© Yeni Arayış

Baykal’ı anımsarken...

 

I

Yapılı bedeni ve hayatı boyunca övündüğü, güvendiği yakışıklılığı, temiz ve dikkatli giyimiyle kader konuşmalarından birini yapmak için delegelerin oturduğu salondan yaklaşık 10 metre, üç katlı bir bina yüksekliğindeki kürsüde bulunan Baykal’ın yanındaydım, bir vesileyle. Aylardan Temmuz’du. Yıl 1991. İçinde bulunduğumuz salon belki 50 dereceydi. Zerre kadar heyecanı, telaşı yoktu. ‘Hiç heyecanlanmadınız mı’ diye sordum. Hafifçe gülümseyerek delegeleri gösterdi, ‘heyecan onlarda’ dedi. Gerçekten de ona taraf ve karşı olan tüm delegeler delice bir heyecan içindeydi ve Baykal bu gerilimi kullanmak niyetindeydi. Terlemeye başlamıştı. Bir kağıt mendili alnında gezdirmeye başladığında cebimdeki keten mendili uzattım. Gene bir espri yaptı, ‘aşağıda bir lira vereyim, yoksa mendil almak acı getirir’ dedi ama mendili sonuna kadar kullandı, eli alışkanlıkla daha çok kağıt mendillere gitse de.

Belli ki, kürsüde kaldığı süreyi uzatmak, yandaşlarının, tezahüratlarıyla karşıtlarını ezmesini istiyordu. O arada gazeteciler teyplerini yerleştirip yavaş yavaş çekilmeye başladılar. O bir süre de kağıtlarını kurcalayarak oyalandı. Sonra birkaç kere konuşmasına başlamak üzere hitap cümlelerini kurmaya çalışır gibi yaptı ve sanki tezahürattan fırsat bulamıyormuş gibi her defasında sustu. Yine denedi. Yine sustu. Her susuşunda delegeleri seslerini büsbütün artırıyordu. Tüm Türkiye siyasetinin o anda somutlaştığı kürsüyü bir tiyatro sahnesine dönüştürmüş, kendisini tragedya kahramanlarının yerine koymuş, rolünü oynuyordu.          

Her defasında olduğu gibi güçle ve şehvetle konuştu. Partisinin büyük hatipler geleneğine bağlıydı. Son örnek Bülent Ecevit’ti. Aralarında önemli farklar vardı. Ecevit büyük yeteneğine rağmen konuşmasını yazardı ve çok daha bütüncül, akıcı bir tarzla metnini aktarırdı. Daha şiirseldi. Baykal yazmazdı. Notlar alırdı. Doğaçlamayı severdi. Konuşma üslubu kelimeleri gülle gibi savurmaya dayanırdı. Ecevit’in bir kez olsun bağırdığını görmedim. Baykal yeri geldiğinde sesini kısacak kadar haykırırdı.

Konuşma onun için bir edimdi. Politika yapmasının tek aracıydı. Kendisini gerçeklemenin, varlığının en üst düzeyde bilincine varmasının da aracıydı konuşma. O gün de salonu coşturdu ama Erdal İnönü’ye karşı SHP Genel Başkanlığı mücadelesini ikinci kez kaybetti. Öncesinde bir kez yitirmişti. Birkaç ay sonra yeniden kaybedecekti.  

Bahsettiğim konuşmasını ‘ben 3’ün 5’inden Tekel emeklisi Hüseyin Hilmi oğlu Deniz Baykal. Bu kurultayda SHP Genel başkanlığına değil Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanlığına adaylığımı koyuyorum’ diyerek bağlamıştı. SHP Genel Başkanlığını da TC Başbakanlığını da elde edemedi. Çok yıllar sonra bir koalisyon hükümetinde Başbakan Yardımcısı olacaktı.

1990’lı yılların başındaki Baykal’ın yazgısı bu özetle kalmadı. Ayrıntısına burada girmeyeceğim ama saat saat izlediğim bir süreçle 1992 yılında 9 Eylül günü yapılan kurultayda CHP yeniden açıldı, Baykal, SHP’de elde edemediği genel başkanlığı, kuşkusuz çok daha övünçlü ve mutlu, CHP’de sağlamıştı. Atatürk, İnönü ve Ecevit’in oturduğu koltuğa yerleşiyordu. Erdal İnönü’nün koltuğuna oturmaktan daha onurluydu. Ondan sonra da iniş çıkılarla dolu şekilde 16 yıla çok yakın bir süre yerini korudu. CHP’nin tarihsel olarak en büyük dönüşümlerinde ve atılımlarından birini gerçekleştiren Bülent Ecevit onun tam yarısı kadar ancak 8 yıl bulunmuştu partinin başında.

Baykal’lı CHP tarihinin başarı olduğunu hiçbir şekilde söylemek mümkün değil. Tersine politik yenilgilerle ve ideolojik yalpalamalarla, gerilemelerle yüklü bir siyasal yaşam. Büyük ve makro siyasetinde ne kadar başarısızsa Baykal, kişisel siyasetinde o ölçüde başarılıydı. Bunca uzun liderlik tarihinde, geçmişiyle iftihar eden kurucu parti CHP, 1999 seçiminde, Baykal GB iken, ancak %8.7 oy alarak baraj ve parlamento dışında kaldı. Bir önceki 1995 seçimlerinde de ancak binde yedi oy farkıyla, %10.7 oranında oyla parlamentoya girebilmişti.

SHP’yle birleşmeyi sağlayan ve bu partiyi yutan CHP’nin bu manevrasının arkasında kuşkusuz iki faktörden biri SHP GB’nı Karayalçın’ın siyasal yetersizliği ve öngörüsüzlüğü, diğeri Baykal’ın hırsları ve kişisel ikbaline dönük iradesiydi. Tarihsel ölçüde önemli olan bu türden bir olayın sadece bu faktörlerle açıklanması olanaksızdır. Olayı hazırlayan dışsal etkenler mevcuttur ve gerçektir. Bununla birlikte parlamento dışı kaldığı için GB’tan istifa eden Baykal’ın bir buçuk yıl sonra dönüp yeniden aynı koltuğa oturması o dışsal faktörlerin etki gücünü çok azaltıyor. Unutmayalım ki, AKP dışında parlamentoya giren tek parti CHP, 2002 seçimlerinde de ancak %19.3 oy alabilmişti. GB olduğu dönemde yapılan üç seçimden sonra katıldığı son seçim olan 2007’de CHP %20.8’de kalmıştı. 1999 seçimi dışında tüm seçim sonuçlarını ‘zafer’ olarak nitelendiren Baykal 2010’da CHP GB’nı bir daha dönmemek üzere terk edecekti ama politik yaşamını sürdürecekti.

Verdiğim kısa tarihi ve hakkında yukarıda geçerken yaptığım değerlendirmeyi biraz daha somutlaştırırsam, Baykal’ın siyaseti, aşağıda vurgulayacağım nedenlerle, çok büyük ölçüde kendi kişisel başarısı için araçsallaştırdığını söylemem gerekir. Türkiye’ye çok farklı katkılar sağlayabilecek SHP’yi genel sekreterliği döneminden başlayarak çok dar bir koridora sıkıştırdığı o tarihi inceleyenlerin kayıtlarında mevcuttur. Müthiş bir pragmatizmle Baykal hemen hemen hiç stratejik politika izlememiş daima taktik manevralarla ilerlemiştir. Parti tabanının yarısının her şeye rağmen ona bu derecede bağlı olmasını ise ancak siyasal davranışçılar ek çalışmalarla açıklayabilir. Üstünde çok düşündüğüm ve çalıştığım söz konusu olguyu siyasal modernleşmenin bir parametresi olarak görmek de gerek.

Daha ileri gitmeden burada şunu belirtmek zorundayım. Baykal, ‘sol’ siyaseti daima gelenek-gelecek gerilimine oturtmuştur. Önce SHP’de başlayan ve çok ciddi aşamalara gelen bu tartışmayı gördüğü için girişte belirttiğim kurultaya İsmail Cem’le birlikte Yeni Sol kavramını önererek geldi ki, o ana kadar bu kavram çok kullanılmış, etrafında gruplar oluşmuştu. Baykal GS iken bu kavramı telaffuz edenler şiddetle karşı çıkıyor ‘yenilikçilik nedir, bugün yeni olan yarın eski olur’ diye çatıyordu. Daha sonra CHP’yi açınca kısa süre bu anlayışı sürdürdü. İsmail Cem harıl harıl sonradan kimsenin hatırlamayacağı programı yazıyordu. Oysa aynı öte tarafta tamamen ‘Atatürk’ün partisi’ düşüncesiyle ve 1930’ların sembolizmiyle başlamıştı. Bir süre sonra, aşağıda ele alçağım, Baykal bunların tümünü reddederek CHP’yi milliyetçi bir parti çizgisine bile isteye oturttu.

II

1960’ların sonunda başlamış bunca uzun bir politik hayatı sadece genel başkanlık tarihiyle sınırlamak zor ve anlamsız. O zaman bu tarihi akılda tutarak o uzun tarihin diğer dönemeçlerine, nirengi noktalarına bakmak gerek.

1960 askeri darbesi öncesinde Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okuyan bu genç için hayatı boyunca peşini kovalayan hayalet, ordunun yönetime el koymasından birkaç gün önce Kızılay’da yapılan gösterilerde Menderes’in yakasına yapışıp ‘hürriyet istiyorum’ demesiydi. Nihayet Meclis kürsüsünden de bir ANAP milletvekili tarafından anlatılan bu öyküye cevap verirken öyküyü reddetmiş, yalanlamış, sözlerini ‘Menderes’in yakasına yapışmadım ama bulduğum yerde sizin yakanıza yapışacağım’ diyerek tamamlamıştı.  O yıllarına tanıklık edenlerden bu öykünün doğru olduğunu kimse bugüne değin söylemedi. Ayrıca Baykal’ın o derecede politik bir şahsiyet taşıdığını söyleyen de çıkmadı.

Hayatını adım adım kurgulayan Baykal’ın Hukuk Fakültesi sonrasında siyasetin ve o yıllarda Ankara akademik hayatının odağı olan Siyasal Bilgiler Fakültesinde asistan olması herhalde bir rastlantı değil. Şerif Mardin’in (Mehmet Genç’le birlikte) ilk doktora öğrencilerinden Baykal’ın kendisine bir defasında derse geç kaldığının anımsatılması üstüne arkaya çekilip ağlamaya başladığını da hem Mardin’den hem de o sırada sınıfta bulunan aynı zamanda ev arkadaşlığı yaptığı sonradan profesör olan bir dostundan dinlemiştim. Fakat hiçbirisi onun politizasyonuyla ilgili bir şey anlatmamışlardı.

Politik tutumuna dönük ilk anekdotu bir başka SBF profesörü anlattı. 1960 darbesi sonrasında genç asistanlar yeni anayasa da hazırlandığından evlerde toplanıp güncel siyasal konuları tartışmakta ve ne yapabileceklerini araştırmaktadırlar. Baykal o toplantılara katılmaz. Nihayet ısrarlar üstüne gelir. Anekdotu anlatan çok sakin ve sonradan sol kimliğini çok kanıtlamış arkadaşının ısrarı üstüne herkesi dinledikten sonra konuşur. Arkadaşı, Baykal’ın anlattıklarını dinleyince ‘herhalde AP’den politikaya girecek’ diye düşünür. Çevresindeki herkes böyle düşünmektedir.

Buna mukabil Baykal 1965 seçimleri sonunda ortaya çıkan durumu Siyasal Davranış Kürsüsü doktoru olmak için hazırladığı teziyle (Siyasal Katılma: Bir Davranış İncelemesi, SBF Yayınları, 1970) ele alır. Tez, AP’nin seçimleri neden kazandığını bir köyü eksen alarak mikro-sosyolojik bir çözümlemeyle irdeler. Doçentlik tezi ise Türkiye’nin Siyasal Eliti başlığını taşır. Pareto ve Mosca’dan hayli etkilenmiş ama dönemine göre öncü bir tezdir ki, doktora tezi için de aynı iddia öne sürülebilir. Elit teorisini hiç kullanmasa da doçentlik tezi Baykal’ın 1960’ların sonuna doğru CHP siyasetine girmesini sağlar. CHP Planlama Bürosu için hazırladığı rapor ilgi çekecektir. O sırada CHP’nin dönüşümü başlamıştır ve hareketin başında ‘Mülkiye Cuntası’ diye adlandırılacak, Turan Güneş’in ve Haluk Ülman’ın öncüleri olduğu çevre vardır. Baykal bu ekibe katılır.

Dönüşüm hareketi uzun bir sürecin yeni evresidir. 1957’de İlk Hedefler Beyannamesi’yle başlayan hamle, 1965’te İsmet İnönü’nün CHP’yi ‘ortanın solu’nda bir parti olarak nitelendirmesiyle yeni bir döneme erişmişti. Kavramı benimseyerek tutkuyla savunan genç ama 1961 hükümetinde Çalışma Bakanlığı yapmış Bülent Ecevit o rüzgarla 1966 yılında CHP Genel Sekreterliğine seçiliyordu. Hemen sonrasında 1968’le birlikte dünyada ve Türkiye’de başlayan öğrenci hareketleri CHP’yi gerçek solla yakınlaştırıyordu. Baykal’ın siyasete girişi bu döneme rastlar ve pragmatik bir politikacı olarak bahsedilen kanavayı benimsemesi doğaldır. Dönem ‘toprak işleyenin su kullananın’ sloganını benimseyen CHP’nin dönemidir. Kısa sürede Ecevit’in yakın çevresine girecek 1972’de Ecevit’in CHP GB’nı seçilmesinin ardından 1973’te girilen seçimlerde Baykal da Antalya’dan milletvekili olacaktı. Hemen ertesinde de henüz 35 yaşında bakan. Ama o arada 1971 askeri darbesi sırasında ne yaptığına dair bir bilgimiz yok.

Baykal’ın o yıllarda da adı siyasal önermeleriyle duyulmaz. 1972’de yayınlanan ve Ecevit’in bizzat yönettiği Özgür İnsan dergisinde bir makalesi yayınlanır. Makalede Baykal siyaseti gerilim olgusu şeklinde tanımlar. Yazı gayet edebi metaforlarla bezenmiştir.  İkinci önermesi siyasetin ‘sürekli değişen koalisyonlar kurma’ eylemi olduğudur. ‘Entellektüel’ yazıların ilgi topladığı söylenemez ama Baykal daha sonraki dönemlerde önce Erbakan’ın MSP’si ile kurulmuş koalisyonu Ecevit’e bozduran kişi olarak tanınır. Kıbrıs Harekatı oya dönüştürülecek, CHP iktidara gelecektir. Tez başarısız olur. 1997 sonrasındaki büyük başarısızlığın CHP’sinde ise Baykal, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanıdır ve Başbakan Ecevit’e hiç haber vermeksizin (iddia bizzat Ecevit’indir) Ataş’ı ve İpraş’ı devletleştirir. Bu nedenle uzun süre ‘aşırı solcu’ tanınacaktır.

Baykal’ın politik hırsları daha 1976 yılında yapılan Kurultayda kendisini belli etmiştir. Henüz 1973’te girdiği siyasette CHP Genel Sekreter Yardımcı olmuş, ardından ‘5’ler Harekatı’ adı verilen bir kalkışmayla görevinden istifa ederek, 1976 kurultayında Ecevit’e karşı cephe alarak kurultaya kaybedeceği bir liste sunmuştur. 1979’a gelindiğinde ise çok daha sert bir çıkışta bulunmuş, Ecevit’e karşı aday olan ve hezimete uğrayan Erol Çevikçe’yi desteklemişti. O yıllardan Baykal’a iki şey kaldı: hizipçilik iddiası ve bir türlü kendi adaylığını açıklayamama. Anlaşılan kendi tezi olan gerilim siyasetini sürdürüyordu.

İkinci dönem SHP dönemidir. SHP, Türkiye’de klasik ve geleneksel/gelenekçi Altı Ok’a karşı ilk kez reel sosyal demokratik tezlerin tartışıldığı partiydi. Konjonktür onu gerektiriyordu. Baykal’ın yandaşlarıyla birlikte sonradan SHP’ye dönüşecek SODEP’e girdiği yıl ve bilhassa yeniden milletvekili seçildiği 1987, dünyanın Soğuk Savaş sonrasındaki büyük değişimi hatta kopuşu yaşamaya doğru ilerlediği dönemdi. Bir yıl sonraki Kurultayda onca aradan sonra Genel Sekreter seçilmesi Baykal’ın sürdürdüğü taban politikasındaki başarısının kanıtıdır. Belirttiğim gibi içe dönük, mikro siyasetlerde Baykal’ın bileğini bükmek neredeyse olanaksızdı. Siyaseti varlığının doğrulanması olarak görüyor ve onu öncelikle bu optikten bakarak ele alıyordu.

Aynı yıllarda sosyalizmin temel kavramları değişiyor, neo-liberal politikalar öne çıkıyor, sivil toplum başlı başına bir siyaset aktörü olarak beliriyordu. SHP bu yeni ‘bagajı’ benimsemeye çalışırken ve ulus-devlet sonrası katı merkeziyetçi, yukarından inme modernleşme politikalarına yeni yanıtlar ararken Baykal’ın sürece ideolojik açıdan da belli bir zihinsel katkıyla da dahil olmadığı bir gerçektir. CHP’den sonra bu defa SHP’yi sıçrama tahtası görüyordu.

İlerleyen dönemde partiyi ele geçirdiği söylenebilir. Fakat belirttiğim bu sol momentum Baykal’ın, her şeye rağmen daha liberal bir çizgide duran, İnönü’den güç alan çevreyi aşmasını olanaksız kıldı. 1990’da İnönü’nün ani bir hamleyle Baykal’ı ‘düello’ya davet etmesi üstüne zor-şer GB adayı olan Baykal, öncesinde çok farklı bir politikayla temayüz etmişti. 1989’da Paris’te Kürt Konferansı’na katılan ve o dönemde SHP milletvekili olan Kürt politikacılar Genel Sekreter Baykal’ın hışmına uğruyordu. Hazırlanan, Baykal’ın yazıcılarından olduğu ve içinde hiç ‘Kürt’ sözcüğünün yer almamasıyla maruf Kürt Raporu bir yana milletvekillerinin partiden ihracında da Baykal ağırlığını koymuştu. Genel Sekreterin tutumu ve yaklaşımıyla SHP’nin anlayışı arasında dağlar kadar fark vardı.

SHP tarihi Baykal için üç büyük meydan muharebesi yenilgisiyle kapanacaktı. Son kurultayda İnönü’yü alt ettiği söylenebilir. Ama 1991 seçimleri ertesinde DYP-SHP koalisyonu kurulmuştu. Bu defa buz gibi, herkesin paltosuyla oturduğu salonda İnönü’nün değil ‘hükümetin’ dolayısıyla da Baykal’ın seçilmesi durumunda koalisyonun bozulmasından korkan Başbakan Demirel’in ağırlığı hissediliyordu. DYP’li bakanlar bile İnönü lehine kulis yapıyor, ‘ihtiyaçları’ karşılıyordu. Baykal küçük bir farkla kaybetti.

Sonraki öykü CHP’de başlar. Bu partiyi açtıktan, başına geçtikten ve SHP’yi ilhak ettikten sonra yapılan seçimlerin dökümünü yukarıda verdim. Ötesi de var. Baykal’ın kesintilere rağmen 1992-2010 arasında devam eden GB’lığı döneminde Türkiye’deki demokratikleşme siyasetine geleneksel CHP bürokratik elitinin yaklaşımını yansıttığı rahatlıkla söylenebilir. 1990’lı yıllardaki seçim başarısızlıklarının önemli iki nedeni söz konusudur. Birincisi, demokratik siyasetin dışında kalarak CHP’yi içine kapalı ‘tarihsel’ bir partiye dönüştürmesi, ikincisi, dönemin yalpalayan sağ siyasetleriyle kurduğu temaslar, o hükümetlerde yer alması ve kendi dışındaki sola şiddetle diyebileceğim düzeyde kapalılığı.

Bütün bunlarda Baykal’ın git gide daha ulusalcı yani ‘milliyetçi’, geleneksel değerlerle bütünleşmiş zihniyetinin payı büyüktür. Hayatının bir döneminde az veya çok parçası olduğu sol kültürü Baykal’ın sonradan anımsadığını gösteren hiçbir kanıt yok-işaret ettim. Aksine, 1997’de 28 Şubat döneminde orduyu ‘sivil toplum örgütü’ diye tanımlaması o çizgiden nereye kadar uzaklaştığını gösterir. Başörtülü gençlerin üniversiteye girmesine ise çok sert şekilde karşı çıkıyordu. Ardından 2007 seçimlerinde Gül’ün Cumhurbaşkanlığını engellemek için Anayasa Mahkemesi’ni kullanması, o bürokratik elitle jüritokratik bir koalisyona gidip olamayacak 367 kararını çıkartması CHP’nin savrulduğu ‘yeni’ çizginin en vurucu hamleleriydi. Cumhuriyet mitinglerini desteklemesi ve bizzat içinde yer alması gene Baykal-demokrasi ilişkisinin konumunu göstermesi bakımından ilginçtir. 1991 Temmuz’unda İsmail Cem’le birlikte geliştirmeye çalıştığı Yeni Sol kavramını hemen ertesinde unuttuğu gibi 2001 yılında, her ne kadar bazı yakınlarına bazı metinler yazdırtsa da hiçbir temeli, dayanağı olmayan, üstelik İttihatçıların üretip Şeyh Edebali’ye mal ettikleri bir metni gerçek sanarak Anadolu Solu kavramını ortaya atması bu ‘pragmatist’ ama özden yoksun politikaların bir başkasıydı. Sosyal demokrasi ise bu söylemde sadece ‘retorik’ bir sözcüktü.

Öte yanda gelişen, gelişmesi de gereken demokratik Kürt siyasetine daima uzak durdu. Türkiye’nin bu en önemli sorununun çözümünde de (!) Davutoğlu’nun onu nitelendirmesiyle ‘milli muhalefet’ çizgisini korudu. Aynı doğrultuda yakın çevresiyle çelişmekten ve onları yanından uzaklaştırmaktan çekinmedi. Böylece Türkiye’nin büyük bir açılım olanağını yitirmesine zemin oluşturdu.

III

Çizdiğimiz bu siyaset kimliği, portresi nereden kaynaklanıyor sorusunu yanıtlayarak bitirelim.

Türkiye’de meşru solun, tabiriyle söylersek demokratik solun ve sosyal demokrasinin çok önemli bir özelliği ilgili partilerin başına tabir caizse ‘kök’ten bir sol kimliğin gelmemesidir. Mümkün olabilir miydi sorusu asla meşru ve geçerli değildir. Çünkü tüm yoksunluğuna karşın Türkiye daha 1960’larda reel solu çok ciddi şekilde üretmiştir. TİP unutulmaz bir deneyimdir. Ertesinde de eğer istenseydi kullanabileceği büyük potansiyel vardı. Buna rağmen CHP o sola sadece 1970’lerde sosyal demokrasiyle karşılık verdi ve sonra çeşitli ricat manevralarıyla pozisyonunu terk edip kurucu parti kimliğine ve ideolojisine döndü. Bu meyanda 1970’lerin Baykal’ının solla hiçbir ilişkisi olmamıştır, varsa o ilişkiyi kanıtlayacak tek bir kanıt gösterilemez.

Erken döneminde edebiyatçı ve hayli muhafazakâr tepkiler veren Ecevit hala en ileri giden sol oku atan kişidir. Fakat unutmayalım ki, 1960’ların sonuna doğru açtığı sol çığırdan bizzat kendisi ürkmüş, 1980 sonrasında önce ‘demokratik sol’ tabirini ‘sosyal demokrasi’nin karşısına bu adlandırmanın Marksist kökenden geldiğini ve bize ‘uymayacağını’ söyleyerek çıkarmış, daha sonraki dönemlerde de git gide sağ bir politikaya sürüklenmiştir. Sadece Ecevit örneğinin bile başlı başına bir gösterge olarak ele alınması şarttır.

Erdal İnönü solla hayatının hiçbir döneminde temas etmemiş sadece sezgisel bir demokratlığı benimsemiştir. Tıpkı Ecevit gibi İnönü’nün demokratlığı ve solluğu da Batı liberal demokratik kültüründen ibarettir. İngiltere’den hayli etkilenmiş bu iki genel başkan da o ülkedeki reel sol geleneği tamamen yok saymıştır. 1980’lerdeki SHP’nin çekirdeğinde mevcut olan fakat sol unsurlar büyük bir baskıyla geriletildikten sonra genel başkanlığı kazanan Murat Karayalçın, 1968 olaylarının yaşandığı bir Mülkiye’de açıkça sağ eğilimli kulüplerin üyesidir. İçinde bu satırların yazarının da bulunduğu ekibin Karayalçın için hazırladığı ‘Kurultay Bildirgesi’ sol içeriğinden soyutlanması bir yana, tamamen teknolojik bir kavramlaştırmayla sunulmuştu.

İkinci önemli neden, Baykal söz konusu olduğunda, bizatihi geleneksel CHP’nin, önceden değindiğim, bürokratik elitist dolayısıyla bir muhafazakar eğilimleridir. Ayrıca elit kuramını çalışmış bir akademik olarak Baykal’ın Hukuk Fakültesi mezuniyeti, SBF asistanlığı ve öğretim üyeliği, siyasetini belirleyen, fizik, retorik hatta giyim kuşam gibi faktörler, kentli ve entelektüel bir görüntü vermesi onu tek parti döneminde CHP içi elite verilen tabirle ‘lordlar kulübü’nün bir üyesi haline getirmişti. Nitelikleri savrulmalarını doğurdu. Bu tutum, Türkiye’deki siyasetin kulturkamp (kültür savaşı) olarak biçimlenmesine yol açtı. Gerçekten de 2002 sonrasında CHP muhalefeti siyaseti sadece kültürel değer ve sembollere indirgemişti. Daha sol bir anlayış benimsenseydi iktidarın sarsılması daha kolay olacaktı. Oysa Baykal ve çevresi Akpartiyi güçlendiren sosyal nedenleri okumaktan bile acizdi.

Yine de bir noktada haksızlık etmemek gerek. Tüm bu özelliklerine karşın halkla, tabanla garip bir ilişkisi hatta onlara dönük bir tutkusu vardı. Siyasetin yukarıdaki bu formalist özelliklerine mukabil bir taban ve güç ilişkisi olduğunu daima hatırladı ve kullandı. Ne var ki, bu da ancak popülist bir anlayışla yapılabilirdi. Baykalcı pragmatizmle popülizm arasında bir Çin Seddi olduğunu kimse söyleyemez.

Sonunda Kılıçdaroğlu geldiğinde Baykal’ın CHP’sinden geriye hayli, yıpranmış, gerilemiş, bir dönem kendi geliştirdiği çizgileri terk edip unutmuş, geleneksel, çekirdek oyunu benimseyerek içselleştirmiş bir parti kalmıştı. 1990’lı yıllarda çok yakın ilişkide bulunduğum, sonra da ilişkimi koruduğum, kişisel olarak sevdiğim Baykal’ı yüzüne karşı da yazılarımda da siyaseten çok eleştirdim. Şimdi de elbette eleştiriyorum ama iyi duygularla ve sıcak dostluğuyla anıyorum.

             

           

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER