© Yeni Arayış

Avrupalı muhafazakârlar aşırı sağa direnebilir mi?

Avrupalı muhafazakârlar aşırı sağa direnebilir mi?

Avrupa demokrasisi ve merkez siyasetin direnç kapasitesini belirleyecek olan kriter, muhafazakârların aşırı sağcılar ile kuracakları ilişkinin tonu olacak. Yani aşırı sağcılar mı merkeze kayacak yoksa muhafazakârlar mı daha sağa yönelecek? Bu denklemde, ideolojik kurgu açısından daha zayıf olan ve aşırı sağcı diskura eğilimi olan muhafazakârların zehirlenen taraf olacağına inanıyorum. Bu da merkez siyasetin artık iç kaleyi de teslim etmesi anlamına geliyor. Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinin ardından ortaya çıkan sıkıntılı tablo, kıtada aşırı sağcılar yükselirken siyasetin merkezinin varoluş mücadelesi içerisinde olduğunu gösterdi. Avrupa'da siyasetin merkezinin aşırı sağcılara bırakılması elbette Avrupa Birliği'nin (AB) bazı temel sorunlarla mücadele azmini de yaralayacaktır. Örneğin, AB'nin Rusya'dan gelen tehditlerden tutun da iklim değişikliğine kadar uzanan krizlerle baş etme kabiliyeti hızlı bir şekilde gerileyebilir. AP seçimlerinin ardından hemen hemen her ülkede farklı yoğunluk derecelerinde olmak üzere aşırı sağcı siyasi yapıların güçlendiğini gördük. Ülkelerde Avrupa yanlısı politikacıların seçim değerlendirmelerine bakıldığında panik ve şok içerisinde oldukları anlaşılıyor. Neredeyse tümü ağız birliği etmişçesine "aşırı sağa karşı birlikte mücadele etmeliyiz" mesajını veriyor ama nasıl? Öncelikle bu mücadelenin hatlarını belirleyecek yöntem ve bir plan üzerinde anlaşılması lazım ancak bunun için artık paniklemeyi bırakıp masaya oturmak gerekiyor. Her ne koşulda olursa olsun Avrupa'nın yaşadığı hiçbir büyük kriz neofaşist partilerle aşılamaz. Çünkü neofaşist partiler, yukarıda da belirttiğim gibi Rusya ile yaşanan kriz olsun, iklim değişikliğiyle mücadele, göç meselesi, Çin ve ABD eksenli ticaret savaşları ya da AB'deki iç dayanışma sorunsalı; hiçbir şekilde bu problemli alanlarda çözüme ortak olmaya yanaşmıyorlar. Faşistlerin meselelere bakış açısı kendi ülkeleriyle sınırlı. Görünen o ki AP seçimleriyle birlikte merkez siyaset, bir çöküş yaşasa da yıkılmamak için direniyor. Sağ ve sol merkez siyasetin söylem üstünlüğünü aşırı sağcılara kaptırmış olması sıkıntılı bir gelişme ama diğer yandan AP'de çoğunluğunu muhafaza etmesi de oldukça önemli. Kale düşmüş ama iç kaleye çekilmiş ve son savunma hattını burada kurmaya çalışan bir merkez siyaset görüntüsü hâkim. Diğer yandan, aşırı sağın normalleşmesinin ve bu seçimde kazandığı başarının sorumlularından biri şüphesiz muhafazakârlar. Aşırı sağcılarla flört etmeye bayılan muhafazakârlar, aşırı sağcı söylemi belki de onlardan daha sert ve sık kullanıyorlar. Sonuç ortada. Muhafazakârlar sayesinde aşırı sağcı söylemin normalleştiği, toplumsal kabul gördüğü bir süreç başladı. Bu nedenle, muhafazakârların yapış yapış sevinç gösterileri eşliğinde AP seçimlerinde elde ettikleri zaferi kutlamayı bırakıp biraz utanmaları lazım ama ara ki bulasın. Avrupalı muhafazakârların artık tarihin hangi tarafında durmak istediklerine karar vermeleri ve renklerini belli etmeleri gerekiyor. Uzun uzun düşünüp, nazlanmak için zaman kalmadı. Demokrasi mi, aşırı sağcı vahşilik mi? Soru bu kadar basit. AB perspektifinden bakınca, tabii ki aşırı sağın tam bir hakimiyetinden henüz söz etmek mümkün değil. Demokrasi cephesi, Avrupa'yı şekillendirme cesaretini gösterebilir ve AB'yi uluslararası bir güç olarak küresel politik sahaya entegre etmeyi başarabilirse aşırı sağ tehlikesi savuşturulabilir. Öte yandan, aşırı sağcılar, bu seçim zaferinin işin en kolay kısmı olduğunu yakında anlayacaktır. Zira AB’nin dümenini kırmak, rotasını değiştirmek niyetini taşıyorlarsa çekirdek kadro İtalyanların neofaşisti Giorgia Meloni ve Fransızların neofaşisti Marine Le Pen'in, Brüksel'e ve onun temsil ettiği her şeye cepheden saldırmaları gerekecek. Aslında bu hedeflerini bir süredir çekinmeden dile getiriyorlar. Örneğin, Meloni, Madrid’de düzenlenen bir konferansta, "AB’nin bütünleşmesine son vermek ve yetkileri ulusal parlamentolara iade etmek istediklerini" ifade etmişti. AB'nin yeni ikilisinin önüne koyduğu büyük hedef bu. Meşum ikilinin Almanya gibi devasa bir ekonomik gücün desteği olmaksızın söylemlerini gerçeğe dönüştürüp dönüştüremeyeceklerini zaman gösterecek elbette. Öncelikle Fransa ve Almanya'nın bir zamanlar temsil ettiklerinin tam tersi olan yeni bir tür Avrupa ekseni oluşturmadan, bu ikilinin seçmenin oyunu alabilmek adına yarattıkları sahte kimlikleriyle yüzleşmeleri gerekecek. Her ikisi de son yıllarda merkez seçmenin oyunu almak için partilerindeki aşırı unsurları ve Avrupa karşıtlığını yumuşattı. Bu bağlamda, seçimde elde ettikleri rüzgârı arkalarına alıp, "hadi bakalım şu AB'yi biraz gevşetelim, herkes artık kendi işine baksın" demeleri kısa vadede pek mümkün görünmüyor.

YUMUŞAMA ŞOVUNUN SONUNA GELİNDİ ARTIK

Bunun yanı sıra, AP seçimlerinde ortaya çıkan sonucun ardından parlamentoda parti grupları arasında bir dizi manevra izleyeceğiz. Le Pen ve Meloni, diğer sağcı güçleri AB konusunda işbirliği yapmaya ikna etmeye çalışacaklar. Amaçları, merkez sağ hegemonyasına meydan okuyabilecek aşırı sağcı bir blok oluşturmak olacak. Öncelikle Fransa ve Almanya'nın bir zamanlar temsil ettiklerinin tam tersi olan yeni bir tür Avrupa ekseni oluşturmadan, bu ikilinin seçmenin oyunu alabilmek adına yarattıkları sahte kimlikleriyle yüzleşmeleri gerekecek. Her ikisi de son yıllarda merkez seçmenin oyunu almak için partilerindeki aşırı unsurları ve Avrupa karşıtlığını yumuşattı. Bu bağlamda, seçimde elde ettikleri rüzgârı arkalarına alıp, "hadi bakalım şu AB'yi biraz gevşetelim, herkes artık kendi işine baksın" demeleri kısa vadede pek mümkün görünmüyor. Bununla birlikte, Avrupa'da sosyal demokrasiye, sosyalist sola ve Yeşiller'e desteğin azalması ne sosyal demokrasinin çok soluk ve konformist ne de sosyalist solun çok keskin olmasından kaynaklanıyor esasında. Bunlar da önemli etkenler ama Avrupa solu uzun bir zamandır politik gerçeklikten soyutlanmış, kimlikçi politikalara sıkışmış bir durumda. Gözlerinin önünde süregiden krizlere yönelik politika üretemiyorlar hatta sol doğal tabanı olan emekçileri dahi örgütleyemiyor. Önce kendilerine olan güveni ve devamında halkın güvenini kaybetmeleri bu görüntüye neden oldu. Oysa ki şu içinden geçilen süreçte yaşanan krizleri aşacak reçeteleri üretecek entelektüel donanım sadece sol partilerde var ama meydan maalesef her türden olumsuzluğun sorumlusu olarak salt göçmenleri işaret eden, kaba saba tavırlı faşistlere kaldı. Görülmesi gereken şu ki sorun, insanların "eşitlik" ve "toplumsal adalet" talep etmemeleri değil aksine insanlar bağıra bağıra bunları talep ediyor. Sorun, bu hedeflere ulaşma konusunda sol partilere güvenmemeleri. Sol partilerin bazılarının ideolojik tutumlarında sertleşmeleri, bazılarının da sisteme fazlaca bağımlı hale gelmesi halk ile aralarında yaşanan ayrışmayı körüklüyor.

SOL PARTİLERİN GÜVEN SORUNU

Bu nedenle solun, insanlara bir şeyler vadetmeden önce program yenileme oyalanmalarını bir kenara bırakıp güvenilirliğini yeniden tesis etmesi gerekiyor. Görülmesi gereken şu ki sorun, insanların "eşitlik" ve "toplumsal adalet" talep etmemeleri değil aksine insanlar bağıra bağıra bunları talep ediyor. Sorun, bu hedeflere ulaşma konusunda sol partilere güvenmemeleri. Sol partilerin bazılarının ideolojik tutumlarında sertleşmeleri, bazılarının da sisteme fazlaca bağımlı hale gelmesi halk ile aralarında yaşanan ayrışmayı körüklüyor. Tüm bunların yanı sıra Avrupa merkez siyasetinin aşırı sağcı baskıya direnme kabiliyetini artırması bir arada durabilmelerine bağlı. Burada zincirin zayıf halkası muhafazakârlar. Muhafazakârların, aşırı sağcılara karşı kalplerinde yaşadıkları "gizli aşka" daha fazla direnemeyeceklerini düşünüyorum. Örneğin, Alman muhafazakârlar (CDU), Eylül ayında doğu Almanya'da yapılacak eyalet parlamentosu seçimlerinden de zaferle çıkması beklenen neofaşist AfD için potansiyel ortak konumunda. AfD yetkilileri şimdiden, "CDU'ya sesleniyoruz, kazandığımız eyaletlerde bizimle çalışmazsanız oraların yönetilemez hale gelmesinden siz sorumlu olursunuz" şeklinde açıklamalar yapıyorlar. AfD'nin dile getirdiği bu söylemden hareket edecek muhafazakârların, "Ne yapalım yani, eyaletler parlamentosuz, başbakansız mı kalsın?" diyerek faşist koalisyonlara girebileceklerini düşünüyorum. Bu koalisyonlar belki de ileride ülke yönetiminde birlikte geçirilecek yıllar için prova niteliğinde olacaktır. Kimse, "Yok canım, bu kadarı da olmaz" demesin. Almanya'da, son 10 yılda "bu kadarı da olmaz" denilip de olan şeylerin listesine bakmalarını öneririm onlara o zaman. Unutulmasın ki bu ülke doğrudan parlamentoya yönelik bir neonazi darbe girişimi atlattı. Darbe planlayıcıları arasında eski bir AfD milletvekili ve yargıçlık yapan bir neonazi de vardı. Bu kadarı da oldu. Daha ne olsun? Sonuç olarak, Avrupa demokrasisi ve merkez siyasetin direnç kapasitesini belirleyecek olan kriter, muhafazakârların aşırı sağcılar ile kuracakları ilişkinin tonu olacak. Yani aşırı sağcılar mı merkeze kayacak yoksa muhafazakârlar mı daha sağa yönelecek? Bu denklemde, ideolojik kurgu açısından daha zayıf olan ve aşırı sağcı diskura eğilimi olan muhafazakârların zehirlenen taraf olacağına inanıyorum. Bu da merkez siyasetin artık iç kaleyi de teslim etmesi anlamına geliyor. Kötü olan, Avrupa merkez siyasetinin en zayıf halkasının "acaba ne zaman aşırı sağa teslim olacaklar" diye korku dolu gözlerle takip edilen ve koltuk sayısı bakımından AP'de en güçlü grup olan muhafazakârlar olması. Bu bağlamda, muhafazakârlardaki yalpalamaların Avrupa demokrasisi için ağır bedelleri olacaktır.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER