Bu yazıda bir hayatı Zülfükar olarak yaşamanın kendisini, yükünü ve ayrımcılığın elli tonunu kendi yaşam hikayem üzerinden tanımlamayı deneyeceğim. Kendi hayatımı bir bilimsel veri titizliği ile kimseyi kırmadan, hedef göstermeden bende yaşattıkları hisleri yazmayı planlıyorum.
Wright Mills 1959 yılında yayınlanan Toplumsal Tahayyül (The Sociological Imagination) kitabında toplumsal tahayyül, biyografi ve tarih ilişkisini toplumda anlamamızı mümkün kılıyor diyordu. Alevilik merkezli biyografim ile ayrımcılığın toplumsal tarihinin ilişkisini anlatmaya yardım edecek bu yazının amacı benim yaşam hikayem ve bu hikayedeki ayrımcılığın tarihselliğini anlatmayı hedeflemektedir.
Zülfükar daha ilk başta nüfus kaydını yapan kişinin elinden ilk darbesini almış bir isimdir. Bu ilk darbe yanlış yazılan bir harftir. Eksik yazılmanın, horlanmanın, dışarıda kalmanın ve kayıt altında bile kayıtsızlaştırılmanın ilk yarasıdır sanırım.
Doğru bilinen haliyle Zülfikar olan adım ne kimliğime doğru yazılmış ne tam olarak hayatım boyunca doğru çağrılmıştır.
“Ad bir boncuktur” diye deyimlerin bulunduğu bu canım topraklarda bazı adlarda hiç hata ve kusur aranmaz ya da imalı göndermeler yapılamazken; kıyısı köşesi eskiyen ve epriyen bir Bektaşi hırkası gibi üzerime giydiğim beni ben kılan Zülfikar ismim bir boncuktan ötesiydi hep.
Adını değiştirenlerin ve adından dolayı devlet kurumlarına atanamayanların coğrafyasında cesur bir ad ile eşleşmem şöyle gerçekleşmiş.
İç Ege’nin en köşesinde hem İç Anadolu hem de Akdeniz bölgelerine en yüksekten bakan bir dağ köyünde, akşam büyükbaş hayvanların (sığırların) dağdan döndüğü bir bahar günü dünyaya gelmişim. Anacığım kalp hastası olmasına rağmen büyük bir cesaret ve imkânsızlık içinde doğum yapmış.
Annemin babası Cafer köyümüzün rehberi, meslekten atılmış ama köyün kadim eğitmeni ve bakkalı olarak bilinen bir Alevi. Torunu olur olmaz aklına gelen ilk isim Nevruz olur. Babam tarafından Veysel amcam haberi duyunca gelir ve Zülfikar koyalım der.
Aslında ailemin aklına gelen bu iki –boncuktan öte– isim sanki Türkiye’nin sessiz sinir uçlarının adresi gibiymiş. Yani biri değil de öteki olsa, yine bir harfi kırılmış ve yine bin ayrımcılığın adı olarak kocaman bir yük ile üzerimde yurdumun ayrımcılık haritasına dönüşecekti.
Alternatifi dahi bu kadar yüklü olan bu hikâyenin sanki aynasıdır ismim. Açık bir ifadeyle Zülfükar isminin anlam ve kültürel alanını bilenler ve bilmeyenlerin arasında o anlık mesafe anında kapanıyordu.
Soru çok hızlı soruluyordu.
– “İsminin anlamı ne?”
– “Hz. Ali’nin kılıcının adı ama anlamı iki uçluluk ve adaleti temsil eder.”
Cümlenin devamı değil ama Hz. Ali kısmına odaklanarak sorulan ikinci soru?
– “Alevi misin?”
Erken yaşta ailesinden ayrılmış ve iki büyük şehirde ortaokulu, liseyi ve üniversite eğitimini tamamlamış bir Zülfükar olarak ben; arkadaşlarımla, öğretmenlerimle ve hocalarımla olan karşılaşmalarda ve kurumsal ilişkilerimde kapkara bir gölge gibi hissetim boncuktan ötesi olan ismimi.
Dışlama, ayrımcılık ve saldırganlık gibi geniş sosyal ilişki tasniflerine dönüşen bu hal, sadece verilmiş bir isme olan tavır değildi. Korkularım ve bahanelerimin mimarı olmaya başlayan bu psiko-sosyal ayrım aynı zamanda var olma hallerime ve krizlerime dokunarak devam etti.
Zülfükar olmanın kişisel ve toplumsal duraklarına, ayrımcılığın anekdotlarına ve toplumsal hakikatine ilerideki yazılarımda değineceğim. Öznelliğimi kuran bir hayat deneyiminin benim tarafımda nasıl yaşandığını anlatacağım. Okullarımdan, sınıflara, gönül ilişkilerimden, arkadaş meclislerine bilerek veya bilmeyerek işlenen sessiz ayrımcılık cürümlerini başkasına yapılmamasını dileyerek kaleme aldım. Bir Alevi Zülfükar otobiyografisi olarak okumanızı ve anlamanızı temenni ediyorum.
Benim ne kendimde ne de başka bir kişinin adında böyle bir duygu ve davranışının olmadığını düşünüyorum. Güzel ve zenginlik katan bir yazı olmuş. Elinize sağlık.
Vecihi Gürses
Güzel yorumunuz için teşekkür ederim.