Geçtiğimiz günlerde yaklaşık 227 bin SPD üyesi (ki toplam üye sayısının sadece %53’üne tekabül eden bir sayı), partinin eş genel başkanlarını belirlemek için sandık başına giderken, yeni genel başkanların partinin kronikleşen sorunlarına umut olacağına dair beklenti zayıf. Parti liderliğinin seçildiği oylamaya dönük ilginin düşük kalması, bunun temel göstergesi. Peki SPD’yi yıllardır zayıf düşüren ve kamuoyu yoklamalarında partinin eridiğini gösteren sebepler ne? Bu sebeplere biraz yakından bakmakta fayda var.
SPD’nin Genel Seçimlerdeki Oy Grafiği Nasıl Seyrediyor?
Almanya’nın en köklü kitle partisi olan SPD’nin, iki Almanya’nın birleşmesinden bu yana düzenlenen genel seçimlerdeki oy aralığına baktığımızda, partideki dramatik erimeyi görmek mümkün:
1990: %33,5
1994: %36,4
1998: %40,9
2002: %38,5
2005: %34,2
2009: %23
2013: %25,7
2017: %20,5
Birleşmeyi izleyen ilk dört seçimde SPD, parti açısından psikolojik sınır addedilen %30 bandının oldukça üstünde seyreden oy oranlarını yakalamış, 1998 ve 2002 genel seçimlerinde birinci parti olmuş ve Yeşiller’le koalisyon kurarak iktidara gelmişti. SPD için kırılma noktası, CDU/CSU ile başa baş tamamladığı 2005 genel seçimleri görülebilir. 2005’ten itibaren sosyal demokratlar düzenli olarak kan kaybetmeye başlamış, o tarihten bugüne kadar gelen süreçte parti üyelerinin yaklaşık yarısı partiden istifa etmiş, SPD %20-25 arası bir oy aralığına sıkışmıştı. 2019 tarihli anketlerse, partinin artık %20’ler bandında da tutunamadığını, %10-15 arası bir oy aralığında gidip geldiğini, hatta AfD’nin altında kaldığını gösteriyor. Nitekim sosyal demokratların Mayıs ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aldığı %15,6 civarındaki sonuç, anketlerin pek de haksız olmadığını ortaya koyuyor.
SPD Seçmeni Nereye Gidiyor?
1998’de 20 milyonun üstünde oy alan SPD, sözgelimi 2017’deki genel seçimlerde yaklaşık 9,5 milyon oy aldı. Peki o halde uzun yıllar SPD’ye oy vermiş milyonlarca seçmen nerede, ne yapıyor? Aşağıdaki grafik, bu sorunun yanıtı hakkında bir fikir veriyor:
(Tablo 1. https://wahl.tagesschau.de/wahlen/2019-05-26-EP-DE/analyse-wanderung.shtml)
Yukarıdaki tablo, 2017 genel seçimleriyle 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerindeki oy geçişkenliğini gösteriyor. Buna göre, 2017’de SPD’ye oy vermiş yaklaşık 2 milyon seçmen sandığa gitmezken, 1 milyon 250 bin civarında seçmen de Yeşiller’e oy vermeyi tercih etmiş.
Aşağıdaki tablo da, 2017 seçimlerini 2013 seçimleri ile kıyaslayıp, oy geçişkenliğini gösteriyor. Bu tabloda ilginç olan, yukarıdakinden farklı olarak SPD’nin Sol Parti’den AfD’ye uzanan geniş bir alanda oy kaybetmesidir. Bu farkı, ilkinden farklı olarak ikinci tablonun ulusal seçimlere dönük bir dağılımı göstermesiyle açıklamak olası. Öte yandan 2017’den 2019’a gelinen süreçte Yeşiller Almanya siyasetinde oldukça popüler hale gelmiş, çoğu seçim anketinde %25-28 aralığında halk desteğine sahip gözükür duruma gelmiştir. Dolayısıyla oy geçişkenliğinin yüksek olduğu SPD-Yeşiller hattında, Yeşiller’in yükselişe geçtiği bir dönemde Yeşiller’e oy kayışının artmasını beklemek gerekir.
SPD’ye Hangi Yaş Grupları, Ne Düzeyde Oy Veriyor?
Aşağıda iki tablo, SPD’nin hangi yaş gruplarından ne düzeyde oy aldığını gösteriyor. İlk tablo 2019’deki AP seçimlerindeki, ikinci tablo ise 2017’deki genel seçimlerindeki dağılımı gösteriyor.
(Tablo 3. https://wahl.tagesschau.de/wahlen/2019-05-26-EP-DE/umfrage-alter.shtml)
(Tablo 4. https://wahl.tagesschau.de/wahlen/2017-09-24-BT-DE/umfrage-alter.shtml)
Her iki tablonun söylediği ortak şey, SPD’nin oy deposunun 60 yaş üstü seçmen olduğu. SPD, genel seçimlerde de AP seçimlerinde de en yüksek oy aralığına, 60 yaş üstü seçmen grubunda ulaşırken, 18-34 yaş grubunda partinin oyları oldukça düşük seyretmiş ve partinin genel oy oranının epey altında kalmıştır. Başka bir deyişle SPD, gençlerden pek rağbet görmezken partinin yaşlı ve geleneksel tabanı partiye oy vermeyi sürdürmüştür.
Bu veriler ne anlama geliyor?
SPD, başta Yeşiller olmak üzere Sol Parti’ye, liberal FDP’ye ve AfD’ye oy kaybeden, kayda değer bir seçmen kitlesini sandığa küstüren, oy ağırlığını 60 yaş ve üstü seçmen kitlesi üstüne kuran, 2000’lerin ilk yarısından itibaren düzenli olarak üye kaybeden bir parti görünümünde.
SPD’nin ilk açmazı, partinin Schröder çizgisi ile yüzleşmemesi oldu. 1998 – 2005 arasında iktidarın büyük ortağı olarak hükümette olan SPD, Schröder’in benimsediği “yeni merkez” ya da daha popüler isimlendirilmesiyle “üçüncü yol” politikaları ile Alman istihdam piyasasında geleneksel sosyal devlet limitlerini çalışanlar aleyhine zorlayacak reform politikalarını hayata geçirmekten imtina etmedi. Ajanda 2010 olarak bilinen reformlar çalışan kesimin kazanılmış haklarını daraltırken, devletin yoksullara ve dezavantajlı gruplara dönük sosyal güvenlik kalkanını zayıflattı. Geleneksel Alman refah devleti sistematiği Schröder döneminde kapsamlı ve çok yönlü bir reform programıyla işverenler lehine zayıflatılırken, yoksullar ve orta sınıf için hayat daha da zorlaştı.
SPD’nin ikinci açmazı, Ajanda 2010 reformlarının partinin geleneksel tabanı olan alt ve orta sınıfla olan bağını zayıflatacağını öngörememesi oldu. Gelir dağılımındaki adaletsizliğin arttığı, işsizlerin ve dar gelirlilerin hayatının zorlaştığı bir ortamda SPD, geleneksel tabanıyla olan bağını kaybetmeye başladı. Yine bu dönemde SPD, sendikalarla olan geleneksel bağlarını zayıflatmış ve sendikaların pazarlık gücünün azalmasına neden olan reformları da hayata geçirmişti. Bu gidişle paralel olacak şekilde SPD, yaşlı geleneksel tabanı ve muhafazakâr olmayan orta üst sınıf/kentli seçmen dışındaki tabanını hızla yitirmeye başladı.
SPD’nin üçüncü açmazı, 2005 seçimlerinden bu yana üçüncü kez CDU/CSU ile koalisyona gitmesi. SPD, seçim meydanlarında sosyal devleti güçlendirici sözler veren fakat bu ilkelere aykırı partilerle koalisyon kurup sözlerini tutmayan bir parti olarak inandırıcılık kaybına uğramaya başladı.
SPD’nin dördüncü ve belki de en önemli açmazlarından biri de, partide değişim ve dönüşüm sürecini taşıyacak bir liderliğin ve iradenin bulunmaması. Sözgelimi hâlihazırda devam eden eş genel başkanlık seçimlerindeki 12 aday içerisinde, toplumda bir heyecan ve dalgalanma yaratacak bir aday bulunmazken, partinin sağ kanadını temsil eden Olaf Scholz’ün favori gözükmesi de partinin geleceğine dair soru işaretlerini arttırıyor.
Bir umut ışığı var mı?
SPD’nin anketlerde ve yerel seçimlerde hızla erimesinin ardından, partiyi sola çekme tartışmaları uzun yıllar aradan sonra yeniden başlarken, esasen sosyal demokrat ilkelere denk düşen politikalar da öne çıktı. Sözgelimi geçtiğimiz yıl parti lideri Nahles’in açıkladığı “Sosyal Devlet Reformu 2025” programı, Schröder’in Ajanda 2010 programının yarattığı tahribatları onarma hedefi üzerine kurulu: işsizlik parasının süresinin uzatılması, sosyal yardımın kapsayıcılığının genişletilmesi, işten çıkarılmanın zorlaştırılması, düşük ücretli çalışanlara desteğin arttırılması. Bir diğer örnek ise, emekli politikaları.SPD’li Çalışma Bakanı Hubertus Heil tarafından hazırlanan emeklilik reformu tasarısında, yoksulluk sınırında yaşayan emeklilere ayda 447 Euro’ya varan destekte bulunulması yer alıyor. Koalisyon ortakları arasında epey tartışma yaratan öneri konusunda SPD, tasarının arkasında duracağını beyan ediyor.
Buna benzer çabalar her ne kadar toplumdan yana sosyal kazanımlar ve SPD’ye birer artı puan olarak görülse de, SPD’nin toplum nezdinde yeniden inandırıcılık kazanması ve partinin kronik sorunlarını aşması için yeterli değil. Sözgelimi yakın zamanda SPD yönetiminden Malu Deyer ve Ralf Stegner birer açıklama yaparak, “SPD’nin, gelecekte Yeşiller ve Sol Parti ile bir sol koalisyon içinde olabileceğini” söylerken, bunun “stratejik olarak” daha anlamlı olduğunu vurguluyorlardı ki, partinin sola kaymasına dair tartışmaların stratejik düzlemle sınırlı kalması, SPD liderliğinin meseleye dar bir zeminden bakmaya devam ettiğini gösterir nitelikte.
SPD’den beklenen, Schröder dönemiyle birlikte kaydığı üçüncü yol/yeni merkez çizgisine dair özeleştiri verip, geleneksel tabanı olan işçiler, orta sınıf ve sendikalar ile bağlarını yeniden kurup, hasarları onarmak. Tıpkı İngiltere’de İşçi Partisi’nin Blair’den sonra yaptığı gibi. Bunun yolu da partinin biraz daha sola kayıp, ilkesel düzeyde reel sosyal demokrat bir çizgiye oturmasından geçiyor. Oysa SPD, sola kaymayı planlarken bile bunu salt stratejik kaygılarla yapacağını ilan ederek tüm yüzleşme ve özeleştiri süreçlerini ertelemeye devam ediyor.
SPD, Avrupa’nın en köklü sosyal demokrat partisi. SPD’den doğacak bir sosyal demokrasi tartışması, diğer ülkelerdeki sosyal demokratları da ister istemez etkiler. SPD, 21. yy şartlarını karşılayan, yenilikçi, üretimi ve aynı zamanda adil dağılımı gözeten, sekter sol ve orantısız ekonomik liberalizm ile arasına mesafe koymuş, sorumluluk ve dayanışma ilkelerini eş düzeyde öne çıkaran, sosyal devlet üzerine kurulu ekonomik konsensüsü güçlendiren bir sosyal demokrat programla ve kadroyla yola yeniden koyulmalı.
Sorun, SPD’nin gerçekten bunu isteyip istemediği. Yıllardır koalisyonların küçük ortağı olarak iktidarın parçası olmayı yeğleyen SPD, geleneğinden güç alarak büyük bir kitle partisi gibi davranmaya başlamalı. Aksi halde tarihin köklü addedilen kurumları ve kişileri tozlu raflara göndermediğini kim söyleyebilir?