© Yeni Arayış

Araf'tan bakarak Hrant Dink'i anlamak

Araf'tan bakarak Hrant Dink'i anlamak

Ben Hrant'ı kendi yaşadıklarımdan anlayabiliyorum çünkü ben de bu topraklarda tıpkı onun gibi hep 'Araf'ta hissettirildim. Hrant'ın katledilmesinin üzerinden 17 yıl geçti ama iktidardan yana saf tutmayan gazeteciler için hiçbir şey değişmedi. Hukukun çöktüğü yerde mafya yükselir ve Türkiye şu an tam da bunu yaşıyor. Türkiye'de 1909 yılından bu yana suikastla öldürülen 62. gazeteci yere düştüğünde tarih 19 Ocak 2007 yılın gösteriyordu. Saat 15:00 sularıydı; ırkçı faşist katil Ogün Samast, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'e üç el ateş etti, otopsi raporuna göre mermilerden ikisi Hrant'ın başına isabet etmişti ve cinayet mahallinde dört kovan bulunmuştu. Hrant Dink'in cansız bedeni Şişli Halasgargazi Caddesi üzerinde bulunan Sebat Apartmanı’nın önünde, yani bin bir emekle inşa ettiği gazetesinin önünde yüz üstü yere yığılmıştı. Delik olan ayakkabısının altı gözlerimin önünden hiç gitmiyor. O günü hatırlıyorum; henüz 22 yaşında gazetecilik arifesinde bir genç olarak ekran başında olup biteni anlamlandırmaya çalışıyordum. Bir Bakırköylü olarak Hrant Dink'i Bakırköy'deki kitap evinden tanıyordum ve bir kaç kez kendisini orada görmüşlüğüm de vardı. Gerçekten çok üzgün olduğumu anımsıyorum. Hrant Dink'in başına gelenler, hedef gösterilmesi ve suikasta uğrama süreci hepimizin gözleri önünde gerçekleşti. Hrant Dink’in öldürüleceğini herkes biliyordu; polis biliyordu, jandarma biliyordu, MİT biliyordu ama hiç kimse hiçbir şey yapmadı, Dink korunmadı ama cinayetin içinde olanlar hep korundu. Samsun Terörle Mücadele Şubesi’nde katil Ogün Samast'ın yanındaki devlet görevlilerinin Samast’a “Abine şöyle güzel bir poz ver, hem de gülerek bir poz ver. Aslanım benim, aferin Ogün. Yaslan şöyle oğlum, ikimizi beraber çekiyorlar, rahatsız olma, samimi söylüyorum bak” demesi, Türk bayrağını kastederek “Çıkar, tut şöyle. Güzelce aç. İndir yüzünü görelim, bak bize” demeleri ve Samast'ın bayrağı öpüp katlayarak cebine koyması aslında her şeyi anlatmıyor mu? Hrant Dink davasında uzun yıllardır gözümüzün önünde yürüyen yargı garabeti başlı başına çok şeyi ortaya koyuyor. Yargının Hrant Dink cinayetinde “örgüt yok” demesi ve buna göre karar vermesi garabetin en büyüğüdür zaten. Hrant Dink’in “öfkeli milliyetçi gençlerin münferit kalkışmasıyla” öldürülmediğini ve devletin o dönem içinde bulunan odakların bilgisi dahilinde örgütlü biçimde tasarlanarak öldürüldüğünü hepimiz bilmiyor muyuz? Hrant Dink cinayetinde pek çok sivil ve devlet görevlisinin parçası olduğu, yani örgütün en büyüğü vardı aslında. 2004 yılında Hrant Dink’in Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in bir Ermeni yetimi olduğunu yazmasından sonra cinayetin işleneceği güne kadar “derin odaklar” harekete geçip Hrant Dink’i hedef tahtasına koydular. Türk Silahlı Kuvvetleri Sabiha Gökçen için bildiri bile yayınladı. Çeşitli sivil toplum kuruluşları ve bazı şahsiyetler Hrant Dink’i kamuoyu nezdinde “Türkün kanına zehirli dedi” iftirasıyla lime lime edip 2004'ten 2007'ye kadarki süreçte cinayetin işlenmesi için gereken ortamı hazırlamadılar mı? Ben Hrant Dink'in içine düşürüldüğü durumu ve sırf Ermeni olduğu için kendi öz yurdunda garip hâle getirilmesini anlayabiliyorum. Annesi Siirtli bir Kürt/Arap ve Babası İranlı bir Azerbaycan Türkü olan bir gazeteci olarak ben de kendimi hep Araf'ta hissettim. Çünkü İran'da bana "Yallah Türkiye'ye!" dediler hep, Türkiye'de ise "Yallah İran'a!" dediler. Oysaki ben bu topraklara aitim ama sürekli bir kovulma ve "ya sev ya terk et" baskısını hep hissettim. Yani bir tarafı farklı, öteki tarafı farklı bir coğrafyaya ait olarak bizleri buralarda barındırmadılar, bizlere "ait olabilme" hissini yaşatmadılar ve hep Araf'ta bıraktılar. Bu topraklar hepimizindi oysa, binlerce yıldır burada yaşayan tüm halklarındı, kimsenin tapulu malı değildi ve kimsenin kimseyi kovmak gibi bir hakkı da yoktu. Ben Hrant Dink'in içine düşürüldüğü durumu ve sırf Ermeni olduğu için kendi öz yurdunda garip hâle getirilmesini anlayabiliyorum. Annesi Siirtli bir Kürt/Arap ve Babası İranlı bir Azerbaycan Türkü olan bir gazeteci olarak ben de kendimi hep Araf'ta hissettim. Özellikle İran'a dair ses getiren haberler yaptığım dönemde neredeyse her gün aleni tehdit mesajları alıyordum, iki kez fiziki saldırıya uğradım ve bu saldırılar polise ve yargıya intikal etti. Uluslararası gazetecilik örgütlerinden destekler aldım ve bana yapılan tehdit ve saldırılar raporlarına girdi ama Türkiye'deki gazetecilik örgütlerinin tutumu beni yalnızlaştırmak oldu. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin (TGC) yönetim kurulunda bulunan kıdemli bir gazeteciyle bana yapılan tehdit ve saldırıları konuştuğumuzda bana sorduğu ilk soru "Siz Türk vatandaşı mısınız?" olmuştu. Şoke olmuştum çünkü bana destek vermeleri için benim saldırı ve tehdit altında olan bir gazeteci olmam yetmiyordu ve bana destek koşulları Türk vatandaşı olup olmamamdı. Oysaki ben hem Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıydım hem de daha önce TGC'nin Bab-ı Âli Günleri etkinliğine konuşmacı olarak davet edilen bir gazeteciydim ama bana destek olmamayı seçmişlerdi. Yani ben Hrant'ı kendi yaşadıklarımdan anlayabiliyorum çünkü ben de bu topraklarda tıpkı onun gibi hep Araf'ta hissettirildim. Hrant'ın katledilmesinin üzerinden 17 yıl geçti ama iktidardan yana saf tutmayan gazeteciler için hiçbir şey değişmedi. Hukukun çöktüğü yerde mafya yükselir ve Türkiye şu an tam da bunu yaşıyor. Siyasetin desteklediği suç örgütü liderleri ve tetikçiler parti genel merkezlerinde üst düzeyde ağırlanıyorlar, davullu zurnalı konvoylarla karşılanıyorlar ve “muteber milliyetçi dava adamı” muamelesi görüyorlar. Yani biz gazeteciler olarak artık hepimiz aynı Hrant gibi kendimizi "Bir güvercinin ruh tedirginliği içinde" hissediyoruz.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER