© Yeni Arayış

Saraybosna’da savaşın izleri

Saraybosna’da savaşın izleri

Bosna topraklarının yüzde 49’u Republika Srpska denen bir otonom yapı tarafından yönetiliyor. 1992’de Saraybosna’yı kuşatan bu ordunun başında Ratko Mladiç denen savaş suçlusunun olduğunu söylesem herhalde başka bir şey eklemeye gerek kalmaz. Üçü de soykırımcılıktan ve insanlığa karşı suç işlemekten hüküm giyen Slobodan Miloseviç, Radovan Karaciç ve Ratko Mladiç’in adını Saraybosna’yı gezerken sık sık yineleyeceğiz. Tanıl Bora, “Yugoslavya’nın etnik ve kültürel mozaiğinin minyatürü” dediği Bosna-Hersek için şöyle yazıyor: “Yugoslavya’nın söz konusu özelliklerini ve potansiyellerini en canlı, en çarpıcı biçimde cicimleştiren ülkeydi. (…) Dolayısıyla Bosna-Hersek’in ‘yitişi’ herhangi bir dini-milli taraf (öncelikle, sistematik bir etnik kırımın seçilmiş ve ağırlıklı mağduru olan Müslümanlar) adına bir kayıp, bir yenilgi olmaktan öte bu umudun yitişidir, yenilgisidir.” Saraybosna, yaşanmışlıkla yüklü küfesini taşıyamayıp düşen bir hamalı anımsatıyor bana. Her şey dağılmış, saçılmış, kırılmış; o hamalsa sapı kopmuş küfesine gözyaşlarıyla kalanları yerleştirmeye çalışıyor. Bugün Saraybosna’nın yirminci yüzyılını anlatmak istiyorum. Bu şehrin yüzyılı açıp kapadığı, arada bir de dillere destan Olimpiyat Oyunları düzenlediği söylenir. Az önce üstünden geçtiğim Latin Köprüsü, 1914’te, Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ın uğradığı suikast sonucunda eşiyle birlikte hayatını kaybettiği yer. Bu suikast, I. Dünya Savaşı’nın tetiğini çekti; böylesini daha önce bilmediğimiz bir ölüm sarmalına girdik. Suikastı gerçekleştiren 19 yaşındaki Gavrilo Princip adlı genç de muhtemelen attığı bombanın nelere yol açacağını bilmiyordu. Köprüyü geçip biraz yürüyünce, solda, tuhaf bir yapı göze çarpıyor: Sarı-kırmızı çizgili bu Avrupai binanın tepesindeki süslemeler Endülüs’ü çağrıştırıyor. Avusturyalılar, Saraybosna’yı ele geçirdiklerinde Osmanlıların şehre girdiklerinde görecekleri ilk yere bu binayı inşa etmişler, sene 1876. Mimarı üslup öğrensin diye Mısır’a yollanmış, sonra Şark’la Garp’ı meczederek Saraybosna’ya bu binayı kazandırmış. 1.Dünya Savaşı’ndan sonra bu bina kütüphane işlevi edinmiş ama 1992 Ağustos’unda Republika Srpska ordusunun karşı tepeden attığı fosfor bombaları sonucunda yanmış. Atılan bomba sonucunda 25 bini elyazması olan 2 milyondan fazla kitap -yüzde 97- küle dönmüş. 2014’te elden geçmiş. Republika Srpska dedim, bundan biraz söz etmemiz gerekiyor. Bosna’nın hiç kimsenin anlayamayacağından emin olduğum bir siyasi sistemi var, on dört tane parlamento ayrı karar alıyor mesela, varın gerisini siz düşünün. Bosna topraklarının yüzde 49’u Republika Srpska denen bir otonom yapı tarafından yönetiliyor. 1992’de Saraybosna’yı kuşatan bu ordunun başında Ratko Mladiç denen savaş suçlusunun olduğunu söylesem herhalde başka bir şey eklemeye gerek kalmaz. Üçü de soykırımcılıktan ve insanlığa karşı suç işlemekten hüküm giyen Slobodan Miloseviç, Radovan Karaciç ve Ratko Mladiç’in adını Saraybosna’yı gezerken sık sık yineleyeceğiz. Zira, bu isimlerden Slobodan Miloseviç, 1389 Kosova Muharebesi’nin 600. senesinde yapılan anmada gösterdiği performansla “Sırpların lideri” unvanını aldı ama o dönemde Yugoslavya’nın başındaydı ve o çokkültürlü yeri bir Sırp Cumhuriyeti yapmaya karar vermişti. Tarih, savaşı kimin kazandığına göre sürekli yeniden yazıldığı için günün düşmanları, yarının kahramanları olabiliyor, bu da o bildik hikâyelerden biri işte. Bir psikiyatrist olan Radovan Karaciç, Republika Srpska’nın başındaydı. “Bosna kasabı” Ratko Mladiç ise Republika Srpska ordusunun bir numarasıydı. Bu üçlü, Sırp olmayan her şeye ve herkese karşı duydukları akıl almaz nefretle “Saraybosna umudunun” yok edilmesinin baş müsebbibi olarak tarihe geçti. Kütüphaneyi geçip biraz yukarı çıkalım -ne de olsa arabamız var- ve Sarı Tabya’ya gidelim. Tepeye kurulmasından savunma amaçlı olduğu ve başka tabyalarla birbirlerine bağlandıkları belli. Bu binanın hemen yanında, yine Batılı tarzıyla göze çarpan bir bina var. Rehberim Adnan, o binanın planını gösteriyor, bu apaçık bir “E” harfi. 1878 Berlin Anlaşması’nın ardından Avusturyalılar tarafından yapılan bu bina Savoy Prensi Eugen’e adandığı için böyle bir plana sahipmiş. Eugen kim? Osmanlı’nın elindeki Saraybosna’yı iki kez yakan adam. Tarih, savaşı kimin kazandığına göre sürekli yeniden yazıldığı için günün düşmanları, yarının kahramanları olabiliyor, bu da o bildik hikâyelerden biri işte. Tabyadan şehre bakınca sağda Kovaci şehitliğini görüyoruz, bu alan eskiden bir çocuk parkıymış. Birörnek mezartaşları arasında kubbeli olan Aliya İzzetbegoviç’e ait. Çocuk parkından şehitliğe dönüşüm, Saraybosna’yı en iyi anlatan göstergelerden biri. Böylece, yeniden arabaya binip şehrin biraz daha içine doğru gidebiliriz, bir pazar alanı çıkıyor karşımıza. “Kuşatma boyunca ‘güvenli alan’ diye bir kavram yoktu,” diyor Adnan, “sadece görece daha güvenli yerler vardı, Boşnaklar oralarda olduklarında kendilerini bir nebze güvende hissediyorlardı, bu pazar yeri de öyle çünkü etrafını çevreleyen büyük binalar var.” 44 ay süren kuşatmada burası da bombalanmış. Biraz ilerde biri diğerinden küçük iki yeşil taştan oluşan bir anıt var. Birbirlerine sarılamayan, kavuşamayan anneyle çocuğu. 44 ayda 1.601 çocuk tam 11.541 insan öldürülmüş, resmi rakamlarla, saptanabildiği kadarıyla. 56 binden fazla yaralının olduğu kuşatmanın nihai hedefi tamamen yok etmek değil, belki çıldırtmak ve psikolojik olarak yıkmak, bezdirmek, kaçırmak olduğunu da düşündürüyor -Zira Radovan Karaciç bir psikiyatr. 56 binden fazla yaralının olduğu kuşatmanın nihai hedefi tamamen yok etmek değil, belki çıldırtmak ve psikolojik olarak yıkmak, bezdirmek, kaçırmak olduğunu da düşündürüyor -Karaciç bir psikiyatr. Zira, her gün, rastgele, 329 bomba atmış Republika Srpska ordusu. 1.425 gün boyunca, her gün, rastgele bombalar. En güvenli olduğunuzu düşündüğünüz anda yanı başınızda patlayan bir bomba… Bu yol bizi Olimpiyat oyunlarının düzenlediği tesislere götürüyor. 1984 Kış Olimpiyatları hem Amerika’nın hem de Sovyetlerin katıldığı ilk oyunmuş ve büyük başarıyla düzenlenmiş. O günler, Saraybosna için, on sene sonra, adeta bir asır kadar uzaklaşmış. Savaştan sonra tamamen yanmış, harap olmuş binaları gören Olimpiyat Komitesi Başkanı Juan Antonio Samaranch, burayı eski hâline döndürmeye karar vermiş. Samaranch, bugün Saraybosnalıların en saygıyla andığı isimlerin başında geliyor. Olimpiyat tesislerinin karşısında yarısı yıkık metruk binalar var. Adnan burada doğmuş, 1992’de, bu hastaneler hedef alındığında içindeki beş bebek de hayatını kaybetmiş. Savaşın nelere yol açtığı unutulmasın diye bu binalar birer anıta dönüşmüş. “Kesinlikle Yugonostaljik değilim,” diyor Adnan, sesi titriyor, kim bilir kaçıncı kez birine buraları gezdiriyor ama sesi hâlâ titrek, gözlerinin aksine engel olamıyor belli ki. “Kuşatma boyunca Saraybosna’da neler yapıldı? Konserler verildi, tiyatrolar oynandı, güzellik yarışmaları düzenlendi, sergiler açıldı, yetmedi, en meşhur şarkıcılar bile bir şekilde geldi şarkı söyledi…” Bir başka mezarlıktan geçiyoruz, bu da bir futbol stadının yerine yapılmış, bütün dinlerin mensuplarının burada yan yana yattığını görünce insan en kallavisinden bir “ah ulan!” çekmeden edemiyor. Savaşta Bosnalıların komutanlarından birinin bir Sırp olduğunu öğreniyorum, Jovan Divjak, köken itibariyle Sırp olmasına rağmen vicdanen diğer tarafta savaşmayı seçen bir askermiş. Derken, yol sütünde bir küçük şapel, ama o da ne, adı Gavrilo Princip! Yahu bu bizim suikastçı değil mi? Ne işi var burada? Dahası, bir şapele neden adı verilmiş? Onun ve arkadaşlarının kemiklerini alıp buraya getirmişler. Ana caddeye çıktığımızda etraftaki keskin nişancıların nerelerde konuşlandığını görüyorum, bazen de hayal ediyorum, ama işte Saraybosna’dayız, insan ne kadar hayal ederse etsin, hakikat öylesine gerçeküstü ki ona yetişemiyorsunuz. Hotel Holiday, savaş boyunca gazetecilerin ve pek çok yabancının ikamet ettiği yermiş, hatta buradaki gazetecilerden biri daha sonra “buradayken cepheye gitmenize gerek yok,” demiş, “çünkü cephe ayağınıza geliyor.” Ana caddeye çıktığımızda etraftaki keskin nişancıların nerelerde konuşlandığını görüyorum, bazen de hayal ediyorum, ama işte Saraybosna’dayız, insan ne kadar hayal ederse etsin, hakikat öylesine gerçeküstü ki ona yetişemiyorsunuz. Fakat savaşın bile bir alışılageldik hâli var ve bir gazeteci, civarda farklı dillerin konuşulduğunu fark edince evvela buna bir anlam verememiş, sonra üstüne düşmüş ve “Saraybosna Safarisi”ni ortaya çıkarmış. Dünyanın çeşitli yerlerinden zenginler, herhalde daha çok av meraklıları, Republika Srpska’ya ve keskin nişancılara para ödeyerek canlı hedefler üstünde en aşağılık zevklerini tatmin etmeye çalışmışlar. Sekiz sokak ötede yürüyen bir kadın veya bir çocuk, koşan bir genç, oturduğu yerden kalkmakta zorlanan takati kalmamış bir ihtiyar… “Saraybosna Safarisi”ne katılan zenginin hedefinde. Bazı duvarlarda savaşın izlerini görmek hâlâ mümkün, tabii o izlerin bazılarının safariye katılan acemi zenginlerin yüzünden mi olduğunu bilmekse mümkün değil. Yine aynı cadde üstünde devasa bir medya binası var, bir heyula, ama bodrumu nükleer-geçirmez özelliğe sahipmiş. Böylece, Umut Tüneli’ne gidiyoruz. Savaş esnasında büyük bir gizlilikle, dört ay dört günde inşa edilen 800 metrelik bu tünel sayesinde Saraybosna düşmemiş. Şehirde yüz küsur yerde görebileceğiniz “Saraybosna gülü”, atılan bomba üç kişi ve daha fazlasını öldürdüyse bir anıt olarak yere dökülüyor. Tünelin girişine atılan bomba dokuz kişinin ölümüne yol açmış -7 Mayıs 1995. Tünelin kazıldığı yerin adı İlidza, bu kelime ilaçtan geliyor, bu bölgenin yeraltı suyu mineralli ve değerliymiş. Dolayısıyla, tünelin dibinde hep su olurmuş, özellikle de yağışlı havalarda bu su diz boyunu bile aşarmış. Kolar ailesi, tünelin yapılması için evlerini direnişe hediye etmişler. Kolarların büyükannesi, savaştan sonra yaptığı kahramanlık sayesinde Boşnaklar için bir nevi azize haline gelmiş. Kolarların torunu, şimdilerde müzede çalışıyor, onunla biraz sohbet ettim. Savaş başladığında evlerini terk etmek zorunda kalmışlar. Yirmi beş metresi bu evin altından geçen tünelin açık olan bölümünü ben de yürüdüm. Savaş kelimesi de tuhaf kaçıyor Saraybosna’yı anlatmak için. Çatışma başladığında Bosna’nın bir ordusu yok, ordu Yugoslavların ordusu, yani Sırplara olduğu kadar Boşnaklara da ait olması gereken bir ordu. Gelgelelim, olan ile olması gereken arasındaki uçurum milyonlarca insanın hayatını geri döndürülemeyecek şekilde etkiledi. Tünelin önemini Adnan şöyle anlattı: “Kaçmak, şehri terk etmek yasaktı. Tünelin yapılış amacı bu değildi. Birincisi, ordu buradan gitti ve savaşa devam etti. Şehrin içinde, kuşatma altındayken zihnen tükenmiştik, oysa, dağlar öyle değil. Çataçat savaşabilirsiniz. İkincisi de birçok insani yardım taşındı bu tünelden şehre.” Savaş kelimesi de tuhaf kaçıyor Saraybosna’yı anlatmak için. Çatışma başladığında Bosna’nın bir ordusu yok, ordu Yugoslavların ordusu, yani Sırplara olduğu kadar Boşnaklara da ait olması gereken bir ordu. Gelgelelim, olan ile olması gereken arasındaki uçurum milyonlarca insanın hayatını geri döndürülemeyecek şekilde etkiledi. Trebeviç dağına çıkarken Adnan bana bulunduğumuz mahallenin adının “Doğu Saraybosna” olduğunu söyledi, bu bende hiçbir etki yapmayınca pusulayı açtı ve nerede olduğumuzu sordu. “Güneybatı,” dedim. Peki, şayet Saraybosna’nın güneybatısındaysak buranın adı neden Doğu Saraybosna? Buradaki “Doğu” kelimesi, resmi dilde “Sırpların” kelimesi yerine üretilmiş. Yani, bir şeye Sırpların diyemeyince Doğu diyorsunuz. Republika Srpska’nın Sırbistan’ı anımsatan bayraklarıyla dolu her yer, neredeyse bütün binaların camları, cepheleri, sokaklar… Adeta Bosna’da değil de Sırbistan’dasınız, zaten maksat da bu. Yolda bir grafiti gördüm, Ratko Mladiç’i çizmişler, yenilerde çizildiği bariz, sildirilmek bir yana teşvik edildiği de. Ratko Mladiç’i çizmişler, soykırımdan, sistemik tecavüzden, binlerce insanın ölüm emrini vermekten sorumlu tutulan ve mahkemede ömür boyu hapse çarptırılan bir katili. Trebeviç’e çıkarken konu Rus edebiyatına geldi, şair Eduard Limonov’a. Konuşlandığı bu yerden Saraybosna’da insan avlamış, Republika Srpska ordusunda keskin nişancıymış. 1914’te basit bir bombanın atılmasıyla başlayan yüzyıl, yine Saraybosna’da, Birleşmiş Milletler’in her şey için çok geç kaldıktan sonra müdahale etmesiyle sona erdi. Bad-el harab-ül Bosna… Bosna-Hersek yazıları serisinin ikinci yazısını okumak için lütfen tıklayınız...

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER