Brandweek 2024'ten Notlar (2): Türkiye'de Yeni "Siyaset"
SİYASETBrandweek'te sizinle paylaştığım notlar, bir içgörü. Ama bu yolculuk, sistemli, duygu dolu ve büyülü bir yolculuk.
“Yeni Siyasetin Başlangıcı” adlı oturumlar dizisinin ikinci bölümünde Türkiye'nin sosyal, ekonomik ve siyasi krizlerine yönelik analizlerle dolu dikkat çekici oturumlar gerçekleşti. Yeni bir gelecek inşa edebilmek için, oturumlarda aldığımız notların ötesine geçmeli, içimizde filizlenen bu farkındalığı daha somut adımlarla beslemeliyiz. Çünkü gerçek değişim ve dönüşüm; siyasetin, sivil inisiyatifin yanında düşün gücünün de kolektif bir çabasıyla sağlanacak.
Brandweek’te öğle sonrası tüm salonlarda dijital pazarlama, yapay zekâ ve marka konularında çeşitli brifingler verilirken, sunumlar yapılırken ve sohbetler edilirken “Yeni Siyasetin Başlangıcı” adlı oturumlar dizisinin ikinci bölümünde Türkiye'nin sosyal, ekonomik ve siyasi krizlerine yönelik analizlerle dolu dikkat çekici oturumlar gerçekleşti. Bu yazıda, yine oturumlarda tuttuğum notları referans alarak Türkiye'nin siyaset arenasında nasıl bir dönüşüm geçirebileceğine dair öngörüleri aktaracak ve politik söylem (discourse), iletişim ve popülist liderlerin yükselişi gibi kritik konularda görüşlerimi paylaşacağım.
Peki, önceki yazımda aktardığım global krizleri ve çıkmazları Türkiye için de düşünmek mümkün mü yoksa dünya üzerinde Türkiye’nin ayrıksı bir pozisyonu mu var? Eğer varsa bu krizleri aşmak ve daha güçlü bir gelecek inşa etmek mümkün mü ve araçlarımız neler? Aslında bu yazının başlığını rahmetli Zafer Toprak hocanın çalışmasından ödünç aldım, Türkiye’de Yeni Hayat: İnkılap ve Travma, bu başlığı bugünün siyasetine taşırsak, her yeni siyaset anlayışı beraberinde neler getirecek ya da neler götürecek?
Türkçü ve dindar köşeleri hemhal olan bir orta Anadolu Türkiye’si, İskenderun’dan İstanbul’a doğru kıyılar diye bileceğimiz bir kentleşmiş Türkiye ve en geri kalmış yöreleri ile Kürtlerin kimliksel ve kültürel taleplerinin önde olduğu bir Türkiye… İşte Bekir Ağırdır’ın üç Türkiye’si. Ağırdır, Türkiye’nin bu üç farklı coğrafyasının birbirinden oldukça farklı dinamiklere sahip olduğunu detaylı bir şekilde aktardı.
ÜÇ TARZ -I “TÜRKİYE”
İkinci yarının "Türkiye Nereye Gidiyor" başlıklı ilk oturumunun ilk konuşmacısı Bekir Ağırdır'dı. Türkçü ve dindar köşeleri hemhal olan bir orta Anadolu Türkiye’si, İskenderun’dan İstanbul’a doğru kıyılar diye bileceğimiz bir kentleşmiş Türkiye ve en geri kalmış yöreleri ile Kürtlerin kimliksel ve kültürel taleplerinin önde olduğu bir Türkiye… İşte Bekir Ağırdır’ın üç Türkiye’si. Ağırdır, Türkiye’nin bu üç farklı coğrafyasının birbirinden oldukça farklı dinamiklere sahip olduğunu detaylı bir şekilde aktardı. Seçmen davranışlarını sadece hikayeler veya yüzeysel analizler üzerinden okumak yerine, bu coğrafyaların dinamiklerinin anlaşılması üzerine olması gerektiğini ifade etti.
Siyasi İletişim Danışmanı Gülfem Saydan Sanver de popülist liderlerin benzer sloganlar kullanarak muhalefeti bölme stratejilerine değindi. Sanver, popülist liderlerin korku, kaygı ve endişe yaratarak toplumu konsolide etmeye çalıştığını belirtti. Şiddetin, otokratikleşmenin önemli bir konsolidasyon unsuru olduğuna dikkat çeken Sanver, bu durumun iletişim alanında da belirleyici bir rol oynadığını söyledi.
Sanver, siyasetin yeni bir dil kullanması gerektiğini ve iktidarın belirlediği kavram setlerinin muhalefet tarafından da benimsenmesinin yanlış olduğunu ifade etti. "Kutsal devlet mi, vatandaş mı?" sorusunu tartışarak, mevcut dilin bu konuda kutuplaştırıcı bir etki yarattığının üzerinde durdu. "Sürece zarar vermeyelim" gibi ifadelerin, her iki tarafın da tartışmalardan kaçınmasına neden olduğunu ve farklı bir zihin haritası oluşturmak için farklı kelimeler kullanılması gerektiğini söyledi.
“(…) Ben hem benimim, hem de senin, sen de benim,
Bir öyle garip hale geldim ki bugün
Sen ben misin, bilmiyorum, ben mi senim.” Mevlâna Hazretleri
Sevgililer/eşler birbirlerinin alışkanlıklarını, jestlerini ve mimiklerini benimseyerek, zamanla giderek birbirine benzer /benzediği söylenir. Bu benzeme iştiyakı kalıtımla da gelecek nesillere aktarılır. Kısaca sevgi, kişinin kendi benliğinin genişlemesine ve özneyi bazı ötekilere yönlendirmesine (ve diğer ötekilerden uzaklaştırmasına) yol açar. “Sevilenle birlikte olma arzusu çoğunlukla sevilenle birbirine kaynaşma ve bir nevi kendi kimliğini kaybetme arzusu halini alır.” (Ahmed, 161) Çoğunlukla da hayali bir benzerliğin sevgiye dönüşmesine yol açar. Bu benzeşme isteğini kitle hareketlerinde de görebiliriz. Şu anki milliyetçi-muhafazakâr bir ki/ütlesi olan Türkiye’nin güçlü referansları verdiğim kavramlar üzredir. Sanver’in “korku, kaygı ve endişe” olarak ifade ettikleri bir duygu yönetimine de işaret eder ve Türkçü-sünni retorikten başka o kitleye yönelik iletişimde duyguları harekete geçirecek kavramlar bulmak oldukça zordur. Sanver’in farklı bir kavram haritası oluşturma yargısına oldukça iyi niyetli bir şekilde yaklaştığını ve milliyetçi-muhafazakâr bir ki/ütlesi olan Türkiye’de bu referanslara yaslanmadan bir iletişim kurmanın -koşullar ve değişkenlerin etkisinin nötralize edildiği durumlarda- zor olduğunu düşünüyorum.
Oturumun önemli isimlerinden Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu da Türkiye'nin mevcut siyasal sistemini "alaturka başkanlık" ya da "sultanizm" olarak tanımlayarak, bu sistemin otoriter unsurlar taşıdığını ifade etti (Linz ve Chehabi, 1998).
Kalaycıoğlu’nun bir diğer değindiği kavram anayasal ikiyüzlülük (constitutional hypocrisy) idi. Kamu bürokrasisinin yetkilerinden arındırılmasının, devletin toplumsal bağlarla olan ilişkisini yasaların tersine yorumlanarak zayıflattığını ifade etti. Devlet ile hükümet arasındaki geçişkenliğin arttığını ve bu durumun kamu kurumlarının zayıflamasına yol açtığını söyledi. Bu durumun, ahbap-çavuş ilişkilerinin (patronaj sisteminin) güçlenmesine nedeni olduğunu da vurguladı.
Türkiye'de otoriter rejimlerin değişmemesinin altında yatan güvensizlik duygusunun altını çizen Korkmaz, eşitsizlikler nedeniyle toplumun bazı kesimlerinin yerleşik partiler tarafından temsil edilmediğini düşündüğünü söyledi.
“OTORİTER REJİMLERİN DEĞİŞMEMESİNİN NEDENİ: GÜVENSİZLİK DUYGUSU”
“Dünya’nın En Büyük Partisi: Tarafsızlar” adını taşıyan ikinci oturumun konuşmacıları da Türkiye’nin önde gelen think-tank kuruluşlarının temsilcileriydi. Oturum IPSOS Türkiye CEO’su Sidar Gedik’in sunumunun ardından değerlendirmelerle devam etti.
İstanPol kurucu ve eş-direktörü Seren Selvin Korkmaz, tarafsız ve kararsız seçmenlerin önemine dikkat çekerek bu grubu "yüzer-geçer seçmen" olarak tanımladı. Siyasetin rasyonel bir zemine dayandığını ancak duygusal bir seçim süreci olduğunu vurgulayan Korkmaz, bu süreçte insanların duygularını anlamanın kritik öneme sahip olduğunu belirtti.
Türkiye'de otoriter rejimlerin değişmemesinin altında yatan güvensizlik duygusunun altını çizen Korkmaz, eşitsizlikler nedeniyle toplumun bazı kesimlerinin yerleşik partiler tarafından temsil edilmediğini düşündüğünü söyledi. Bu durumun, özellikle dışarıda kalan gruplar için "azınlıklardan kurtulursak sorunlardan da kurtuluruz" gibi tehlikeli bir algıya yol açtığını ifade etti. Seçmenler karmaşık siyasi ortamda temsil eksikliği hissederken, genç seçmenlerin -tek taraflı iletişim kurmak yerine- diyalog kurma ihtiyacı içinde olduğuna dikkat çekti.
“Dindar-Muhafazakâr Erkekler Yeniden Refah’a, Kadınlar ise CHP'ye”
Araştırma ve iletişim dili üzerine konuşan Toplumsal Etki Araştırmaları Merkezi kurucu ortağı Mehmet Ali Çalışkan ise sandığın giderek önemsizleşmesi ve toplumda umutsuzluk ile karamsarlığın yaygınlaşmasının nedenlerine değindi. Oy verme davranışını değiştiren seçmenlerin önemine dikkat çekerek "kararsızlar azsa, kutuplaşma fazladır" dedi.
31 Mart ile CHP’nin 6 milyon yeni seçmenin olduğunu, bunların 1.5 milyonunun AK Parti 'den geldiğini ve CHP'nin altılı masa içinde kendi pozisyonunu oluşturmaya çalıştığını ifade etti. Bu bağlamda, "helalleşme" ve "değişim" kavramlarının CHP tarafından kullanıldığını belirtti.
Çalışkan, insanların nereden nereye geçtiğini anlamanın önemli olduğunu vurgularken, neden geçtiğini de bilmenin kritik olduğuna dikkat çekti. AK Parti’den ayrılan erkek seçmenin ilk adresinin Yeniden Refah Partisi olduğunu söyleyen çalışkan AK Parti’den ayrılan kadın seçmenin, CHP'de daha fazla yer bulduğunu ifade etti. Dindar muhafazakâr kadınların Erdoğan sayesinde diğer kadınlarla bazı eşitliklere kavuştuğunu; ancak erkeklerle eşitlik sağlayamadıkları için CHP'ye yöneldiklerini ifade etti. Bu manada, yeni gelen seçmeni geçmişini eleştirerek karşılamanın yanlış olduğunu vurgulayan Çalışkan, bu süreçte eleştirinin caydırıcı olabileceğine dikkat çekti.
“Çözüm Üreten Merkez Siyaset Anlayışının Son Bir Kez Tutunma Şansı Var”
Research İstanbul yönetici ortağı Can Selçuki de kararsız ve tarafsız seçmenlere "umursamaz seçmen" olarak tanımladığını ifade etti. Bu grubun demokratik sistemin dışında kaldığını ve geniş halk kesimlerinin demokrasinin kendilerine bir fayda sağlamadığına inandığını belirtti. Bu durumun, sistemi umursamayan bir seçmen kitlesi yarattığını söyledi
Muhalefetin yaşadığı kültürel uzaklaşmanın, toplumla bağ kurmada önemli bir engel olduğunu belirten Selçuki, çözüm üreten merkez siyasetin Türkiye'de son tutunma şansı olduğunu ve bu merkezin dünya ile uyumlu politikalar geliştirmesi gerektiğini vurguladı.
Bu tartışmalar sırasında ben de salonda oturmuş, konuşmacıları dikkatle dinliyordum. Bir yandan kendi notlarımı alırken, bir yandan konuşmacıların seçmen tariflerinin gerçekten ne ifade ettiğini düşünüyordum. Araştırmaların sonuçlarına dayanarak yapılan bu sınıflandırmalar belki bilimsel bir çerçeve çiziyordu, fakat ben sahadaki gerçeklikle uyumlu olup olmadığını sorguluyordum.
Yorumcuların dile getirdiği "umursamaz", "yüzer-geçer" ve "tarafsız" seçmen kategorilerine dair hem sahada hem saha arkasında yer almış biri olarak şunu açık bir şekilde ifade edebilirim:
"Umursamaz" ya da "yüzer-geçer" olarak tanımlanan insanların, aslında sistemden uzaklaştırılmış, politize olamamış ve dolayısıyla demokrasinin işleyişi için hayati önem taşıyan bir grup olduğunu düşünüyorum. Kapılarına gittiğimde “evet, biz zaten sizi destekliyoruz” ya da “hayır, biz şunu destekliyoruz” deyip diyaloğu kapayan seçmen yerine ifade ettiğim grupları ilgisiz ya da kayıtsız olarak tanımlamak, onları marjinalleştirmek ve dışlamak demektir. Oysa seçmen grubu, siyasi sistemin onlara dokunmadığını düşündükleri için mi uzak duruyor, yoksa gerçekten apolitik oldukları için mi? Bunu anlamak ve bu grupları demokrasiye kazandırmak, siyasetin bilimsel ve asli bir görevi olmalıdır.
Bir sonraki konuşmacıyı dinlerken, tam da bu umursamaz ya da yüzer-geçer seçmen kitlesine yönelik ikna edici bir strateji geliştirmek üzerine notlar aldım. Bu insanlar, belki de politikadan bıkmış, güvenlerini kaybetmişlerdi; ama aynı zamanda demokratik sürecin içine çekilebilecek, yenilikçi ve kapsayıcı bir yaklaşımla motive edilebilecek bir potansiyel taşıyorlardı ve en önemlisi aktif bir diyaloğa açıklardı. İşte bu nedenle, bu grubu ikna edebilmek ve onları aktif seçmenler haline getirebilmek, aslında demokrasimiz ve siyasi partilerimiz için bir fırsat.
ABD’deki yeni durumun Kürt meselesine yönelik çözüm çabalarının yeniden şekillenebileceğini ifade etti. Saymaz, Kürtlerin muhalefetin etkisinden çıkarılarak başka bir alana taşınması durumunda mevcut iktidarın ömrünü uzatabileceğini vurguladı.
“Kürtler Muhalefetin Etki Alanından Çıkarsa Mevcut İktidarın Ömrü Uzar”
Günün en kalabalık oturumlarından biri olan “Türkiye’nin Gelecek Senaryoları” İsmail Saymaz, Özlem Gürses ve Deniz Zeyrek’i misafir etti. Deniz Zeyrek Türkiye'de sosyal çürüme ve ekonomik krizin yanı sıra gündem değiştirme politikalarının etkisin değinirken, Özlem Gürses de siyasetin kriz yaratmadığını aslında krizin kendisi olduğunu söyledi.
Araştırmacı-gazeteci İsmail Saymaz, hızla değişen siyasi gündemin muhalefetin sözünün alıcı bulamamasına ve etkisizleşmesine yol açtığını ifade etti. Saymaz, AK Parti'nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kültürel muhafazakarlığını iyi anladığını, ancak muhalefet cenahında bu temsiliyetin İYİ Parti tarafından tam olarak sağlanamadığını söyledi. 31 Mart yerel seçimlerinde bu alanı kısmen sahiplense de CHP'nin bunu sürdürecek politik kadrodan yoksun olduğuna dikkat çekti.
Erdoğan dışında bir liderin olmamasının AK Parti'nin geleceği açısından önemli bir sorun olduğuna değinen Saymaz, ekonomide Mehmet Şimşek'in müdahaleleriyle "uçağın burnunu yukarı çevirme" çabasına ve bu süreçte Trump'ın yeniden başkan seçilmesinin AK Parti hükümeti için önemine değimdi. ABD’deki yeni durumun Kürt meselesine yönelik çözüm çabalarının yeniden şekillenebileceğini ifade etti. Saymaz, Kürtlerin muhalefetin etkisinden çıkarılarak başka bir alana taşınması durumunda mevcut iktidarın ömrünü uzatabileceğini vurguladı.
Tam da oturumunun sonunda, İsmail Saymaz ve Özlem Gürses arasında popüler ve popülist lider kavramları üzerine dikkat çekici bir tartışma yaşandı. Saymaz, muhalefetin bir popülist lidere ihtiyaç duyduğunu belirttiğinde, Gürses hemen araya girerek Saymaz’ın asıl kastettiğinin "popüler bir lider" olduğunu düşündüğünü ifade etti. Gürses'e göre, popülist değil, halkta karşılığı olan ve kitleleri bir araya getirebilecek popüler bir lider gereklidir. Ancak Saymaz bu düzeltmeyi kabul etmedi ve ısrarla popülist bir liderin gerekliliğini vurguladı.
Bu tartışma, siyasetin doğasını ve popülizmin demokrasideki yerini tartışmaya açıyor. Chantal Mouffe, "Sol Popülizm” adlı çalışmasında, popülizmin sol siyaset için bir araç olabileceğini ve demokrasiyi derinleştirebileceğini savunur. Popülist lider kavramı otoriterleşen dünyada bir araç kullanııyor, bu doğru. Ancak Mouffe'ye göre, “güçlü liderlik ile otoriterizmi eşitlemek için bir gerekçe yoktur. Her şey lider ve halk arasında tesis edilen ilişki türüne bağlıdır.” (Mouffe, 80).
Saymaz’ın "popülist lider" talebi, Mouffe’nin tanımladığı türden, halkın sesine kulak veren, halkın sorunlarını dile getiren ve toplumun geniş kesimlerini harekete geçirebilecek bir lider modeline duyulan özlemi yansıtıyor. Sanver’in ifade ettiği duygu yönetiminin ve kavram haritasının değişmesini sağlayacak olan “karizmatik bir liderle kurulacak olan duygulanımsal bağlar” bunu başarabilir. Kısaca “sol popülist strateji, liderin otoriter olmadan, halkla duygusal bağlar kurarak kolektif bir irade yaratabileceğini savunur.”(Mouffe, 86)
Ortak Sorunlarda Birleştiren Toplumsal İttifak
“Demokrasi Krizinden Çıkış” başlığını taşıyan günün son oturumu “Demokrasi Krizinden Çıkış” başlığını taşıyordu, Cumhuriyet Halk Partisi, İyi Parti ve Yeni Refah Partisinden parti elitleri bu oturumun misafirleriydi. İyi Parti Genel Sekreteri Uğur Poyraz toplumda milliyetçi, muhafazakâr ve demokrat öğelerin bulunduğunu, bunların siyasi karşılık bulmakta zorlandığını belirtti. Yeni genel başkanıyla beraber İyi Parti'nin makul bir parti olarak konumlanacağına da vurguladı.
CHP Genel Sekreteri Selin Sayek Böke de güvencesizlik içinde yaşayan insanların yeni bir duygusal ve siyasal anlayışa ihtiyaç duyduğunu belirtti. Teknolojik adaletsizliklerin bir avuç şirketin kontrolünde olduğuna ve bu şirketlerin seçimlerdeki duyguları da etkileyerek kutuplaşmayı körüklediğine dikkat çekti.
Brandweek’in tematik konuşmasını yapan Daron Acemoğlu'na da atıfta bulunarak, "kapsayıcı kurumların olmadığı yerde demokrasi olmaz" diyen Böke, yeni siyaset anlayışının bireyciliği önlemek adına kolektif bir politikayı benimsemesi gerektiğini belirtti. Kimlikleri kucaklayan, duygudaşlığı teşvik eden bir siyasi yaklaşımın önemine vurgu yaptı.
Toplumsal Kanaatkarlık ve Demokrasi Krizi
YRP Genel Başkan Yardımcısı Suat Kılıç, Türkiye'deki toplumsal yapının kanaatkâr bir toplum olduğunu belirterek. Az sayıdaki insan tüm insanları uyandırabilir şeklindeki sözleriyle, toplumsal farkındalık ve hassasiyet yaratmanın önemine değindi.
Demokrasi krizinin, demokrasinin sınıfsal bir konumdan kaynaklanan bir sorun olduğuna dikkat çeken Kılıç, İsrail savaşı bağlamında da demokrasi krizine değindi. Bakanlığı döneminde birçok gensoru önergesi aldığını belirten Kılıç, milletvekillerinin o dönemde güçlü bir pozisyonda olduğunu söyledi. Ancak, yerel demokrasinin zayıflamasının ana nedeni olarak hukuk krizini işaret etti ve yargının her geçen gün bağımsızlığını kaybettiğini vurguladı. "Bir şey kanuna uygun olabilir, ama hukuka ve vicdana uygun mudur?" sorusunu sorarak, adalet tesisinin ülkeyi demokrasi krizinden çıkabileceğine inandığını ifade etti.
Peki Bu Sefer Yeni Bir Siyaset İçin Bir Yol Haritası Çıkar Mı?
Bu sefer evet, ancak şartlı evet.
Çünkü bir yol haritası sadece birtakım notlarla değil, uygulamaya dökülebilecek somut adımlarla çizilebilir.
Brandweek'te sizinle paylaştığım notlar, bir içgörü. Ama bu yolculuk, sistemli, duygu dolu ve büyülü bir yolculuk.
Keza tek bir liderin ya da tek bir partinin yolculuğu da değil, toplumun her kesiminin katılımıyla oluşan ortak bir iradenin yolculuğu.
Yeni bir gelecek inşa edebilmek için, oturumlarda aldığımız notların ötesine geçmeli, içimizde filizlenen bu farkındalığı daha somut adımlarla beslemeliyiz.
Çünkü gerçek değişim ve dönüşüm; siyasetin, sivil inisiyatifin yanında düşün gücünün de kolektif bir çabasıyla sağlanacak.
---
Kaynakça:
Ahmed, Sara. Duyguların Kültürel Politikası. İstanbul: Sel Yayınları, 2019.
Linz, J.J. and Chehabi. Sultanistic Regimes. London: The John Hopkins University Press, 1998.
Mouffe, Chantal. Sol Popülizm. İstanbul: İletişim Yayınları, 2019.
Toprak, Zafer. Türkiye’de Yeni Hayat: İnkılap ve Travma. İstanbul: Doğan Kitap, 2019.
İlginizi Çekebilir