Can Yücel ‘Barış ve demokratik toplum çağrısı’nı nasıl okurdu?
SİYASET70’li yılların sonuna doğru. Taze üniversite öğrencisi olduğumuz zamanlar. Eski AKM’nin sinema salonundayız. Konferansın “siyaset ve demokrasi” gibi bir başlığının olduğunu hatırlıyorum. Sahnede Birikim dergisinden aşina olduğumuz Murat Belge, Onat Kutlar, Can Yücel…
Can Yücel neo-klasik devletlerin toplumu tasarlama ideallerinin, kapalı kamusal- kültürel alanlarının savaşın yarattığı felaketler sonrasında nasıl dönüştüğünü, “modern” denilen dünyanın entelektüel çabalarla nasıl kurulduğunu anlatıyordu.
Eğer Can Yücel hayatta olsaydı, 70’li yılların sonuna doğru eski AKM’de yaptığı bir konuşmasından aldığım ilhamla kendisine sormak isterdim: Bu çağrı neo-klasik dünyadan kopuş ve modern bir ulus-devlete dönüşüm süreci için tarihi bir başlangıç olarak okunabilir mi? Eğer öyle okunabilirse, siyasetçiler ve siyaset-dışı aktörlerin ne yapmaları gerekiyor, sorumlulukları neler?
Ülkenin yıkılmayacak anıtlarından biri olan Can Yücel’i andım, yazımın başlığında.
Ama bu durup dururken olmadı. Benim açımdan önemli bir nedeni var. Öğrenciliğimde, 70’li yılların sonuna doğru eski AKM’nin sinema salonundaki bir konferansta, “Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’na girmediği, bu nedenle normalleşmediği”ni söylemişti ve benim gibi insanları hem şaşırtmış, hem de kızdırmıştı.
Yıllar sonra ne demek istediğini belki bir parça anladığımı zannediyorum. Meselenin bir parça farkına varmamı sağlayan o. Ama bildiğimiz didaktik yöntemlerle değil, kendine özgü söylemiyle. Bir bulmaca gibi üstelik yıllarca kafamı zorlayarak. Bunu nasıl yaptığını müsaadenizle yazının sonuna saklayayım.
Bir “silah bırakma ve örgütü feshetme çağrısı” olarak okunuyor, Abdullah Öcalan’ın yaptığı açıklama. İşte bu noktada Can Yücel’in o konferansta söyledikleri aklıma geliyor ve savaşın sona ermesinin yalnızca bundan ibaret olamayacağını düşündürüyor.
Öcalan’ın metninde “Soğuk Savaş döneminin koşullarının PKK’nın varlık nedeni” olduğu yer alıyor. Bugün koşulların değiştiğinden ve örgütün bu geçmişe dair hafızayı yeniden üretmekte olduğundan. Bunlar çok çarpıcı, ezber bozan sözler.
Diğer taraftan da bir dönüşümden söz ediliyor. “Barış ve demokratik toplum çağrısı” başlığı… Sırrı Süreyya Önder’in yaptığı ekte tekrar vurgulanan demokrasi ve hukuk koşulu…
Acaba bundan daha radikal bir koşul ortaya konabilir miydi?
PKK evet, Soğuk Savaş döneminin koşullarında kuruldu ve koşullar değiştiği halde kendisini tekrarlamaya devam etti. Peki ya devlet ve koşullar değiştiği halde değişmeden kalan, yeniden ürettiği anlam dünyası? Bu değişmeyecek mi?
Bu önemli olayı “din kardeşliği” üzerinden okuyanlar olabilir, ya da pragmatik bir siyasal işbirliği arayışı olarak…
Ama bunun tersi de mümkün: Bu olay neo-klasik milli devlet tasavvuru üzerine kurulan bir rejimin -ve kendi yarattığı, kendisine musallat ettiği karşıtlarının- gecikmiş bir normalleşme çabası olarak da okunabilir. Metinden benim anladığım bu.
Bu koşul iki anlam dünyası arasında olduğu kadar yapılması gerekenler arasında da bir fark (yarık) olduğunu ortaya çıkarıyor.
Karşılaşılan durum sanki bir parça AB adaylığının kesinleştiği 2005 yılını andırıyor.
Malum, “siyasal sembolik alan” yalnızca görünenden ibaret değil. Tıpkı bir buz dağının denizin üzerinde kalan bölümü gibi. Dolayısı ile siyasal sembolik alanı koşullandıran da bu suyun altında kalan kısmı. Bu koşulları siyasetin kendi başına sağlaması mümkün değil. Sivil toplumun, basının, hukukun bağımsızlığını gerektiriyor.
Bu anlaşma Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki en önemli dönüm noktalarından birini oluşturabilir.
Hangisi tercih edilirse.
“Temkinli olmak gerekir” evet. Ama bu çağrının Devlet Bahçeli’nin girişimiyle yapılmasının da tarihi bir anlamı ve önemi de olduğu açık.
Mesele Can Yücel’in söylediği gibi, “neo-klasik” bir ulus-devlet düzeninden modern bir ulus-devlet düzenine geçiş problematiği süreci.
İşte bu nedenle bu tarihi olay yalnızca Kürt siyasal hareketi ile, hak talepleri ile sınırlı değil, gelecekte Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisiyle, yani milletiyle yaptığı bir anlaşma halini alabilir.
Umarım bu fırsat geçmişte kaçırılanlar gibi buharlaşıp gitmez.
Şimdi gelelim Can Yücel’in savaş felaketlerinin yarattığı dönüşüm üzerine söylediklerine.
Başta dedim ya, bu ilk başta tepki gösterdiğim, kafamı zorlayan bir mesele.
Hafıza denen şey de bilinenleri değil, bilinmeyenleri de bir yerde saklıyor. Uzun vadeli bir öğrenme süreci yaratabiliyor.
70’li yılların sonuna doğru. Taze üniversite öğrencisi olduğumuz zamanlar. Eski AKM’nin sinema salonundayız. Konferansın “siyaset ve demokrasi” gibi bir başlığının olduğunu hatırlıyorum. Sahnede Birikim dergisinden aşina olduğumuz Murat Belge, Onat Kutlar, Can Yücel…
Ama küçük bir düzeltmeyle: Can Yücel henüz ortada yok. Konferansın başlama saati gelmiş. Onat Kutlar ile Murat Belge birbirlerine bakıyorlar, aralarında fısıldaşıyorlar. Belli ki Can Yücel’in geleceğini düşünüyorlar ve bekliyorlar. Ama bir tedirginlikle. Gecikmeyle, hatta neredeyse umut kesilmişken Can Yücel salona duhul ediyor. Konferansı yöneten Onat Kutlar olmak üzere herkes rahatlamış gibi oluyor. Ama nerede? Can Yücel geciktiği gibi oturduğu yerde de pek rahat durmuyor. İki de bir cebinden sigarasını çıkarıyor. Kibriti tam çakacak, Onat Kutlar önce gözleriyle, sonra parmağını sallayarak durduruyor. Bu girişimlerini konuşma sırası kendisine gelene kadar tekrarlıyor.
Böyle bir durumda ne oluyor? Ben size kendi tanıklığımı anlatıyorum ama salondaki yüze yakın kişi için de durum farklı değil. Ne mi oluyor? Konuşmacılar değil elbette ki yalnızca Can Yücel, daha doğrusu sahne performansı izleniyor. Dikkatler ister istemez onun üzerinde toplanıyor. Bütün izleyicilerin dikkatleri konuşmadığı halde onun üzerinde.
Nitekim yarattığı bu gerilimin sonunda yapacağını yapıyor ve bombayı patlatıyor.
İşte benim de bugün hala söylediklerini hatırlayabilmemi sağlayan da bu. Can Yücel’in sahnede sergilediği bu olağan dışı performans. Bu nedenle olmalı, o tarihlerde çok değer verdiğim diğer konuşmacıların ne söylediklerinden aklımda hiçbir şey kalmadı, bu da benim kusurum. Ama Can Yücel’in söyledikleri hafızama kazındı. Yalnızca kazınmakla da kalmadı, üstelik ilk başta kızdırdı. Sonra da yıllarca düşündürdü.
Can Yücel konuşmasında özetle Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’na girmediğini, bu nedenle demokratikleşmediğini söyledi. Bu sözler o tarihlerde benim gibi savaş karşıtı olan insanlar üzerinde bir bomba gibi etki yapmıştı. Ne demek istiyordu? Savaşa mı girmeliydik? Can Yücel bunu nasıl söyler? Sözlerini tepkiyle karşıladığımı hatırlıyorum. Can Yücel ne demek istiyordu? Ne dediğini anlayamamıştım ya da yanlış anlamıştım. Ne demek istediğini ancak yıllar sonra anladım.
Neo-klasik devletlerin kamusal-kültürel sahası devlet gücüne, imtiyazlarına bağımlıydı ve sekülerleşmemişti. 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler, UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim ve Kültür Örgütü), Avrupa Topluluğu falan gibi uluslararası yapılarla, felaketlerden ders çıkarmak için nasıl bir çaba içinde olunduğuna, nelere ihtiyaç duyulduğuna işaret ediyordu…
Birlikte yaşam deneyimi yaşamak için Osmanlı’nın elinde tarihinden gelen muazzam bir hazine bulunuyordu. Avrupalıların ise o tarihlerde böyle bir imkanları yoktu. Osmanlı’nın siyasal ve kültürel eliti bu süreçte eğer Avrupalılardan öğrendikleri “oryantalist” modeli benimsemek yerine -onların ancak büyük savaştan sonra fark ettikleri- kapsayıcı ve eşitlikçi modernliği kavrayabilmiş olsalardı, Türkiye de farklı bir yer olurdu.
Can Yücel neo-klasik devletlerin toplumu tasarlama ideallerinin, kapalı kamusal- kültürel alanlarının savaşın yarattığı felaketler sonrasında nasıl dönüştüğünü, “modern” denilen dünyanın entelektüel çabalarla nasıl kurulduğunu anlatıyordu.
Önemli olan felaketlerden ders çıkarmak. Çünkü felaketin gerçekliğine tanıklık etmek mümkün değil. Ancak sınırsız ve sonuçsuz bir çabayla anlamaya, hissetmeye çalışmak mümkün.
İlginizi Çekebilir