bile, 1990’larda çok konuşulan bu olgunun şimdi uygulanması şarttır.
Şunu unutmayalım, Türkiye’nin yurttaşlık tanımı, yönetim mekanizmaları, sınıf ilişkileri ve devlet tanımından başlayarak geliştirilecek yeni toplum-devlet düzenlemesinin çerçeveleyeceği bir sözleşemeye acilen ihtiyacı bulunuyor. 15 milyon çalışanın sadece %15’inin sendikalı olduğu, sadece %25’inin kırsal alanda, %75’inin kentlerde yaşadığı, tarım dışı sektörlerde çalışan ücretlilerin yaklaşık yüzde 45’inin asgari ücret ve altı çalışanlardan oluştuğu (6 milyondan fazla insandan söz ediyoruz) ve sektörlere ayrıştırıldığında durumun büsbütün vahimleştiği bir dönemde Türkiye’nin mevcut yapıyla daha fazla devam etmesi olanaksızdır. Bu yapının muhafazası ancak git gide artacak bir popülizmle mümkündür ki, iktidarın da muhalefetin de yönelimi bu doğrultudadır. Popülizm Türkiye’de statükoyu korumanın en keskin ve fonksiyonel aracıdır. Gerçekten ‘yeni’ bir Türkiye bulunuyor karşımızda. Sosyal ve ekonomik açıdan bu derecede şaşırtıcı olgularla yüz yüze olan bu ülkede muhalif söylemin çok daha keskinleşmesi gerekir. Siyaset topluma karşı böyle bir borç içindedir. O borcunu ancak güçlü ve somut bir sosyal demokrat ideoloji üreterek karşılayabilir. Sosyal demokrasi bu manasında ne hayaldir ne passé, gelmiş geçmiş, eskimiş, erimiş bir söylemdir. Gerçektir ve uygulanabilir. Üstüne üstlük henüz hiç denenmemiştir ve o derecede taze ve yenidir.
Pierre Clastres, yaptığı derin araştırmada kabile topluluklarının (tribal societies) iktidarın merkezileştirilmesine karşı çıktığını kanıtlamıştı. Öylelikle de toplumlarda gücün merkezileşmesine dönük bir evrim olduğu görüşünü reddetmişti. Genç yaşında ölen Clastres’nin düşüncesi demokrasinin yapısına dönük bir anlayışı yansıtır. Başladığım yere dönersem, evet, demokrasi muhalefettir. CHP, tanımladığım kısır döngüyü kıracak bir olanaktır ama bu da galiba onun kendi içinde dönüşmesiyle ve muhalefet partisi olduğunu idrak etmesiyle mümkündür. İktidara ancak muhalefet edilerek varılır. Muhalefeti, CHP ya volens nolens yapar ya da toplum onu da aşarak yeni bir siyasal güç odağı inşa eder.
Mesele, CHP’nin bu gerçeği kavrayarak hareket etmesi, kendisinden başlayarak toplumu sosyal demokrat bir anlayışla dönüştürmesidir. Yoksa koşullar CHP’yi dönüştürür ki, onun da ne anlama geldiğini bilenler bilir.
İlginizi Çekebilir