2010 yılından itibaren Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki dönüşümleri irdelemek için ciltlerce yazmak gerekir. Son dokuz yılın CHP içindeki izdüşümü gerçekten etraflı bir şekilde incelenmesi gereken, devamlılıklar ve kopuşların iç içe geçtiği ve şüphesiz henüz sonuçlanmamış bir evrim. 1965’te “Ortanın Solu”na geçen, 70’lerde “demokratik sol”la sol-popülizm arasında salınan, 80’lerde sosyal demokrasiyi adlı adınca benimseyen, 2000’lerde milliyetçileşen ve sağa kayan bir siyasi hareket, bitmeyen bir dönüşüm hikâyesinin yollarını kat ediyor hâlâ. Bu bitmeyen dönüşüm, Türkiye’nin özgül şartlarından dolayı evrensel ideolojilerin genel kabul görmüş şekilleriyle ülkeye tam nüfuz edememesinin sonucu olarak bir düşünsel istikrarsızlık olarak da görülebilir, genç, canlı, sorunları hiç bitmeyen bir ülkenin dinamizminin tecessümü olarak da.
6 Eylül 2019 Cuma günü 9 yıl, 8 ay hapis cezasına çarptırılan, İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu CHP’deki yeni bir siyasetçi kuşağının en parlak ve şüphesiz temsil kabiliyeti en yüksek örneklerinden biri. CHP’nin İstanbul’daki seçim zaferindeki payı tartışılmaz olan bu çalışkan siyasetçi 1970’lerde faşist terörün kurbanı olmuş bir sosyalist entelektüelin, Ümit Kaftancıoğlu’nun gelini, bir hekim, bir insan hakları savunucusu, Toplumsal Bellek Platformu’nda siyasi cinayetlerin aydınlatılması için çaba harcamış bir aktivist. Belki hikâyeye daha da geriye giderek başlamak gerekiyor: Canan Kaftancıoğlu, Ordulu; çocukluğu, üniversiteye kadar öğrenim hayatı hep bu yörede geçmiş. Bir öğretmen ailesinin kızı. Tüm bu özellikleriyle, kendi demokratik sosyalist politik çizgisi ve şahsi niteliklerinin de ötesinde, yeni bir politikacı tipini temsil ediyor Kaftancıoğlu. Tüm bunlar Canan Kaftancıoğlu’nu bir tarihsel ve sosyal kontekst içine yerleştiriyor. Nedir bu kontekst?
Canan Kaftancıoğlu’nun doğduğu Ordu, Giresun, hatta Trabzon’un batı ilçeleri, birçok ortak özelliği olan bir kültürel bölgedir. Genel olarak monokültürel ziraate, fındık tarımına dayalı bir ekonomi vardır, buna rağmen kır yoksulluğu yaygındır. Önemli bir sanayiye sahip olmayan bu bölge, cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak İstanbul’a kitlesel olarak göç vermiştir. İktisadi olarak kendine yetememenin sonucu olarak, bölge dışına göçle birlikte memurluk, öğretmenlik gibi meslekler, işçilikle birlikte yöre halkı arasında revaç bulmuştur. Bu yöredeki şehirler ne Doğu Karadeniz’in tartışmasız politik ve tarihsel merkezi Trabzon’a, ne de –bilhassa geç 19. yüzyıldan itibaren– liman kenti fonksiyonu ve geniş zirai hinterlandıyla büyük bir şehre dönüşen ve kitlesel göç çeken Samsun’a benzer bir sosyo-ekonomik ağırlığa sahip olamamıştır.
Bu coğrafya aynı zamanda Türkiye’de solun gerek önderler, gerek kadro bakımından en velut bir insan kaynağına ulaşmayı başardığı yörelerden biridir. Bunun önceki paragrafta tasvir edilen sosyoekonomik durumla da ilintilidir.
Türkiye Komünist Partisi’nin ilk lideri Mustafa Suphi Giresun’da doğmuştu. 68’in önderlerinden Harun Karadeniz yine aynı bölgenin, Alucra’nın yoksul bir köyünün çocuğuydu. 12 Mart sonrasındaki büyük altüst oluş döneminde, Türkiye’nin politik hafızasına kazınmış en büyük katliamlardan biri –Ordu-Tokat il sınırının hemen güneyinde yer alan– Niksar’ın Kızıldere köyünde oldu. Samsunlu Mahir Çayan ve on arkadaşı Fatsa’dan Kızıldere’ye doğru bir ölüm yolculuğuna çıkmışlardı. Aralarında üçü Fatsalıydı (Ertan Saruhan, Ahmet Arıkan, Nihat Yılmaz). Türkiye İşçi Partisi’nin Fatsa örgütünde siyasi hayata atılmış gençlerdi. Aynı Fatsa 1979-1980’de tekrar Türkiye’nin gündemine oturdu. Devrimci Yol hareketinin desteğiyle seçimi kazanan bağımsız belediye başkanı Fikri Sönmez, Türkiye’nin ilk komünist belediyecilik deneyimini gerçekleştirdi. Temmuz 1980’deki “Nokta Harekâtı”yla görevden alındı, hapse atıldı. Bu harekât bölgedeki devrimcilere yönelik bir cezalandırma dalgasını da beraber getirdi. 12 Eylül 1980’de Ankara’ya hâkim olacak askeri rejimin ilk işaret fişeği Karadeniz kıyılarında atılmıştı. Ezcümle bu yörenin insanları Türkiye’deki sol hareketin görünmez kahramanları, çoğu zaman adı bile anılmayan sıra neferleri oldular.
Türkiye’de 12 Eylül darbesini takip eden büyük endoktrinasyon ve sağcılaşma sürecinde bu bölge politik özgüllüğünü kısmen yitirmiştir. Ama gelenek geçmişe sağlam köklerle bağlı olduğu için canlı kalmıştır, her şeye rağmen güçlü bir sol damar –daralarak da olsa– varlığını sürdürebilmiştir. Politik bir damardır bu, fakat bir politik program, bir örgüt değildir, zaten yukarıda adı geçenler de farklı siyasi angajmanlara sahip, farklı örgütlere mensuplardır.
Canan Kaftancıoğlu işte CHP içinde bu damarın izdüşümüdür. Ama sadece belli bir politik damarı da temsil etmenin ötesine geçmiştir, çünkü salt politik olanın ötesinde, toplumsal olanı, politik lügate tercümesi mümkün olmayan bir tavrı, bir tarihselliği temsil etmektedir.
Şimdi adaletsiz bir mahkemede aldığı ceza, Canan Kaftancıoğlu ismini daha da büyütüyor ve kendisini Türkiye’deki İslamofaşist rejime karşı demokratik direnişin sembollerinden biri haline getiriyor. Türkiye’de yıkılmış cumhuriyet ve demokrasiyi yeniden inşa edebilmek için, AKP gerçeğinin doğmasında pay sahibi olan, bilhassa 1950’lerden itibaren zuhur etmiş, siyaset esnafı tesmiye edilen bir politikacı tipinin de tasfiyesi elzemdir. Bu politikacı tipinin yerine ideolojik mücadeleyi ve söz konusu mücadeleyi şekillendiren tarihsel-toplumsal koşulları bizzat kendi şahsiyet çizgilerinde barındırarak toplumun karşısına bunun dolaysız temsilcisi olarak çıkan alternatif bir politikacı tipi koymak gereği vardır. Canan Kaftancıoğlu işte tam da bu alternatiftir.