Ahlak ve din ilişkisi: Ahlakın kökeni din midir? Ya da din olmadan da ahlak olur mu?
KİTAPHem ahlak hem de din, toplumsal yaşamın içinde ve çoğunlukla birbirine karışmış bir halde bulunduğu için ikisini birbirinden ayırmak her zaman çok kolay olmuyor. Özellikle dinler tarafından bakıldığında zaten genellikle ayrılması istenmiyor hatta ayrı olamayacağı iddia ediliyor. Ahlak felsefesi alanında çalışmaları bulunan Amerikalı felsefeci Walter Sinnott-Armstrong, Tanrısız Ahlak kitabında bu konuyu tartışıyor.
Ahlakın kökeninin ne olduğu ya da özelde din-ahlak ilişkisi, hem din felsefesinde hem de ahlak felsefesinde en çok tartışılan konulardan birisidir. Hem ahlak hem de din, toplumsal yaşamın içinde ve çoğunlukla birbirine karışmış bir halde bulunduğu için ikisini birbirinden ayırmak her zaman çok kolay olmuyor. Özellikle dinler tarafından bakıldığında zaten genellikle ayrılması istenmiyor hatta ayrı olamayacağı iddia ediliyor. Ahlak tarafından bakıldığında ise hem kavramın tarihinin çok eski olması hem de toplumsal yapıların çeşitliliği nedeniyle kökeni hakkında net ifadeler ortaya koymak zorlaşıyor.
Ahlak felsefesi alanında çalışmaları bulunan Amerikalı felsefeci Walter Sinnott-Armstrong, Tanrısız Ahlak* kitabında bu konuyu tartışıyor. Sinnott-Armstrong, kendisini ateist olarak tanımlıyor. Bu kitapta da ahlakın dinin tekelinde olmadığını ve dinden bağımsız bir ahlak anlayışının olabileceğini hatta olması gerektiğini savunuyor. Ben de bu yazıda din-ahlak ilişkisini Sinnott-Armstrong’un bu kitabı ve dayandığı temel tez üzerinden tartışmaya çalışacağım. Aslında konu çok daha geniş. Ayrıca hem yapısı hem de özellikle içinde bulunduğumuz coğrafyadaki egemenliği nedeniyle İslamiyet açısından da konuyu tartışmak gerekir. Buna karşın bir köşe yazısı sınırları içerisinde kalabilmek adına ben kapsamı dar tutup Sinnott-Armstrong’un anlatımı üzerinden daha çok ahlak ve Hristiyanlık ilişkisi üzerinde duracağım.
Tabii bu tür tartışmaları yaparken toplumda dinler ile ilgili konuşmanın zorluğunun da altını çizmek gerekir. Özellikle her dinden aşırı denebilecek insanların entelektüel tartışmalara çok yanaşmadıklarını ve tartışmaktan daha çok kendi kutsallarını karşıdakine tebliğ temelinde dayattıklarını görüyoruz. Buna karşın farklı görüşten insanlarla hatta ateistlerle de entelektüel düzeyde tartışmak isteyen dindar insanların var olduğunu da biliyoruz. Fakat belli bir yere kadar tartışmayı sürdürseler bile bu kişilerin de bir noktadan sonra ya “Kutsal değerlerime zarar veriyor.” ya da “Bazı konuları anlamaya insanların aklı yetmez.” şeklindeki yaklaşımlarla tartışmayı devam ettiremediklerini görüyoruz. Her durumda açık ki tartışmaların daha yararlı hale gelebilmesi için özellikle dindar entelektüellerin ya da din teorisyenlerinin daha özgür ve nesnel bir bakış kazanmaları gerekiyor. Aksi halde dindar kesimler entelektüel olarak geri kaldıkça bu konularla ilgili diğer insanları ikna etme şansları da azalıyor. Bunun sonucunda konu tartışma zemininden çıkıp karşıdakini sindirmeye yönelik, baskıcı bir anlayışa dönüşüyor. İnsanlar yeterince ikna olmadıkları halde baskıyla bir şeyi kabul ederlerse o baskı ortadan kalktığında ya da hafiflediğinde o anlayıştan uzaklaşmaya başlarlar. Dinlerin varlıklarını ve toplumlar üzerindeki saygınlıklarını sürdürebilmek için bu noktayı dikkate almaları gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla bugün dünyada dinlerin yaşadığı krize bir de bu açıdan bakmakta yarar olabilir. (Tabii nihayetinde bu bir felsefi tartışma yazısı olduğu için her cümle ve dolayısıyla dinlerin krizde olup olmadığı ifadesi de tartışmaya açıktır ve her açıdan çeşitli argümanlar ileri sürülebilir.)
Sinnott-Armstrong, kitabında dine yaklaşım bağlamında insanları temel olarak teistler (inananlar), ateistler (inanmayanlar) ve agnostikler (Tanrı’nın var olup olmadığını kesin olarak bilmediğini ileri süren kişiler) olarak ayırıyor. Bu anlamda genel olarak teistleri dindar, diğer kesimleri de seküler olarak nitelendiriyor.
TEİSTLER, ATEİSTLER, AGNOSTİKLER
Yukarıda da belirttiğim gibi ben bu yazıda daha çok Sinnott-Armstrong’un yaklaşımını ortaya koymak ve vardığı sonuç hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum.
Sinnott-Armstrong, kitabında dine yaklaşım bağlamında insanları temel olarak teistler (inananlar), ateistler (inanmayanlar) ve agnostikler (Tanrı’nın var olup olmadığını kesin olarak bilmediğini ileri süren kişiler) olarak ayırıyor. Bu anlamda genel olarak teistleri dindar, diğer kesimleri de seküler olarak nitelendiriyor.
Ardından şu iki soruyu soruyor: Bir ateist ile evlenir misiniz? Bir dindar ile evlenir misiniz?
Gerçekten de ateistler, çeşitli nedenlerle (din savaşlarına yol açtığı, kürtaj, eşcinsellik, dinsizlik, diğer din mensupları gibi konulara hoşgörüsüzlük vd.) nedenlerle dindarları eleştirirler. Aynı şekilde teistler de ateistlere güvenmezler. Tanrı’nın olmadığı yerde bağlayıcı bir ahlakın da olamayacağını düşünerek bu kesimlerin her türlü ahlaksızlığı yapabileceğine inanırlar. Dolayısıyla toplumda genellikle yukarıdaki iki soruya çok olumlu yanıt alınamadığından bahsediyor.
Yoğunlukları değişmekle birlikte her toplumda dindarlarla sekülerler arasında bir kamplaşmanın olduğundan bahsedebiliriz. Hatta bu kamplaşmada genellikle sekülerler dindarları cahil, fazla düşünmeyen/okumayan insanlar olarak tanımlarken dindarların diğerlerine karşı biraz daha hoşgörüsüz ve müdahaleci olduğuna tanık oluruz. Yani bir ateistin bir dindara saldırması, hakaret etmesi, şiddet uygulaması vb. çok yaygın bir davranış modeli değilken tersi durumlarla çok sık karşılaşılabilmektedir. Bu nokta da özellikle dindarların belki not etmeleri ve üzerinde düşünmeleri gereken bir konu olabilir.
Sinnott-Armstrong, dindarların inançlı olmalarının en önemli nedenlerinden birisinin, ahlakın dine bağlı olduğuna inanmaları olduğunu ileri sürüyor. Dolayısıyla gerçekten de ahlak, toplumdaki herkes için oldukça önemli bir kavram olmaya devam ediyor.
Sinnott-Armstrong, genel olarak iki tür ahlak anlayışı üzerinde duruyor. Birincisi, insanların inandıkları din çerçevesinde Tanrı’nın emrettiği ve insanları uymakla yükümlü kıldığı ahlaki kurallar. Buna Tanrısal ahlak da diyebiliriz. Diğeri de Tanrı’dan ve dinden bağımsız olan, daha çok başkalarına verilen zarara göre belirlenen ahlak anlayışı. Buna da zarar esaslı ahlak diyebiliriz.
Tanrısal ahlak kuralları, genellikle Kutsal Kitaplarda yazılıdır ve insanların ona uyması beklenir. Burada çoğunlukla muhakeme ya da kişisel bir karar verme sürecinden çok mevcut emirlere göre hareket edilmesi durumu vardır. Buna karşın zarar esaslı ahlak anlayışında sürekli bir muhakeme ve kişisel karar verme süreçleri söz konusudur. Sinnott-Armstrong, bunu şöyle açıklıyor:
“Mantıklı bir nedeni olmadan kişinin kendine zarar vermesi akıl dışıdır ancak ahlak dışı değildir. Ahlak, zarar kendimize değil de başkalarına yönelik olduğunda gündeme gelir. Yapılan bir davranış eğer başka bir insana zarar (acı, sakatlık, ölüm vs.) veriyorsa o davranışın ahlaklı olduğundan bahsedilemez. Bu zararlar, zarar verenin ya da mağdurun Tanrı’ya inanıp inanmadığına ya da bir Tanrı’nın olup olmadığına bakmaksızın ortaya çıkar. Dolayısıyla zarar esaslı ahlak, tamamen sekülerdir.”
Aslında dindar insanlar da normal koşullarda başka insanlara zarar vermek istemezler. Fakat özellikle Kutsal Kitaplarda belirtilen buyruklar ile zarar esaslı ahlak anlayışının gereklerinin çeliştiği durumlar ortaya çıktığında insanlar arada kalabilirler. Sinnott-Armstrong, kitabında bu konuyla ilgili çok sayıda örnek veriyor. Özellikle Hristiyanlık açısından Kitab-ı Mukaddes’te yer alan; çocuklara, kadınlara, eşcinsellere, kölelere, dindar olmayanlara vd. ilişkin bazı söylemlerin, zarar esaslı ahlak anlayışıyla çeliştiğini belirtiyor:
“Çocuğunu terbiye etmekten geri kalma; onu değnekle dövsen de ölmez. Onu değnekle döversen, canını ölüler diyarından kurtarırsın.”
“Kilise Mesih’e ne kadar bağımlıysa, kadınlar da kocalarına her durumda o kadar bağımlı olsunlar.”
“Kadınlar toplantılarınızda olduğu gibi Kilisede sessiz kalsınlar. Konuşmalarına izin yoktur. Uysal olsunlar.”
“Bir erkek başka bir erkekle birlikte olursa ikisi de kesinlikle öldürüleceklerdir; ölümü hak etmişlerdir.”
“Ey köleler, dünyadaki efendilerinizin sözünü dinleyin.”
Bu ifadelerin Kutsal Kitap’a göre normal/ahlaklı olduğunu ancak sonuçta çocuk, kadın, köle vd. bireyler zarar gördüğü için zarar esaslı ahlak anlayışına göre ahlaklı olmadığını iddia ediyor ve ekliyor: Dindar bir insan Kutsal Kitap’taki emirlere uyması halinde başka bir insana zarar veriyorsa bu emre uymalı mı yoksa insanlara zarar verdiği için uymamalı mı?
Sinnott-Armstrong’un Tanrısal ahlak anlayışına getirdiği eleştirilerden birisi de itaat konusu. Ona göre ahlak yasalarını bir Tanrı koymuş olsa bile insanlar bu emirlere ceza ve korkularından (cehennem, kaza, hastalık vd.) dolayı uyuyorlarsa ortada bir çıkar durumu vardır ki bu durum da ahlak ile bağdaşmaz.
Yine çok tartışılan “Dinlerden önce yaşamış olan ya da çeşitli nedenlerle dinlerin ulaşmadığı toplumlarda (avcı toplayıcı toplumlar vb.) ahlak var mıydı?” sorusuyla ilgili olarak şunları söylüyor: Tanrısal ahlak söz konusu ise, bu insanlar yaptıkları eylemlerin ahlaken yanlış olduğunu bilemezler, dolayısıyla sorumlu tutulamazlar. Ancak eğer zarar esaslı ahlak anlayışı varsa, bu insanlar da neyin ahlak dışı olduğunu bilebilir ve doğal olarak sorumlu tutulabilirler.
Yazara göre sağduyulu ahlak anlayışı Tanrı’ya gerek duymaz. Zararlı eylemler, Tanrı’nın varlığı ya da yokluğundan bağımsız olarak başkalarına zarar verdiği için kötüdür.
SAĞDUYULU AHLAK ANLAYIŞI TANRIYA GEREK DUYMAZ
Sinnott-Armstrong’a göre zarar esaslı ahlak anlayışı, değişen koşullar için de geçerli bir referans sağlayabilir. Eski dönemlerde atalarımızın çoğu, köleliğin ya da evlilik içi tecavüzün ahlak dışı olduğuna inanmıyordu. Fakat kölelik ve tecavüz, hepsi birer insan olan ve acı çeken mağdurlara zarar vermiştir. Dolayısıyla bu eylemler, geçmişin o karanlık zamanlarında, kimse henüz ahlakın tanımını yapmamışken bile ahlaken yanlıştı.
Yazara göre sağduyulu ahlak anlayışı Tanrı’ya gerek duymaz. Zararlı eylemler, Tanrı’nın varlığı ya da yokluğundan bağımsız olarak başkalarına zarar verdiği için kötüdür.
Sonuç
Sinnott-Armstrong, sağlam bir ahlak anlayışı için insanların davranışlarının diğerlerine vereceği zararları düşünmeleri ve buna göre hareket etmeleri gerektiğini belirtiyor. Bunun için özellikle kürtaj, eşcinsellik, kadın hakları, çocuklar vb. gibi karmaşık konularda ahlaken doğruyu belirlemek için kim zarar görüyor, nasıl görüyor ve ne kadar görüyor diye sorulması gerektiğini ileri sürüyor.
Bu çerçevede aslında iyi dindarlar ile iyi sekülerlerin aynı tarafta olduklarını düşünüyor. Bu kutuplaşmanın ortadan kaldırılması ve daha sağlıklı bir toplum yapısı için şunları öneriyor:
Bir dindar ne yapmalı?
Dini liderler inançsızlara ya da diğer dinlerden insanlara ağır hakaretlerde bulunduklarında doğrudan ve adaletten yana olan iyi dindarların itiraz etmeleri gerekir. Ateistler ve agnostikler, çeşitli baskılardan dolayı zaten kendilerini savunma fırsatını bulamıyorlar. Dolayısıyla bu tür saldırı ve hakaretlere karşı sessiz kalmak, sadece bu kişilere değil, dindar kesimdeki daha ılımlı ve mantıklı dini görüşlere de zarar verir.
Dinlerin ortaya koyduğu genel görüntüye bakıldığında insanları Tanrı’ya inanmaya çağırırken, pozitif etkenlerden (dinin yararları, yaşama olan katkısı vd.) çok negatif etkenleri (inançsızların ahlaksız olduğu, cezalandırılacağı vd.) öne çıkardıkları görülüyor. Negatif temelli bu din anlayışı, hem entelektüel açıdan sorunlu hem de toplumdaki kutuplaşmayı artıran bir anlayıştır. Dolayısıyla dinlerini yaşarken aynı zamanda inançsızlara da zarar vermek istemeyen iyi dindarların bu duruma itiraz etmeleri gerekir, diyor.
Bir ateist ne yapmalı?
Ateistlerin de diğer ateistlerin aşırılıklarıyla mücadele etmeleri gerekir. Dindarlara, ne konuştuğu anlaşılmayan bunamış birer ihtiyar muamelesi yapmak yerine dinden ve dindarlardan öğrenebilecekleri olduğunu kabul edip ona göre kendilerini geliştirebileceklerini ileri sürüyor ve ekliyor:
“Yaşamımızdaki önemli konularda emin olduğumuz çok az şey var. Ateistlerin ve agnostiklerin, insanların belirsizlikler içinde yaşamayı öğrenmelerine yardımcı olmaları ve yaşamlarını örnek haline getirmeleri gerekir.”
Sinnott-Armstrong’a göre eğer dindarlar ve sekülerler, bu konuları birbirleriyle açık ve cesur bir şekilde konuşamazlarsa, tartışırken akıllarını bloke ederlerse ve karşı taraftaki birine saldırarak fikir alışverişini engellerlerse, bu kutuplaşmanın ortadan kaldırılması çok zor olur. Bu nedenle mutlu bir toplum içinde yaşamak isteyen herkesin, her zaman öğrenmeye, gelişmeye ve kendini değiştirmeye açık olması gerekir.
---
*Tanrısız Ahlak, Walter Sinnott-Armstrong, Ayrıntı Yayınları, 2011
İlginizi Çekebilir