© Yeni Arayış

Amerikan seçimlerinin sonucu bizi çok mu ilgilendiriyor?

Acaba seçilen başkanın Trump veya Harris olması önemli siyaset farkları yaratır mı, ne gibi farklar olur? Hangisini kazanması ülkemizin yararınadır? Kanaatimi hemen ifade edeyim: kimin kazandığı pek fark etmez.

Amerikan başkanlık seçimlerinin yapılmasına pek az zaman kaldı. Adaylar son dakika gayretleri göstererek anahtar diye nitelenen eyaletlerde acaba birkaç oyu daha kendi tarafıma çekebilir miyim diye mücadele ediyorlar. Nasıl bir sonuç çıkacağını bütün dünya merakla bekliyor. Amerikan başkanlık seçimlerinin nasıl sonuçlanacağını kestirmek, olağan tahmin yöntemlerini zorlayan bazı zorluklarla karşılaşıyor. Sizler de muhtemel duydunuz veya okudunuz. Bir başkan adayı ulusal düzeyde oyların çoğunluğunu alabilirse de, seçmenler kolejinde çoğunluk sağlayamayabilir, böylece seçimi de kaybedebilir. Böyle şey nasıl olabilir demeyim, seçim sonuçları nasıl belirleniyor, birlikte bakalım.

Mevcut Amerikan anayasası 1787’de yapılmıştır. Diğer ülkelerin anayasalarıyla karşılaştırılınca oldukça kısadır.  Değiştirilmesi zor olduğundan yorum yoluyla bazı değişiklikler yaşamışsa da, şekil yönünden fazla değişikliğe uğramamıştır.  Başkan seçme yöntemi de değişmeyen şekil hususlarından biridir, anayasanın ilk kaleme alınış döneminde belirlenmiştir, özünde değişikliğe uğramadan süregelmiştir. Yöntem, bir yandan federal bir sistem anlayışından yola çıkarak, seçimi uygulama sorumluluğu eyaletlere bırakmakta, diğer yandan da, sonucun saptanmasında anayasanın yapıldığı dönemdeki ulaşım, haberleşme ve benzeri koşullara uygunluğu gözetmektedir.

Ülkenin kuruluşundan itibaren federal başkanı seçmek üzere her eyalette seçim yapılmaktadır.  Ancak 1787 koşullarına göre geliştirilmiş sistemde, önemli bölümü federal başkentten bir hayli uzak eyaletlerin her birinde daha sona toplanarak başkanı belirleyecek olan seçmenler koleji üyeleri seçilmektedir. Seçmenler kolejinin üye sayısı, temsilciler meclisinin üye sayısına (435 temsilci) her eyalet için iki senatör eklenmesiyle elde edilir. Günümüzde 50 eyalet olduğundan, toplam 100 senatör var. Böylece 435+100=535 kolej üyesi olması beklenir. Başlangıçta daha sonraları önemli bir nüfus barındıran başkent District of Columbia’nın yasama kurumlarında temsili anayasada öngörülmemişti. 1961’de Amerikan anayasasında bir değişiklik yapılarak bu bölgenin de seçmenler kolejine üç üye vermesi imkanı sağlandı. Sayı 538 oldu. Dolayısıyla, günümüzde başkan seçilmek için 270 kolej üyesinin oyunu almak gerekiyor. 

Bir eyaletin kaç üye seçeceği, o eyaletin temsilciler meclisinde kaç üye ile temsil edileceğine bağlıdır ki bu sayıyı da eyaletin toplam ülke nüfusu içindeki payı belirler. Amerika’da bir kısmının ismini bilmediğimiz, hatta duymadığımız elli vilayet var. Bunların bir kısmında yaşayan nüfus, o eyaletlerin ancak bir veya iki temsilciye sahip olmasını mümkün kılıyor. Her eyalete tanınan iki kişilik senatör payını da ekleyince, birçok eyaletin seçtiği seçmen koleji üyesi üç-beş kişi gibi, her halükarda on sayısının bir hayli altında olabiliyor. Gazetelerde de okuyoruz, seçim mücadelesi esas itibariyle büyük nüfus barındıran birkaç eyalette cereyan ediyor. Nüfusu çok büyük olan bazı eyaletlerde hangi partinin kazanacağı belli olduğundan, onlar üzerinde fazla durulmuyor. Kimin kazanacağı kesin olmayan yedi civarında büyük eyalet mücadelenin ağırlık noktasını oluşturuyor.

