© Yeni Arayış

30 Ağustos’un 102. yılında cepheden mektuplar

Bu büyük zaferin yıldönümüne, cephenin her iki tarafından yazılan mektuplarla bakmak ve bu zaferin büyüklüğünü bir kez daha kavramak gerektiğini düşünüyorum. Yazının büyük bir kısmını, Dr. Esra Özsüer’in "Yunan Ordusunun Anadolu İşgalinde Cepheden Gönderilen Asker Mektupları" adlı çalışmasından alıntıladığım mektuplardan oluşturdum. 

Gündem ne olursa olsun, zamanın hafızası ve tarih kayıtlarını gün be gün tutmaya devam ediyor. 102. yılında, bugün tarihin gördüğü en büyük zaferlerden biri olan 30 Ağustos Zaferi’ne nasıl dönüp bakıyorsak, bir gün gelecek bu günlere de bakılacak ve değerlendirilecek. Bu büyük zaferin yıldönümüne, cephenin her iki tarafından yazılan mektuplarla bakmak ve bu zaferin büyüklüğünü bir kez daha kavramak gerektiğini düşünüyorum. Yazının büyük bir kısmını, Dr. Esra Özsüer’in "Yunan Ordusunun Anadolu İşgalinde Cepheden Gönderilen Asker Mektupları" adlı çalışmasından alıntıladığım mektuplardan oluşturdum.  

"Saygıdeğer babacığım, şu an Sakarya'da bulunuyorum. Düşman kararlıkla direniyor. Kayıplarımızın haddi hesabı yok. Tümenimiz neredeyse dağıldı. Bölüğümüzde yüz yetmiş kişiden sadece elli kişi kaldık. Tüm subaylar yaralandılar. Ne olacağımız belli değil. Hepimiz umutsuzluk içindeyiz. Tek hayalim ve arzum teskeremi alıp ordudan uzaklaşmak"

YUNAN PİYADE ER LEFTERİS G. PARASKEVAİDİS’İN MEKTUPLARI

Paraskevaidis’in mektupları, İzmir’in Yunan ordusu tarafından işgal edildiği günlerin sevinciyle başlıyor. Ailesine yazdığı 16 Eylül ve 3 Ağustos 1919 tarihli iki mektupta, İzmir’i işgal etmenin sevincini şöyle anlatmış:

"Burada çok iyi vakit geçiriyoruz. Şimdi Yukarı Bey köyüne ulaştık ve keyfimiz yerinde. Sürekli çam fıstığı, badem ve ceviz yiyoruz. Her gün bir sepet üzüm yiyoruz. Keşke size de bir çuval çam fıstığı gönderebilseydim. Fakat buna izin verilmiyor. Burada yağ ve bal bolca... Keyfim gayet yerinde. Bir sürü yiyecek ve meyve var. Bütün üzüm bağları ve bahçeler bizim. Bir bahçeye girip canımız ne isterse yiyoruz. Kimse bize sesini çıkarmıyor. Her gün fırında patatesli, domatesli, patlıcanlı et, domatesli yumurta ve ciğer tava yiyoruz. Şimdilik her şey yolunda ama sonra ne olur bilemiyorum. Fakat sanırım korkacak bir şey yok."

Bu mektuplar, Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçsüz olduğu günlere denk düşer. Ortada ne savaşacak bir ordu ne de doğru düzgün mühimmat vardır. Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan başlattığı direniş, bu rahat işgal günlerini dağıtır. Direnişin nasıl bir fark yarattığını, Paraskevaidis’in bir yıl sonra, 12 Şubat 1921’de ailesine yazdığı mektupta görmek mümkün: 

"Geçen sene çetecilerin sadece bir topu vardı. Onun da top mermisi kusurlu olduğundan patlamıyordu. Hatta biz onlarla dalgamızı geçiyor ve bize atılan top mermilerini elimizle yakalamaya çalışıyorduk. Türklerin top mermileri üzerimizden geçip etraftaki bir tepeciğe patlamadan düşüyordu. Sadece 'paf!’ diye bir ses, bir de azıcık duman çıkarıyordu. Top mermisi üzerimizden geçip havada dönüp dururken biz de siperlerimizden çıkıp güya atılan top mermilerini yakalayacakmış gibi yapıyorduk. Onların topçuları nasıl dalga geçtiğimizi görüyordu. Mermi yere 'paff' diye her düştüğünde biz de 'Aera!' diye bağırıyorduk. O zamanlar savaş bizim için adeta bir panayır yeriydi. Fakat bu yıl ilk kez İnönü’de Türklerin Skoda topları ve taramalı tüfekleri olduğunu gördük."

Ne İngilizler ne de Yunanlar Türklerden böylesi bir direnişi beklemiyordu. Türk ordusunun hesaba katılmayan toparlanması ve uzayan savaş koşulları, cephedeki Yunan askerlerinde yorgunluk ve moral çöküntüsü yaratmaya başlar. Bu ruh halinin izleri, Paraskevaidis’in 7 Ağustos 1921’de kız kardeşine Sakarya'dan yazdığı mektupta açıkça görülür:

"Bana geçmişe dair hiçbir şey yazma çünkü eskiyi hatırladığımda üzülüyorum. Şimdi hayatım çok değişti. İşim gücüm Türkleri kovalamak oldu. Şimdilerde Kemal'i yakalamakla meşgulüz. Kaç zamandır boğazımızdan doğru düzgün bir yemek geçmedi. Bulamaç, çörek, ekmek ve tarhana yiyoruz. Çörekler arpadan. Yavan olmasın diye de toza toprağa bulanmış halde."

Yunan ordusunun tek gayesi, Ankara’yı ve Mustafa Kemal’i ele geçirip savaşa son vermekti. Yunan askerleri bu hedefin bir an önce gerçekleştirilip evlerine dönmek için sabırsızlanmaya başlamışlardı. Ancak Mustafa Kemal komutasındaki Türk ordusu, her adımda bu planı bozuyor ve beklenmedik bir güçle karşılık vererek, Yunan askerinin bu beklentisinin sürekli ertelenmesini sağlıyordu. İzmir işgalinin tatlı günleri geride kalmış, askerler savaşın yorgunluğu altında ezilmeye, savaşı sorgulamaya başlamışlardı. Paraskevaidis’in Sakarya Meydan Muhaberesi sırasında babasına yazdığı 20 Ağustos 1921 tarihli mektup, bu sorgu halini örnekler nitelikte:

"Saygıdeğer babacığım, şu an Sakarya'da bulunuyorum. Düşman kararlıkla direniyor. Kayıplarımızın haddi hesabı yok. Tümenimiz neredeyse dağıldı. Bölüğümüzde yüz yetmiş kişiden sadece elli kişi kaldık. Tüm subaylar yaralandılar. Ne olacağımız belli değil. Hepimiz umutsuzluk içindeyiz. Tek hayalim ve arzum teskeremi alıp ordudan uzaklaşmak. Buradan gitmek, beni tedirginlik içinde bekleyen kardeşlerime ve aileme kavuşmak istiyorum. Orada özgürce, kendimin efendisi olarak yaşarım. Asker kendinin efendisi olamaz. O artık ulusun hizmetkarı, yabancı güçlerin maşasıdır."

Ardı ardına bozguna uğrayan Yunan ordusunun, Ankara’yı kuşatmak yerine İzmir’e geri çekilmekten başka çaresi kalmaz. Kovalama bitmiş, kaçma zamanı gelmiştir. Geri dönüş yolunda geçtikleri her yeri yakıp yıkarak yağmalamaya başlarlar. Savaş yorgunu Paraskevaidis, bu günlerde yazdığı satırlarında nadir görülen bir açıklıkla Yunan askerinin Türk sivil halka uyguladığı vahşeti itiraf eder:

"Bizler artık eski biz değildik. Adeta hayvanlaştık. İnsanlığımızı kaybettik. Silahları yüklenip gece gündüz dağları, ovaları aşıyor, hiç tanımadığımız, bizlere en ufak kötülüğü dokunmamış insanları öldürmek için kovalıyoruz."

Er Paraskevaidis’in satırlarında itiraf ettiği katliam, savaş zamanı müttefik devletlerin üstünü kapatmak için çabaladığı gerçeklerden biridir. Ne var ki, savaşın vicdanlı tanıklarından Uluslararası Kızılhaç Örgütü (ICRC) tarafından insani yardım için Gemlik bölgesinde delege olarak görevlendiren İsviçreli Maurice Gehri’nin günlüğüne aldığı notlar ve sonrasında hazırladığı rapor, Yunan ordusunun Türk sivil halka uyguladığı zulmü gözler önüne serer. Paraskevaidis’in satırlarına, Gehri’nin günlüğü şahitlik eder. 

Gehri’nin çektiği fotoğraflardan birinde, çenesi parçalanmış bir Türk kızı görülür. Gemlik'te görüştüğü Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nden bir Türk doktor vasıtasıyla öğrendiği bu olay, Gehri’yi hayli etkiler. Zira doktor, Yunan Kızılhaç’ının Müslüman mültecilere insani yardımda bulunmadığı gibi, bu yardımlara ulaşmalarını da engellediğini ona söyler.

Doktor, Gehri’yi alır ve Yunan birlikleri tarafından yağmalanan köye, el bombasıyla çenesi parçalanan bir kızın yanına götürür. Kızılhaç yetkilileri, çenesinin yarısı kopmuş olan kızın tedavi edilmek üzere Bursa’ya gitmesine izin vermez; köylü kadınlar ise parçalanan ağzı kendi imkanlarıyla diker.

GEHRİ’NİN VİCDANI

Maurice Gehri, Uluslararası Kızılhaç Teşkilatı (ICRC) tarafından 1921 yılında Gemlik – Yalova arasındaki bölgede insani yardım faaliyetlerinin yürütülmesi ve mevcut Hıristiyan halkın güvenli biçimde tahliyesi amacıyla görevlendirilir. Müttefiklerin, Yunan işgalcilerin yerel Müslüman halka yönelik katliam ve zulmünü gizlemek üzerine kurulu siyasi misyonu ile vicdanı yer yer çatışır. Ancak bölgede tanık oldukları Gehri’yi bu suça ortak olmaktan alıkoyar. Elindeki sınırlı kaynaklara rağmen insani görevlerini bugün örnek bir şekilde yerine getirir. Notlar alır, fotoğraflar çeker, günlük tutar ve Yunan ordusunun Türk sivil halka yaptıklarını belgeleyerek kayıt altına alır. 

Gehri’nin çektiği fotoğraflardan birinde, çenesi parçalanmış bir Türk kızı görülür. Gemlik'te görüştüğü Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nden bir Türk doktor vasıtasıyla öğrendiği bu olay, Gehri’yi hayli etkiler. Zira doktor, Yunan Kızılhaç’ının Müslüman mültecilere insani yardımda bulunmadığı gibi, bu yardımlara ulaşmalarını da engellediğini ona söyler. Doktor, Gehri’yi alır ve Yunan birlikleri tarafından yağmalanan köye, el bombasıyla çenesi parçalanan bir kızın yanına götürür. Kızılhaç yetkilileri, çenesinin yarısı kopmuş olan kızın tedavi edilmek üzere Bursa’ya gitmesine izin vermez; köylü kadınlar ise parçalanan ağzı kendi imkanlarıyla diker. Tıbbi malzemeye çok ihtiyaçları olduğunu, ancak bunları almak için İstanbul’a gitmelerine izin verilmediğini belirtir. Gehri, kızın fotoğrafını çektikten sonra günlüğüne, Yunan ordusunun yaptığı zulmün sistematik bir kıyım, bir soykırım olduğunu belirterek şunları yazar: 

"Gözümüzün önünde yanan köyler, onlarca ceset var. Her şey tehlikenin yakın ve korkunç olduğuna işaret ediyor. Mültecileri kurtarmak zorundayız."

ICRC'nin Osmanlı Kızılay Cemiyeti ile iyi ilişkilerinden yararlanan Gehri, mültecilerin İstanbul’a tahliyesi konusunda yardım isteyen bir mesaj gönderir. Artık konu bilgi toplamaktan çok, sivil halkı tahliye etmeyi amaçlamaktadır. Ancak İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği mültecilerin İstanbul’a getirilmesine izin vermez. Gehri, Küçük Kumla köyünü ziyaret ettiğinde bir kez daha katliama tanıklık eder. Heyeti görünce güvenli bir yere götürülmeleri için yalvaran bin kadar Türk köylüsü ile karşılaşır. Evleri yağmalanıp yakılmış, kadınların kimi tecavüze uğramış ya da öldürülmüştür. Dehşete kapılan sivil halk, korunma isteyerek heyeti takip etmeye başlar. İskele yakınındaki kumsala yerleşip geceyi yaktıkları ateşlerin etrafında oturarak geçirirler. Gehri’nin emri ile açık denize demir atan Bryony gemisi, halkı güvende tutmak için sahili ve çevredeki tepeleri projektörleriyle aydınlatır. Köylülerin anlattığına göre, Yunan ordusu yağmalamak, yakmak ve hepsini öldürmek için gelmiştir. Heyete eşlik eden Yunan kurmay subay, duyduklarına itiraz ederek, "gerçek her zaman çocukların ağzından çıkar" der ve bir kız çocuğunu göstererek sorgulanmasını ister. Haklıdır. Gerçek her zaman çocukların ağzından çıkar. Küçük kız, Yunan askerlerinin yaptıklarını anlatır. Gehri’nin vicdanlı kalemi bu tanıklığı günlüğüne not ederek sonrasında raporuna taşıyacaktır. 

"Muhterem Komutanım, Sağ kolumu kaybettim, zarar yok sol kolum var. Onunla da pekâlâ iş görebilirim. Beni üzen şey; yaramın kapanmamasından dolayı kıtama katılamamam ve düşmanla çarpışamamamdır. Hastaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için, beni mazur görünüz; affediniz, muhterem komutanım."

TÜRK ORDUSUNDAN SUBAY MEKTUPLARI

Türk subay ve askerlerinin cepheden yazdıkları mektuplar, 1999 yılında Millî Savunma Bakanlığı tarafından basılan ‘Cepheden Mektuplar’ adlı kitapta bir araya getirilir. Mektuplara bakıldığında, derin bir vatan sevgisiyle yazıldıkları ve vatanı kurtarma uğrunda kendini feda etmek üzerine satırlarla dolu oldukları görülür. Gelin, birkaçını beraberce okuyarak bağımsızlık yolunda kendini feda etmekten çekinmeyen bu kahraman insanları analım. 

Şükrü Paşa’nın Vasiyeti 

"Eğer düşman hatları geçtikten sonra ölürsem kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat savunma hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim, lifim, sabunum çantamdadır. Beni bunlarla birlikte gömeceksiniz. Nasılsa gelen nesiller üzerime bir abide dikeceklerdir." 

Edirne Komutanı Şükrü Paşa 

Teğmen Mehmet Dursun’un Mektubu 

"... Düşman Çertik Tepesini oldukça şiddetli bir topçu ateşi altına almıştı. 'Yere yat ' emri verildi. O aralık tabur komutanı gelerek, süngü takıp ilerideki avcı hattı ile birleştikten sonra hücum edeceğimizi söyledi. 1. Takım öne çıktı. Ben 2. Takım'la onları takip ediyordum. Her sıçrayışta birçok düşman maktulleri çiğneyerek cephemizde iki mevzi siper atladık. Nihayet son defa askerlere mevzi aldırdığım zaman, cinsini tayin edemediğim bir topçu mermisi kolumun aşağı kısmına isabet ederek beni ağır surette yaraladı. Takımı çavuşuma teslim ettim. İki asil kalpli asker beni kolları arasında sargı mahalline götürdü. Soğanlı Dere'de kanın durdurulması için kolum sarıldıktan sonra hemen Kilitbahir Hastanesine gönderildim. Gözümü açtığım vakit kendimi yatakta kolsuz olarak buldum. Yüce Türk Milletim ve mukaddes vatanım için feda olan koluma acımıyorum." 

15. Tümen 45. Alay 2. Tabur 8. Bölük Teğmen Mehmet Dursun 

Kadiroğlu Mehmet Çavuş’un Hastaneden Cephedeki Komutanına Yazdığı Mektup 

"Muhterem Komutanım, Sağ kolumu kaybettim, zarar yok sol kolum var. Onunla da pekâlâ iş görebilirim. Beni üzen şey; yaramın kapanmamasından dolayı kıtama katılamamam ve düşmanla çarpışamamamdır. Hastaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için, beni mazur görünüz; affediniz, muhterem komutanım."

Atatürk'ün Türk Ordusuna Son Mesajı 

Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın çeşitli safhalarında Türk Ordusu ve Türk Milleti’ne yönelik mesajlar yayınlar. Orduya seslendiği son mesajını Cumhuriyet’in onbeşinci yıldönümünde yayınlar. Yazımı bu mesajla bitiriyorum.

"Zaferleri ve mazisi insanlık tarihiyle başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu!

Memleketini, en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsan; Cumhuriyet'in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtaları ile mücehhez olduğun hâlde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur. 

Bugün, Cumhuriyet'in on beşinci yılını mütemadiyen artan büyük bir refah ve kudret içinde idrak eden Büyük Türk Milleti'nin huzurunda kahraman ordu, sana kalbi şükranlarımı beyan ve ifade ederken, büyük ulusumuzun iftihar hislerine de tercüman oluyorum. 

Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade olduğuna, benim ve büyük ulusumuzun tam bir inanç ve itimadımız vardır. Büyük ulusumuzun orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silahlarla bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir feragat-ı nefs ve istihkar-ı hayat ile her türlü vazifeyi ifaya müheyya olduğunuza eminim. Bu kanaatle kara, deniz, hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve eratını selâmlar ve takdirlerimi bütün ulus muvacehesinde beyan ederim. 

Cumhuriyet Bayramı’nın on beşinci yıldönümü hakkınızda kutlu olsun…"

29 Ekim 1938 Mustafa Kemal ATATÜRK 

30 Ağustos Zafer Bayramı’nın 102. yıldönümü kutlu olsun. Dünya tarihinin gördüğü en büyük dehalardan ulu önder Mustafa Kemal Atatürk ve kahraman Türk Ordusu’nu saygı ve minnetle anıyorum. Aziz ruhları şad olsun.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER