© Yeni Arayış

Avrupa Kentsel Hareketlilik Günleri başladı

“Paylaşımlı müşterek alanlar” sloganı bir göz boyama çabası mı, yoksa bir farkındalık yaratma çabası mı?

Avrupa Kentsel Hareketlilik Günleri (ya da Haftası) “aktif bireysel hareketliliğin önemini vurgulamak ve farkındalık yaratmak amacıyla” 16-22 Eylül tarihleri arasında tam 44 ülkede, 4000’e yakın şehirde düzenlenecek etkinliklerden oluşuyor.

Bu etkinliklerin belki de en ilgi çekici olan tarafı 22 Eylül Pazar günü bütün bu katılımcı şehirlerde ve yerelliklerde motorlu araçların kullanılmaması.

Çoğu zaman oldukça radikal gibi gözüken bu eylem, kimilerine göre de bir “göz boyama” çabası. Böylece fosil yakıt, otomobil ve diğer araç üreticileri yılın her günü dünyanın ve şehirlerin yaşanmaz hale gelmesini sağlarken bir taraftan da bu tür gösterilerle bu insan merkezci dünyanın yarattığı çelişkileri örtbas etmeye girişiyor.

Bu girişimi bir tür kamu politikalarını da etkileyen bir deneyim olarak mı algılarsınız, yoksa bir günlük bir “günah çıkarma” gösterisi mi bilmiyorum.

İşte bu bildiğimiz ve gözden geçirmemiz gereken şeylerden biri de “ulaşım” kavramı. Kendilerini yaratan kavramlarla ve pratiklerle sorunları çözmek mümkün değil.

Ne anladığımı söyleyeyim: Bu kavram bildik “ulaşım” kavramının ötesine geçmeyi, onun disipliner yapısını sökmeyi öneriyor.

KENTSEL HAREKETLİLİK KAVRAMI DA NEREDEN ÇIKTI?

Peki, diyeceksiniz bu “kentsel hareketlilik” kavramı da nereden çıktı?

Öyle değil mi? Ulaşım veya taşıma falan demek varken… Bu kavram çeviri kokuyor, fena halde!

Ama pek de öyle değil.

“Şimdi çıtayı yükseltmenin zamanıdır, biz bundan ne anladığımızı söyleyelim” de diyebilirsiniz.

Mesela bu etkinlikler süresince daha çok sosyal farklılıklar arasında daha eşitlikçi bir kentsel hareketlilik öngörülüyor.  Bu temanın insan-dışı varlıkları da kapsadığını da düşünebilirsiniz, “kentsel hareketlilik” derken.

Ne de olsa bildiğimiz her şeyi gözden geçirmenin zamanı.

İşte bu bildiğimiz ve gözden geçirmemiz gereken şeylerden biri de “ulaşım” kavramı. Kendilerini yaratan kavramlarla ve pratiklerle sorunları çözmek mümkün değil.

Ne anladığımı söyleyeyim:

Bu kavram bildik “ulaşım” kavramının ötesine geçmeyi, onun disipliner yapısını sökmeyi öneriyor.

Önce ulaşım kavramı nasıl ortaya çıktı, ona bakalım.

19. yüzyılda toplu taşıma ve endüstriyel (buhar gücüyle) ulaşım ve tarifeli seferler icad edildiğinde şehirlerin yapısı köklü bir değişime uğradı. İstanbul’un örneğin Ortaçağ’dan beri koruduğu şehir biçimi muazzam bir dönüşüme sahne oldu. Şehir köyleriyle bütünleşerek metropololiten bir havzaya dönüştü. Doğal olarak bu dönüşüm daha çok teknolojik bir gelişmeye bağlıydı ve buna göre ayrı, tıpkı birer fabrika gibi çalışan kurumsal yapılarla yönetildi. Bu endüstriyel gelişme ister istemez insan merkezliydi. Yani ulaşım kavramı insan odaklı inşa edilmişti. Oysa günümüzde, “sanayi-sonrası” ya da da “insan-sonrası” denebilecek bir dönemde, bu meselenin, yani hareketliliğin ne kadar çok boyutlu olduğu anlaşılıyor. Bu yüzden teknokratik yapılarla inşa edilen ve yönetilen “ulaşım” gibi bir kavram tercih edilmiyor.

Bu yüzden kavram (mobilite/mobility) böyle çevriliyor, Türkçe’ye.

Müştereklerle ilgili paylaşımcılıktan söz etmek için bildiğimiz her şeyi yeniden düşünmenin zamanı

Fransız düşünür (ve antropolog) Bruno Latour insan dışı varlıkların sosyalliğimize dahil olduklarını söyleyerek aslında bildiğimiz özne-nesne dikotomisine yol açan bilginin nasıl bir mit olduğuna işaret etmiş oldu (*). Fark edilmeyen mevcudiyetlerin, insan olmayan varlıkların, sesleri duyulmayanların nasıl sosyal ağların eyleyicileri olduğuna.

“Ulaşım ihtiyacını karşılamak için yapıyoruz” diyorlar ya yöneticiler. Bu aslına bakarsanız tam bir palavra.  Ama yalnızca palavra olsa iyi. Gözümüzü erkmerkezci tekniklerin nesneleştirici gücüyle kamaştırarak, yaşanmaz hale gelen şehirlerin sorunlarından beslenerek oligarşik yapılar kendilerini yeniden üretiyorlar. Aslında nesneleştirici şiddeti ve kendi imtiyazlarını yeniden üretecek şekilde dünyamızı şekillendirmeye çalışıyorlar.

Latour’un “biz hiçbir zaman modern olmadık” sözünden esinlenerek söylersek:

“Biz hiçbir zaman modern olmadık. Ama onun şiddetine maruz kaldık.” Şehirler planlanmaya çalışıldıkça daha berbat hale geldiler. Daha büyük eşitsizlikler ortaya çıktı. Yalnızca bir zümrenin şiddetine, imtiyazlarını yeniden üretmesine sahne oldu.

Örneğin şehir planlama pratikleri. Şehirlerin planlarla düzenlenebileceği var sayılıyor, değil mi ? Ne kadar « paylaşımlı müşterek alanlar »dan söz etsek de şehirler planlanabiliyor mu ? Bu temsiller (planlar) ne ölçüde şehri temsil edebiliyorlar? Kapalı yöntemlerle geliştirilen planların düz anlamının “şehrin gelişmesini ihtiyaçlara göre düzenlemek” olduğunu varsayarsak, yan anlamının da iktidar ile imtiyaz ve kariyer fırsatları elde ederek şehrin resmi aklını koşullandırmak olduğunu söylemek mümkün.

“Ulaşım” gibi kavramlarla inşa edilen seksiyonlaşmış kamu zekası, yalnızca kamu-özel karışımı ilişkilerle inşa edilen oligarşik yapılara yol açıyor, her alanda. İster imar planları, ister ulaşım, ister atık yönetimi… Hangi konu olursa olsun.

Seksiyonlaşmış bilgiler ve pratikler neoliberal koşullarda siyaseti olduğu kadar kamusal alanları, müşterekleri oligarşik ağlara bölüştüren teknikler. Bu yüzden müştereklerle ilgili paylaşımcılıktan söz etmek için bildiğimiz her şeyi yeniden düşünmenin zamanıdır, bilime deneyselliğini, yaratıcılığını geri kazandırmak için.

--- 

*Selver Sezen Kutup, YKY Cogito Dergisi sayı 95-96 kış 2019, sayfa 306

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER