ABD tipi başkanlık sistemi üzerine- Ayrıcalık üzerine (1)
DIŞ POLİTİKAAmerika, kurumlardan birinin yetkisine müdahale edildiği için çalkalanıyor ve bu amaçla New York belediye başkanından hesap sorulmaya çalışılıyor. Kuvvetler ayrılığı mikro düzeyde de işliyor: İtfaiye kendi kulvarında çok güçlü, şu anda o kulvara müdahale edildiği anlaşılıyor. Dolayısıyla olayın ABD’de bir kişisel menfaat sağlama ve ülkemizde karşılıklı jest olarak görülmesinin temel nedeni budur.
Bu yazının başlığını ve kurgusunu kaç kez değiştirdim bilmiyorum.
Ayrıcalık konusu çok geniş ve çok boyutlu.
Ülkemizin, bir türlü üstesinden gelemediğimiz ve ne yazık ki her gün daha da derinleşen yarası
İddia ediyorum: Ülkemizin en büyük sorunu ayrıcalık sorunudur.
Öncelikle belirtmeliyim ki alt başlık bana değil; İngiliz filozofu John Locke’a ait.
Yönetim Üzerine İkinci İnceleme başlıklı kitabının ondördüncü bölümü bu başlığı (of prerogative ) taşıyor ve bölüm olduğu gibi ayrıcalık konusuna ayrılmış.
Locke’un bu konudaki düşüncelerini sonraki yazılarda inceleyeceğim.
Şimdilik şu tespiti yapalım: Locke’un bu kavramı bir bölüm başlığı olarak kullanması önemini ortaya koyuyor.
Devlet kademelerinde bulunan kamu görevlilerinden, basın mensuplarına; siyasal partilerden derneklere vs. kadar herkes ayrıcalıklı olduğunu düşünüyor.
Ayrıcalıklı olmayanlar, ayrıcalıklara karşı mücadele etmek yerine, bu ayrıcalıklara sahip olmaya çabalıyor.
Oysa ayrıcalıklar kalkmadan ne demokrasi ne de hukuk devleti var olabilir.
Bunun tarihte örnekleri var:
(1) Antik Yunan Demokrasisindeki demokratik devrim,
(2) Roma Cumhuriyeti’nin demokratikleşmesi,
(3) Fransız Devrimi,
(4) İngiliz Şanlı devrimi
tarihin akışını değiştiren en önemli olaylardır ve bunların tümünün ortak noktası ayrıcalıklara karşı bir mücadele olmalarıdır.
Bu süreçleri de sonraki yazılarda ayrıntılı olarak inceleyeceğim.
Şimdi güncel bir olayla başlayalım.
Geçen hafta ABD çalkalandı; New York belediye başkanı FBI tarafından defalarca rüşvet almakla ve maddi menfaat temin etmekle suçlanıyordu.
Belediye başkanı dünyanın neresine giderse gitsin, önce İstanbul’a geliyor ve İstanbul’dan istediği yere gidiyordu.
İstanbul’da son derece lüks otellerde misafir ediliyordu.
Menfaati temin edenler ülkemizden adı verilmeyen kişilerdi.
Olay ABD kamuoyunda geniş bir yankı bulmuştu; ABD çalkalanıyordu.
Olayı ilk olarak sosyal medyadan duydum.
Ayrıntıların ne olduğunu öğrenmek için TV kanallarına bakmayı düşündüm. “Yandaş” kanalların olayı bir “komplo” ya da “dış güçlerin oyunu” olarak sunmalarının ya da sessiz kalmalarının kuvvetli ihtimal olduğunu düşünerek muhterem “muhalif” kanalların yorumcularını dinlemeye karar verdim.
Kanalların birinde konuyla ilgili haberler veriliyor ve ABD’de basınının olayı “Grand Theft Ottoman” sürmanşeti ile verdiği aktarılıyordu.
Sorun New York’taki binamızın yeniden inşası sırasında yangın projesinin itfaiye yetkilileri tarafından onaylanmamış olmasıydı. Belediye başkanına projeyi eksik olmasına rağmen onaylaması için “jest” yapılmıştı; belediye başkanı da bir karşı “jest” yaparak eksik yangın projesinin onaylanmasını sağlamıştı. ABD basını ile yerli basınımız arasındaki bu derin görüş ayrılığı ülkemizin en önemli sorununun temelini oluşturuyordu.
ABD BASINI İLE YERLİ BASINIMIZ ARASINDAKİ DERİN GÖRÜŞ AYRILIĞI
Programın sonucunda yorumcuların geldiği nokta çok ilginçti: Ülkemizde bu tür maddi menfaat teminleri “devede kulak” bile değildi: Yorumcular çeşitli olayları sıralayarak buralarda çok daha büyük maddi menfaat teminlerinin olağan karşılandığını ve dolayısıyla olayın ülkemiz açısından belediye başkanına yapılan bir “jest”(!) olarak değerlendirilmesi gerektiği ileri sürülüyordu.
Sorun New York’taki bir binamızın yeniden inşası sırasında yangın projesinin itfaiye yetkilileri tarafından onaylanmamış olmasıydı.
Belediye başkanına projeyi eksik olmasına rağmen onaylaması için “jest” yapılmıştı; belediye başkanı da bir karşı “jest” yaparak eksik yangın projesinin onaylanmasını sağlamıştı.
ABD basını ile yerli basınımız arasındaki bu derin görüş ayrılığı zannederim ülkemizin en önemli sorununun temelini oluşturuyordu.
ABD’deki bir deneyimimi hatırladım ve bu deneyim üzerinden sorunu görmeye çalıştım.
Kamu görevlisi olduğumda yazdığım uzmanlık tezinin başlığı “Başkanlık Sistemi, Parlamenter Sistem ve Meclis Hükümeti Sistemlerinin Karşılaştırması: Türkiye Örneği” idi.
Tezin yazıldığı yıl 1994 idi ve Türkiye’de sistem tartışmaları henüz ciddi biçimde başlamamıştı.
Halen geçerli olduğunu düşündüğüm tezim şuydu: Devlet sistemleri ile toplumsal yapılar arasında karşılıklı bir ilişki bulunur. Devlet sistemlerini belirleyen toplumsal yapılardır. Sert kutuplu toplumlara parlamenter sistem ve yumuşak kutuplu toplumlara başkanlık sistemi uygun düşer.
ABD’de tarihsel nedenlerle ideolojik kutuplar bulunmadığından başkanlık sistemi kurulmuştur. Ülkemizde ideolojik kutuplar bulunduğundan parlamenter sistem tercih edilmelidir, aksi takdirde kriz kaçınılmazdır.
En son şunu da eklemiştim: Her ülkede her sistem uygulanabilir ama önce bu sisteme uygun bir toplumsal yapının varlığı şarttır; aksi takdirde toplumsal yapı ile siyasal sistem arasında uyumsuzluk olur ve krizler yaşanır.
Bu tez dolayısıyla ABD sisteminin işleyişini görmek benim için merak konusuydu.
Tezin yazımından yaklaşık 20 yıl sonra ABD Dışişleri Bakanlığının finanse ettiği ve Freedom House’ın organize ettiği bir etkinliğe katıldım; etkinliğe çeşitli sivil-kamu kurumlarından 20 civarında kişi katılmıştı.
Etkinliğin bir bölümünde katılımcılar ilgi alanlarındaki kurumlarda görevlendiriliyorlardı.
Bir arkadaşımla birlikte bir senatörün ofisinde görevlendirildik.
İçeri sorunsuz girebilmemiz için bize diğer memurların sahip oldukları bir görevli kartı ve işleri takip edebilmemiz için bir bilgisayar ile gerekli şifreler verildi.
Ofiste 50 danışman görevliydi ve danışmanlar iş akışını bilgisayar üzerindeki bir havuzdan takip ediyorlardı.
Her danışman o gün yapmak istediği işi havuzda paylaşıyor ve böylece danışmaların tercihine dayanan bir işbölümü gerçekleşiyordu.
İşlerin koordinasyonu az sayıdaki başdanışman tarafından sağlanıyordu.
Dışarı çıkarak bir etkinliğe katılacak olanlar adlarını, gittikleri yeri, varış ve dönüş zamanlarını, iletişim bilgilerini yazıyorlardı.
Özetle bütün akış herkesin gözü önünde şeffaf biçimde gerçekleşiyordu; her bir danışman diğerinin ne yaptığını görüyor ve yapılmayan işleri tamamlamaya çalışıyordu.
Senatöre elbirliğiyle çok sayıda kaynaktan bilgi temini sağlanıyordu. Senatör bu bilgilerle yasama sürecini etkileyecek bilgiyle donanmış oluyordu. (Bizde Anayasanın aksine açık hükmüne rağmen kanun teklifleri yürütme tarafından hazırlandığından bu tür bir bilgi gereksinimi duyulmadığını hatırlatalım.)
Bizler yabancı olmamıza rağmen süreci başından sonuna kadar izleyebiliyor ve katılmak istediğimiz etkinliklere gidiyorduk. Tek eksiğimiz dönüşte havuza bir katkı sunmuyor oluşumuzdu.
Oraya gittiğimizde hediye olarak sunmak üzere bir rakı ve bir lokum götürmüştük.Senatörle tanışma toplantısında kendisine bu hediyeleri sunduk. Senatör bütün görevlileri odaya çağırarak herkesin gözü önünde hediyeleri açtı ve bunları iş bitiminden sonra bir gün birlikte yeme-içme sözü verdi.
HEDİYE OLARAK RAKI VE LOKUM
Senato’da çay ocağı ya da ofiste çay kahve ikramı söz konusu değildi.
Senato, bilgi üretmek için her senatöre 50 danışman istihdam etme hakkı vermiş ama çay ocağına kaynak ayırmamıştı.
Oraya gittiğimizde hediye olarak sunmak üzere bir rakı ve bir lokum götürmüştük.
Senatörle tanışma toplantısında kendisine bu hediyeleri sunduk.
Senatör bizimle kısa bir tanışma toplantısından sonra bütün görevlileri odaya çağırarak herkesin gözü önünde hediyeleri açtı ve bunları iş bitiminden sonra bir gün birlikte yeme-içme sözü verdi.
Senato’nun bizler gibi yabancıları ağırlayacak bir bütçesi yoktu; yemeklerimizi aşağıdaki büyük lokantada kendi paramızla alıyorduk.
Lokanta çok büyüktü ve Senatoya girebilen sivil toplum örgütleri temsilcileri dâhil herkes parasını ödeyerek yemek yiyebiliyordu.
Bizde olduğu gibi milletvekilleri için ayrı, milletvekilleri ve konukları için ayrı, üst düzey personel için ayrı, diğer personel için ayrı salonlar yoktu.
Şöyle anlatıyorlardı: “Her insanın bir midesi var ve mideler insanların sosyal statülerinden bağımsız olarak çalışır. Dolayısıyla insanları sınıflara ayırarak onlara ayrı kalitede yemek sunmak ayrımcılık olur. Herksin aynı yerde yemek yemesinde bir sakınca görmüyoruz.” (Bizde lokantaların ayrı olmasının yanısıra milletvekillerinin kullandığı asansörleri başkalarının kullanmasının yasaklandığı hatırlanırsa, ayrıcalık anlayışı hakkında bir fikir sahibi olunabilir.)
Bu nedenle çok büyük bir alanda tatlıdan salataya, balık-et-tavuk yemeklerine kadar çok geniş bir ürün yelpazesine yer verilmişti. Herkes ağız tadına, zevkine, kaygılarına, bütçesine uygun seçim yapabiliyordu. Fiyatlar dışarıdaki ortalama bir lokantanın fiyatlarıydı.
Self servis olduğundan çeşitli hizmetlilere gerek görülmemişti.
Bizler de yabancı olmamıza rağmen hiçbir sorunla karşılaşmadan burada bedelini ödeyerek yemeklerimizi yiyorduk.
Ofisteki şef danışman götürdüğümüz hediyelerin altında kalmamak için bizi bir gün kendi cebinden yemeğe davet edeceğini söyledi; kabul ettik.
“Dışarıya gidecek zamanım olmadığından ancak aşağıdaki lokantaya götürebilirim” dedi.
Birkaç gün sonra lokantanın yolunu tuttuk. Lokantaya yaklaştığımız sırada danışmanın elindeki telefon çaldı.
Danışman “eyvah karım arıyor” dedi.
Telefon bir süre çaldı ama danışman merak içinde kalmasına rağmen açmadı.
Danışmanın konuşmak istediği halde telefonu açmadığını görünce şaşkınlık içinde “Neden açmıyorsunuz?” diye sordum.
Verdiği cevap tahayyül dahi edemediğim bir cevaptı: “Bu kamunun telefonu, açarsam belki bir kamusal görüşmeyi engellemiş olacağım.”
“O zaman bir ara siz arayın ve kısaca ne olduğunu sorun” diyerek tavsiyede bulundum.
“Bu mümkün değil, kamusal iş için verilmiş bir aracı kendi özel işimde kullanamam” dedi.
Şaşkınlığımı gizleyemeyince beni ikna etmek için şöyle devam etti:
“Düşün ki buradan bir vatandaşımız geçiyor ve acilen telefon etmesi gerekiyor. Bu vatandaşın kamusal bir telefonu bedava kullanma olanağı var mı?”
“Yok” dedim.
“İşte ben de şu anda özel işi olan bir vatandaş durumundayım. Bana kamusal bir iş için verilen telefonu kendi özel işimde kullanırsam, diğer vatandaşlarla olan eşitliğimi kaybederim, kişisel ayrıcalık kullanmış olurum. Oysa vatandaşların tümü kanun önünde eşittir; ben de özel işlerim bakımından sıradan bir vatandaştan farklı değilim. Şu anda bu telefonu elimde tutabiliyor olmam, onu kamusal işler dışında kullanabileceğim anlamına gelmez.”
Bu tür bir eşitlik fikrini içselleştirdiğini düşünebilecek kodlara sahip olmadığımdan aklımda şöyle bir soru belirdi: “Acaba denetlendiği için mi kullanamıyor?”
Hemen sordum:
“Merakımı bağışlayın ama bu soruyu sormadan duramayacağım: Şu an telefonu özel işinizde kullanırsanız yakalanır mısınız ya da yakalanma olasılığınız yüzde kaçtır?”
“Yakalanma olasılığım milyonda bir bile değil” dedi ve ekledi: “Bir takip altında değilsem hiçkimse telefonumu dinleyemez, dinlerse çok ağır bir suç işlemiş olur.”
“Peki yakalanırsanız yaptırımı ne olur?” diye sordum.
“İşten atılacağımdan kimsenin kuşkusu olmaz” dedi.
“Ama bu ölçüsüz bir yaptırım olmaz mı” diye sordum. Cevap şuydu:
“Hayır olmaz. Bu bir ilkedir ve ilkenin ihlalinin büyük ya da küçük olmasının önemi yoktur. Hatta şöyle bir mantık yürütebilirim: Bu kadar küçük bir menfaat için ilkeyi ihlal eden, daha büyük menfaatler için neler yapmaz ki.”
Aristoteles insanların yasaları herhangi bir biçimde ihlal etmelerinin, özellikle küçük ihlaller dâhil olmak üzere, mutlak biçimde önlenmesi gerektiğini söylüyordu; bu devleti yıkıma götüren nedenlerden biriydi.
ARİSTOTELES’E GÖRE İHLALLERİN ÖNLENMEMESİ YIKIMA GÖTÜRÜR
Danışmanın bu görüşünün Aristoteles’te de bir temeli var: Aristoteles insanların yasaları herhangi bir biçimde ihlal etmelerinin, özellikle küçük ihlaller dâhil olmak üzere, mutlak biçimde önlenmesi gerektiğini söylüyordu; bu devleti yıkıma götüren nedenlerden biriydi. Küçük ihlallerin yasaları aşındırması ve zamanla çökertmesi sözkonusu olacağından çok dikkatli olunmalıydı. Küçük ihlallerin yapılması, büyük ihlallere göre daha kolaydı ve küçük ihlallerden başlanarak ihlalin yolu açılmış olurdu.
Şimdi büyük resme bakalım.
ABD’deki başkanlık sistemi sert kuvvetler ayrılığına dayanır ve kuvvetler arasında “fren ve denge sistemi” (Checkes and balances) işler.
Üstelik kuvvetler ayrılığı tek düzeyde de işlemez; hem yatay hem de dikey kuvvetler ayrılığı zorunludur. Kuvvetler ayrılığı ayrıca makro düzeyden mikro düzeye kadar etkilidir.
Rahmetli Burhan Kuzu’nun kısmen doğru ama kısmen eksik olduğundan yanlış olan bir tespiti vardı. Kuzu başkanlık sistemindeki başkandan ürkülmemesi ve yeni sistemin benimsenmesi için “Zavallı Obama” betimlemesini yapmıştı.
Ama bir başkası bu tespite bakarak “Zavallı Senato”, “Zavallı Temsilciler Meclisi”, “Zavallı Kongre”, “Zavallı Yüksek Mahkeme” betimlemelerini yapabilir. Çünkü bunların hepsi yeri geldiğinde çok zayıftırlar.
Ama başkanlık sistemlerinin diğer bir önemli özelliği hiçbir kuvvete kendisine tanınan yetkileri aşma olanağının verilmemesidir. Bu tür bir aşım olursa, kendi kulvarlarında güçlü olan diğer kuvvetler bu aşıma “dur” deme gücüne sahiptirler.
HİÇBİR KUVVETE YETKİLERİNİ AŞMA OLANAĞI VERİLMEMİŞTİR
Buradan ABD başkanlık sisteminin çok önemli bir özelliğini yakalamak mümkün: ABD Başkanlık sisteminde her kuvvet kendi kulvarında son derece güçlü ve etkin ama başkasının kulvarına girmeye kalktığında son derece güçsüzdür.
Dolayısıyla Obama da kendi yetkilerini kullanırken son derece güçlü ama diğer organlara müdahaleye kalktığında son derece güçsüzdü.
Bu yüzden Kuzu’nun tespiti Obama’nın gücünü eksik yansıttığından yanlıştı.
Başkanlık sistemlerinin önemli özelliği başkanların güçlü olmasıdır.
Ama başkanlık sistemlerinin diğer bir önemli özelliği hiçbir kuvvete kendisine tanınan yetkileri aşma olanağının verilmemesidir. Bu tür bir aşım olursa, kendi kulvarlarında güçlü olan diğer kuvvetler bu aşıma “dur” deme gücüne sahiptirler.
Şimdi dönelim bu yazının konusu olaya, yani New York Belediye başkanının olayına.
Sözünü ettiğim TV programındaki konuşmacı, ABD’de itfaiyenin anlaşılmaz bir güce sahip olduğunu belirtiyordu.
Aslında anlaşılmayacak bir tarafı yok.
Liberal demokrasilerde devletin en önemli işlevi vatandaşların can, mal ve özgürlüklerini korumaktır.
İtfaiye vatandaşların can ve mallarını korumakla görevli olduğundan liberal devletin en önemli işlevlerinden birini yerine getirmektedir.
“Binaların yüzde kaçında yangın çıkıyor ki?” ya da “Projeleri usule uygun biçimde onaylanmamış binada ne zaman yangın çıkacak ki” türünde sorular anlamsızdır.
İtfaiye yangın çıkan her yere zamanında ve uygun tekniklerle müdahale etmek ve bu yüzden de her yerde yangın çıkma ihtimalini gözetmek zorundadır.
Yangın söndürme sırasında kendi hatasından kaynaklanan bir zarar oluşursa, ilgililerin kişisel sorumlulukları gündeme gelir ve olayın sonunda istifa gerçekleşir.
İdare hukukunun en temel ilkesi “yetki-sorumluluk” ilkesidir. İtfaiye yangının en az zararla söndürülmesinden sorumluysa, en az zararın gerçekleşmesi için ilgililerden gerekenlerin yapılmasını isteme yetkisine de sahiptir.
Aksi takdirde, “standartlarını belirlediğim projeye uyulmadığından zarar gerçekleşti ve ben bu zarardan sorumlu değilim” deme hakkı doğar.
Tersinden bakılırsa, itfaiye tarafından projesi onaylanmış bir binada çıkan bir yangında, itfaiyenin “ben sorumlu değilim” deme şansı yoktur.
Bizim depremlerde belediyelerin projeleri onaylanmış binaların çökmesi halinde sorumlu tutulmamalarına bakmayın…
Projenin onaylanması, gerekli tedbirlerin alındığı anlamını taşır ve proje onaylanmasına rağmen projeyi onaylayanın işini eksik yapmasından kaynaklanan zarar oluşursa, sorumluluk projeyi onaylayana ait olur.
İşte New York itfaiyesi de bu mantıkla binanın yangın projesini onaylamamış.
Proje, sonunda, sağlanan menfaatler ya da bizim muhterem basının diliyle “karşılıklı jestler”le onaylanmış.
Amerika, kurumlardan birinin yetkisine müdahale edildiği için çalkalanıyor ve bu amaçla New York belediye başkanından hesap sorulmaya çalışılıyor.
Kuvvetler ayrılığı mikro düzeyde de işliyor: İtfaiye kendi kulvarında çok güçlü, şu anda o kulvara müdahale edildiği anlaşılıyor.
Diğer erkler bu müdahaleyi püskürtmeye ve itfaiyenin kendi kulvarında güçlü kalmasını sağlamaya çalışıyor.
Dolayısıyla olayın ABD’de bir kişisel menfaat sağlama ve ülkemizde karşılıklı jest olarak görülmesinin temel nedeni budur.
ABD Başkanlık sisteminde her kurum kendi işini yapmak ve kamusal yetki ve kaynakları dikkatli kullanmak zorundadır.
Sözünü ettiğim danışman bilgi üretimi sırasında son derece güçlü olmasına rağmen, özel işinde kamunun telefonunu kullanamayacak kadar güçsüzdür.
Belediye başkanı da ABD’nin ve muhtemelen dünyanın en önemli kentlerinden birini yönetmesine rağmen, elde ettiği maddi menfaat karşılığında itfaiyenin işini gereği gibi yapmasını önleyerek hukukun işleyişine engel olmuştur. Bu bağlamda sağladığı menfaatin küçük bir menfaat olmasının önemi yoktur.
İşte bu ABD Başkanlık sistemine ilişkin dengelerin mikro düzeyde işleyişidir.
“Canım ne var bir jestte, o kadar da abartmayın, hem bu jestleri yaparız hem de başkanlık sistemi oluruz” diyenler olabilir.
Onlara hiç itirazım olmaz.
Olursunuz…
Ama ABD tipi değil
Türk tipi başkanlık sistemi olursunuz.
İlginizi Çekebilir