© Yeni Arayış

Akademinin siyasete mesafesi

Akademinin siyasete mesafesi

“Melez kimlikler” çağında sert ideolojilerin taşıyıcısı olmak, kamusal inandırıcılığa zarar veriyor. İnsanlar kendilerine nutuk çeken hocalardan hoşlanmıyor artık. Ama bilimle özgürlük arasındaki bağı tümüyle yadsıdığımızda yapılan iş retoriğe hapsoluyor. Burada kritik kavramlar “yozlaşma” ve “ölçü” galiba. Bir akademisyenin kamusal ve siyasal meseleler hakkında görüş bildirmesi doğru mudur? Yoksa gündelik politikadan uzak durmak ve işini yapmaya mı odaklanmak gerekir? Öğretim üyeleri siyasete olan ilgilerini nasıl dile getirebilirler? Parti üyeliği, partiye yakın gazete, televizyon ve internet sitelerinde yorumculuk gibi seçenekler tercih edilebilir mi? Peki, diyelim ki politik angajmanları olan bir akademisyensiniz. Dünya görüşünüzü, hatta siyasi parti bağlantınızı saklamadan düşüncelerini açıklıyorsunuz. Bu durum sizin “bilim insanı” olarak “tarafsızlığınıza” zarar vermez mi? Peki, öğrencileriniz ne düşünür? Marksist bir hoca dersini takip eden ülkücü ve solcu öğrencilere veya İslamcı bir akademisyen dindar ve ateist öğrencilerine eşit mesafede kalabilir mi? Yanıtlaması hiç de kolay sorular değil. Kamusal hayatın şekillenmesinde entelektüelin rolünü önemseyen modernist çizgi bir hayli gerilese dahi, etkileri hala çok güçlü. Pek çok ideolojide, özellikle sosyalizm, liberalizm ve İslamcılıkta bir dünya görüşüne sahip olmakla, hatta siyasi çizginizi açıklamakla akademik etkinlikler arasında koşutluk doğal görülmekte. Tabii post-modern bir çağda yaşadığımız için özgürlük, bilgi, üniversite ve entelektüel gibi kavramlarının eski itibarlarını kaybetmiş durumda. Bauman’ın dediği gibi, “Entelektüeller artık yasa koyucu değil; sadece yorumcu”. Ayrıca Foucault da haksız sayılmaz. Özgürleşme hareketleri beraberlerinde kendi iktidarlarını yarattılar. Bilginin olduğu her yerde iktidar var. Ne üniversite ne de entelektüeller bu genel geçer gerçeğin çok da dışında değiller. Sartre tipi entelektüellerin veya bildiri yayınlayarak kamuoyuna hakikati açıklayan sol aydınlar sınıfının devri geçti artık. Modernizmin yerini postmodernizm aldı. Bu nedenle, “Üniversite, artık hakikatin, özgürlüğün ve siyasetin mekânı değildir.” dediğimizde yaşadığımız dönüşümün sadece bir yönünü açıklıyoruz yine de. Daha incelikli bir okumaya ihtiyacımız var. Öncelikle, pozitivizm, hegemonik konumunu kaybettiği için, siyaset yapma kararını tarafsızlık üzerinden eleştiren hat artık o kadar da revaçta değil. Artık başka meselelere bakmak lazım. Mesela “hesapçılığın” ve “gösteri” toplumunun bilinçte yarattığı tahribat her şeyin önüne geçmiş durumda. Zehir, her türlü ilişkide kendini gösteriyor. Belki her durumda değil ama sıklıkla kamuoyunda sesi çok duyulan tanınmış simaların savundukları değerlerle bağdaşmayan işlere bulaştıklarına tanıklık ediyoruz. Çünkü birkaç kişiliği aynı anda ve birlikte yaşayan akademisyenler var. Siyasi hayat hakkında konuşmamak için teoriye ve felsefe sığınmış düşünürler var. Oysa Platon’dan bugüne pek çok ünlü filozofun bugün siyaset felsefesi eseri olarak okutulan kitapları, yaşadıkları çağı değerlendiren içeriklere sahip. Bu nedenle üyesi olduğu siyasi toplum hakkında kafa yormadan Machiavelli, Rousseau veya Schmitt çalıştığınızda sinizm batağına saplanmış oluyoruz. “Melez kimlikler” çağında sert ideolojilerin taşıyıcısı olmak, kamusal inandırıcılığa zarar veriyor. İnsanlar kendilerine nutuk çeken hocalardan hoşlanmıyor artık. Ama bilimle özgürlük arasındaki bağı tümüyle yadsıdığımızda yapılan iş retoriğe hapsoluyor. Burada kritik kavramlar “yozlaşma” ve “ölçü” galiba. Bilim yaparken özgürlüğü savunmak, özgürlüğü savunurken de kendimizi ve başkalarını kandırmamak için yaşadığımız toplumdaki yozlaşma derecesini iyi tahlil etmek gerekiyor. Ahlaki çürümüşlük her yeri kaplamışsa, Sennett’in kullandığı anlamda bir “karakter aşınması” kaçınılmaz hale geliyor. Bu karakter aşınmasının “bizim alandaki” sonucu, kitaplarını okuduğunuzda kendilerine hayran kaldığınız, ama yüz yüze vakit geçirdiğinizde hayal kırıklığına uğradığınız akademisyenlerin ve entelektüellerin düşünsel vasatı belirlediği toksik bir ortam. Zehir, her türlü ilişkide kendini gösteriyor. Belki her durumda değil ama sıklıkla kamuoyunda sesi çok duyulan tanınmış simaların savundukları değerlerle bağdaşmayan işlere bulaştıklarına tanıklık ediyoruz. Çünkü birkaç kişiliği aynı anda ve birlikte yaşayan akademisyenler var. Özgürlük ve liyakat kelimeleri çevresinde büyük nutuklar atıp, kendi tez öğrencisinin emeğini sömüren öğretim üyelerine rastlamak içten bile değil. Sürekli dürüstlükten bahsedip sabahtan akşama kadar meslektaşları hakkında “dedikodu” yapan akademisyenlerin başat unsur olduğu bir akademi siyaset yapsa da yapmasa da boğazına kadar karanlığa batmış durumda. Bu gerçek karşısında başladığımız yere geri dönüp sorduğumuz soruları yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Akademinin siyasete olan mesafesi kapanmıyor. Çünkü biz hakikate yaklaştıkça hakikat bizden uzaklaşmakta.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER