Taşra üniversitelerinde sık rastlanan bir üniversite hocası tipi vardır. Genel siyasi çizgileri itibariyle sağcı, devletçi, milliyetçi, muhafazakârdır ve bu fikirlerin kesişim kümesini temsil eden bir siyasi anlayışa sahiptir. AKP devriyle beraber İslamcılık ve çeşitli dini cemaatlere mensubiyet de bu kadrolar içinde yayılmıştır; kökten İslamcı olanlar gibi bu ideolojiye sonradan meyledenler de vardır. Bu tip yeni değildir, en geç 12 Eylül döneminden beri Türkiye sathında yaygınlaşmaktadır. 12 Eylül rejiminin bazı rektör atamaları, örneğin Milliyetçi Hareket Partisi’nin teorisyenlerinden Erol Güngör’ün Selçuk Üniversitesi rektörlüğüne tayin edilmesi bu tür akademisyenlerin mensup oldukları networklerin taşraya nasıl ve kimlerin desteğiyle yayıldıkları hakkında fikir vermektedir.
2000’li yıllar bu sağcı akademisyenlerin taşradaki egemenliklerini pekiştirdikleri bir dönem olmuştur. Bugünlerde hükümet cenahında da, muhalefet cenahında da herkes Ergenekon ve Balyoz davaları sırasında nasıl en doğru yerde durduğunu kanıtlamaya çalışırken, Yüzüncü Yıl Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın, İnönü Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun, Ondokuz Mayıs Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Ferit Bernay’ın hangi kumpaslarla kurban edildiğini hatırlayan veya dile getiren kimse yok. O yılları anımsayanlar, bu iki bilim insanının üniversitelerindeki sağcı, İslamcı, faşist örgütlenmelere nasıl çomak soktuklarını ve bu yüzden AKP ve Gülen Cemaati’nin nasıl hışmına uğradıklarını bilirler. Aşkın’lar, Bernay’lar, Hilmioğlu’lar ve benzerleri tasfiye edilirken taşra üniversitelerine sağcı bir karanlık nihai olarak ve iyice kesif şekilde çöktü.
Vakıf üniversitelerinde ise açıktan siyaset yapılmaz, daha doğrusu son yıllara kadar yapılmazdı; artık onların da genel siyasi atmosferin dışında olmak gibi bir özerk konumları kalmadı. Fakat bu üniversitelerin çoğunda yine de genel atmosferi belirleyen çizgi apolitizmdir. Taşralı sağcı akademisyenlere paralel olarak bu vakıf üniversitelerine mahsus bir akademisyen tipi de apolitik olmayı bir siyasi söylem gibi bayraklaştırarak kamusal alana çıkmıştır. Özellikle son birkaç yıldır, ağırlaşan baskı rejimiyle, muhalif siyasi gündemler anaakım televizyon kanallarından iyice uzaklaştırıldığı için bu öğretim üyelerini televizyondan veya sosyal medyadan takip etmek mümkün. Bu simalar Türkiye’deki üniversite muhitini, özellikle de üniversite gençliğini sürekli politize olmakla itham ediyorlar. Onlara göre politika dünyadaki en lüzumsuz, en anlamsız ve en zararlı uğraş. Onların yaptıkları ve herkese yapmasını salık verdikleri şey ise “bilim”.
“Bilim yapmak”, işte bu ihtiyacımız olan her şeyi sağlayacak, icabında Ay’a, Mars’a, Jüpiter’e gitmemize, icabında Doğu Asya ülkelerinden teknoloji videoları eşliğinde paylaşılan otomatların, robotların benzerlerini yapmamıza izin verecek, her hal ü kârda cebimizi dolduracak sihirli bir uğraş. Bu “bilim yapmak” eylemi herhangi bir düşünsel, entelektüel hazırlık, hatta bir metodolojik bilgi bile gerektirmiyor, Bilim yapabilmek için dört yıllık bir lisans programına kayıt yaptırmak ve siyasetle zinhar uğraşmamak kâfi.
Oysa bilim cam bir fanus içinde, siyasetten ve toplumdan bağımsız bir biçimde gelişmez. Sözgelimi otomasyon teknolojilerinin çalışma ilişkilerinde yaptığı değişiklikleri, gelişen tıbbın insan hayatını nasıl uzattığını, yeni telekomünikasyon teknolojilerinin haber alma biçimlerimizi nasıl geliştirdiğini yaşayarak tecrübe ediyoruz. Bunların önemini yadsımak mümkün değil.
Mesela telekomünikasyon teknolojilerinin demokratik bir kamusal habercilik sistemine izin verecek şekilde mi, yoksa devletlerin polisiye ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde mi geliştirileceği politik bir tercih değil midir? Tıp sahasında, hangi patolojilere karşı yapılan araştırmaların daha fazla finansman bulacağı politik bir tercih değil midir? Meseleyi daha da genelleştirelim: işletme bölümünün mü, felsefe bölümünün mü, finans bölümünün mü, tarih bölümünün mü, daha fazla finansman alacağı, daha çok teşvik edileceği, daha çok burs, doktora, post-doc imkânı verileceği de politik bir tercih değil midir?
Evet, şüphesiz bunlar hepsi birer politik tercihtir. Dünyanın en demokratik ülkelerinde dahi bu böyledir. Fakat Türkiye’ye özgü bir soru daha sorabiliriz: Yüzlerce üniversite hocasının, bazen bir imza yüzünden, bazen bir şikâyetle işini kaybettiği, gencecik bilim insanlarının ilkelerinden taviz vermediği için öldürüldüğü bir ülkede apolitik olmak da politik bir tercih değil midir? Hatta burada siyasetin alanından çıkıp ahlakın alanına giriyoruz. Dinsel motiflerle örülü bir faşizme yakınsayan bir otoriter rejime karşı günlük hayatımızı nasıl tanzim edeceğimiz bir ahlak meselesidir. Bu noktada artık ne yazılı kurallar vardır, ne de yaptırımlar, insan, yalnız ve özgür insan kendi yolunu kendi çizecektir.
Üniversite steril bir “bilim yapma” mekanı değildir, hiçbir zaman da olmayacaktır. Üniversitenin haysiyetinin de, toplumsal yararının da, bizatihi ne olduğu hiç anlaşılmadan övülen “bilim yapma” işlevinin de muhafaza edilebilmesinin tek şartı siyasetle, siyasetin tükendiği yerde de ahlakla direnebilmektir.