Eyaletlerde seçim kazanmanın önemi, kazanan adayın o eyaletin tüm seçmen koleji üyelerinin oyunu almasından ileri geliyor. Bu bizde 1960’a kadar uygulanan ve oyların çoğunluğu alan tüm koltukları kazanır diye özetleyebileceğimiz sistemin aynısı. Bu yöntem ulusal düzeyde çoğunluğun oyunu alan değil, seçmenler kolejinde en fazla üyeliği kazanan başkan seçilir gibi demokratik bir saçmalığı da beraberinde getiriyor. Örneğin, Trump’un başkan seçildiği seçimde, Demokrat aday Hillary Clinton seçmen oylarının ülke çapında dağılımında Trump’tan iki puan öndeydi. Ama seçmenler kolejindeki çoğunluğu Trump elde etti. En çok oyu alan tüm koltukları kazanır sisteminden bugüne kadar sadece Maine ve Nebraska eyaletleri ayrılmış durumda. Onlar seçmen koleji üyelerini eyalet çapında değil, her bölgenin bir temsilci seçtiği seçim bölgesi düzeyinde belirliyor. Sadece iki üyelik tüm eyalette seçimi önde götüren adaya tahsis ediliyor. Ancak bu iki eyalet büyük değil. Diğer eyaletler arasında ise sistemi değiştirmek yönünde güçlü bir çaba görülmüyor.

Seçmenler kolejine seçilenler Aralık 14-20 tarihleri arasında kendi eyaletlerinin merkezinde toplanıyorlar. Burada elde edilen sonuçlar Washington, D.C. ‘de Kongre’ye gönderiliyor. Toplama işlemi Ocak’ın ilk haftasında D.C.’de, Amerikan Kongresi’nde yapılıyor ve süreç seçimi kazandığı zaten bilinen kişinin başkan ilan edilmesiyle resmen tamamlanıyor.  Hatırlayacaksınız, 2020 Ocak başında seçimlerde hile yapıldığına ilişkin kanıtsız iddialar ileri süren Trump, bir kısım yandaşını Kongre’yi basmaya ve Biden başkan ilan edilmesini zorla durdurmaya çalışmıştı.

Evet, buraya kadar yurttaşlık bilgisini hatırlatacak bir sunuş yaptık. Okuyucularımızın bu süreci merak ediyor olabilirler diye düşündük. Ama ülkemizi daha yakından ilgilendiren sorun, seçilen kişinin Türkiye’ye dönük nasıl bir politika izleyeceğidir. Acaba seçilen başkanın Trump veya Harris olması önemli siyaset farkları yaratır mı, ne gibi farklar olur? Hangisini kazanması ülkemizin yararınadır? Kanaatimi hemen ifade edeyim: kimin kazandığı pek fark etmez. Çoğu kişinin kimin kazandığının çok fark edeceğini düşündüğünü ve bunu ifade ettiğini biliyorum fakat ben öyle düşünmüyorum. Müsaade ederseniz açıklayayım.

Her başkanın kendi düşünceleri var. Her ne kadar, Türkiye’ye dönük politikada bürokrasinin etkisi birinci derecede ağırlık taşıyorsa da, başkanın kendi düşünceleri ve değerlendirmeleri de olabiliyor. Ayrıca, Başkan zaman zaman bağımsız hareket de edebiliyor. Bu şekilde bakılınca kimin seçildiğinin bir derece önem taşıdığını kabullenmemiz gerekiyor.

BAŞKAN ZAMAN ZAMAN BAĞIMSIZ HAREKET DE EDEBİLİR

Amerika bir dünya devletidir, dünyanın her yanıyla, her ülkesiyle ilgileniyor. Bir başkanın dikkatini şu veya bu ülkeye yöneltmesi için orada Amerika’yı yakından ilgilendiren birtakım olaylar cereyan etmesi lazım. İşler olağan yolunda ilerlediği sürece, muhtelif Amerikan kurumları bir ülkeyle kendileri açısından ilgileniyorlar. Mesela Türkiye ile kriz niteliğinde bir olay yokken, ilişkileri bir yandan hariciye, diğer yandan savunma bakanlığı yürütüyor. Diğer bakanlıklar da kendi ilgi alanlarına giren konularla ilgileniyorlar. Bir sorun çıkınca konu başkana intikal ediyor. Ancak burada şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Başkan ne yapması gerektiğini doğal olarak ilgili kurumlara soruyor. Ve özel bir neden olmadıkça da, onların dediğine uyuyor. Başkan değişince, bürokrasi fazla değişmiyor. Sonuç ise belli.

Başkan kim olursa olsun, siyaseti şekillendiren bürokratik kadronun Türkiye konusundaki yaklaşımının değişmesi için fazla bir neden yok. Bu sonucu destekleyen bir başka faktör de, Kongre’nin, yani Temsilciler Meclisi ve Senato’nun da dış siyasette söz sahibi olması. Burada Türkiye’ye dönük tavırlar, Türkiye aleyhtarı lobilerin de etkisiyle daha yerleşik. Başkan çok önemli bir gerekçe olmadığı sürece, Türkiye için Kongre ile mücadele etmek istemiyor.  F-35lerin Türkiye’ye satışı Trump zamanında durdurulmuştu. Biden zamanında bir değişiklik olmadı çünkü gerek bürokrasi, gerek Kongre Türkiye’ye yaptırım uygulanmasını destekliyordu. Daha sonra F-16 almamız bile çok zor oldu çünkü bürokrasi ve Kongre bu satışı da desteklemekte isteksizdi. Henüz bu süreç bile tam olarak sonuçlanmış değil.

Bu söylediklerimden kimin kazanacağı fark etmez sonucunu çıkarmama umarım fazla itiraz etmezsiniz. Ancak, konunun bir ikinci boyutu da bulunuyor. Her başkanın kendi düşünceleri var. Her ne kadar, Türkiye’ye dönük politikada bürokrasinin etkisi birinci derecede ağırlık taşıyorsa da, başkanın kendi düşünceleri ve değerlendirmeleri de olabiliyor. Ayrıca, Başkan zaman zaman bağımsız hareket de edebiliyor. Bu şekilde bakılınca kimin seçildiğinin bir derece önem taşıdığını kabullenmemiz gerekiyor.

Örneğin, Biden budala seviyesinde bir Yunan hayranı idi. Bu sevgisinin sathi tarih bilgisinden ve Senatör olarak temsil ettiği eyalette Rum kökenlilerin çok olması nedeniyle, onların telkinleri ve etkisinden kaynaklandığını tahmin etmek zor değil. Bu hayranlığın Türkiye’nin lehine tecelli etmediği biliniyor. Hatta, seçime birkaç gün kala Rum Kıbrıs’ın lideri Hristodules’i Beyaz Saray’da kabul edip iltifat etmesini de sanıyorum bu hayranlık çerçevesinde anlamlandırmak doğru olur. Belki jestinin Kamala Harris’e bir miktar oy getireceğini de düşünmüştür. Bu ortamda konuyu Amerikan bürokrasisi ile uzun süre değerlendirdiğini hiç zannetmem. Kendi düşüncesine göre davranmıştır.

Önümüzdeki birkaç yılda, Amerika’nın Türkiye’ye yaklaşımında özellikle Amerikan savuna bürokrasisinin etkili olmasını bekliyorum. Bu zevat, Tezkere Krizinden başlayarak Türkiye’nin artık güvenilir bir ortak olmadığına ve Avrupa ve Doğu Akdeniz’in güvenliği için başka seçenekler de oluşturulmasına karar vermiştir. Türkiye’nin İsrail’e karşı keskin tavrı, bu kararlılığı muhtemelen daha da güçlendirmiştir. Yeni savunma planlarında Yunanistan’ın daha geniş yer tutacağı anlaşılmaktadır. Çalışmalar da bu yöndedir. Kimin başkan seçildiği bunları etkilemeyecektir. Sonuç: Bana sorarsanız, Amerikan seçimlerinin sonucu bizi fazla ilgilendirmemektedir çünkü bu ülkenin Türkiye’ye karşı izleyeceği siyasette önemli değişiklik olması muhtemel gözükmemektedir.

Bu yazımızda seçimleri sadece Türk-Amerikan ilişkileri üzerinden değerlendirdik. Bir hususu hemen ekleyeyim. Trump’ın Avrupa savunmasından çekileceği ileri sürülmektedir.  Bu konu, yani Amerika’nın NATO liderliği ile ilgili tutumu sadece Türk-Amerikan ilişkileri ile ilgili değildir. Bu adımın gerçekleşmesini beklemesem de, bu konunun ayrıca ele alınması gerektiğini ifade etmek isterim.  

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER