Türkiye halkının bilim ve bilgiyle ilişkisi muğlaktır, zira Türkiye halkının moderniteyle ilişkisi muğlaktır. Bu muğlaklığın kökeninde de seküler/dini bilgi ikiliğinden ziyade kitle eğitimiyle tanışan doğulu bir köylü toplumunun disiplinli, yaratıcı, yarını inşa etme iddiasındaki kurumların “bilgi ve irşad şimşekleri”nin [1]karşısında girdiği epistemolojik kriz vardır.
Türkiye’deki modernleşme ve batılılaşma çabalarının –kimi ulusalcı kalem erbabının vurgularına karşın bu ikisini ayırmaya gerek olmadığı gibi, fiiliyatta aynı yere vardıklarını ikrar etmek elzemdir– kökünde şüphesiz 18. yüzyıldan itibaren Hristiyan devletlere (başta Avusturya ve Rusya) karşı alınan yenilgilerin yarattığı eziklik ve telaş duygusu var. Bu sebeple tüm bu çabalar bir yerde askeri bir reform isteğinin sonucu. Mühendishaneler, Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriyelerle başlayan yeni eğitim çabaları da aynı amaca hizmet ediyorlar. Bu Türk modernleşmesinin zihniyet tarihi bakımından çok temel bir karakteristiğidir. Muhafazakârların çokça eleştirdiği, kültürel etkisi kuşkusuz büyük olan, fakat günümüze hayli budanmış, tahrip olmuş olarak intikal eden pozitivizm de bu modernleşmenin baş muharriklerindendir. Fakat bu görüşün benimsenmesi de salt entelektüel meraklarla, hasbi düşünceyle değil, yine aynı telaş hissinin çaresizliğiyle gerçekleşmiştir.
Eğitim çabalarının birbirinden kopuk kurumlar inşa etmenin ötesine geçip sistemli bir yapı ortaya konulması bakımından ilk aşamalarının kaydedildiği Tanzimat-ı Hayriye’nin üzerinden 180 sene geçti. Darülfünun’un düzenli ve kesintisiz bir süreç içinde günümüzdeki İstanbul Üniversitesi’nin öncülü olarak faaliyete geçmesi için de 1900 yılını milat almamız gerekir ki bu da yaklaşık 120 yıldır Türkiye’de iyi-kötü bir yükseköğretim sistemi olduğunu gösterir. Türk üniversite geleneği Avrupa’nın belli başlı ülkelerine göre çok geride olsa da, 3. Dünya ülkelerinden çok daha iyi durumdadır.
1980 darbesinden beri Türkiye toplumunun yaşadığı büyük yozlaşma yükseköğrenim kurumlarına da sirayet etti. Darbe ertesinde Kenan Evren cuntasının başlattığı sözde üniversite düzenlemeleri ve yeni üniversite açma kampanyaları popülist iktidarlar tarafından abartılı şekilde sürdürüldü. Kasaba irisi taşra şehirlerine açılan üniversiteler milliyetçi ve İslamcı sağa büyük bir örgütlenme alanı sunarlarken, üniversite diplomasına sahip olmak kolaylaştı ve diplomanın değeri azaldı. Üniversite bir bilim ve araştırma kurumu olmaktan çıkıp meslek edindirme müessesesine dönüştü; “bilgi” ve “bilim” kelimeleri de popüler söylemde her derde deva olarak sunulan bir “boşgösteren” olmaya devam ettiler.
Taşra üniversiteleri 1980 sonrası Türkiye’deki yozlaşmanın bir veçhesidir: Aşırı sağın çeşitli renkleri, ahbap-çavuş ilişkisiyle yürüyüp giden bir eğitim muhiti, muhafazakâr kasaba atmosferine uyum sağlayan ve kendini sansürleyen üniversite. Ama bu yozlaşmanın öteki yüzü de büyük kentlerde kimi zaman mahalle aralarındaki apartmanlarda eğitim veren özel üniversitelerdir. (Yahut hile-i şeriyeyle benimsedikleri isimle: vakıf üniversiteleri.) İlk başta nispeten ciddi ve elit eğitim kurumları tesis edilmesiyle başlayan özel üniversite furyası, özellikle AKP iktidarından sonra yükseköğrenimin bozulması ve diplomanın ücret karşılığı elde edilen sıradan bir evraka dönüşmesi sürecine bizatihi ivme kazandıran bir “iş alanı” haline geldi.
Yükseköğrenim sisteminin bu iki veçhesi ne kadar farklı sosyo-politik temeller üzerine inşa edilmiş de görülse de evrensel ve çağdaş anlamıyla üniversiteden aynı derecede uzaktırlar. Bu iki değişik müessese tipinde de üniversitenin temel görevi olan araştırma yapma görevi adeta marjinalleşmiştir. Elbette ki buralarda da dayanılmaz iş yüküne, tatmin edici olmaktan uzak maaşlara, çeşitli olumsuz şartlara rağmen canını dişine takarak araştırma yapan, değerli bilimsel makalelere imza atan birçok idealist akademisyen vardır. Fakat yanlış bir sistem üzerine bina edilmiş bu müesseselerde niteliksiz, yanlış, kötü işler, fedakâr ve azimli insanların değerli çalışmalarını gölgede bırakmaktadır.
Taşra üniversitelerinin de, vakıf üniversitelerinin de onlarcasının birkaç yılda açılması bir politik karardı, AKP hükümetinin popülist ajandasının doğal sonucuydu. “Her ile bir üniversite” sloganıyla kasaba irisi taşra şehirlerine birer üniversite açılıp[2], ev kiraları yükseltilecek, yeni apartman inşaatları teşvik edilecek, esnafa yeni müşteriler kazandırılacak, taşra liselerini zorlukla bitirmiş yoksul kasaba gençlerinin de bir iş bulup çalışması veya işsiz statüsüne resmen geçmesi birkaç yıl geciktirilecek, bu arada da başta AKP ve Gülen Cemaati’nin kadroları olmak üzere, her meşrepten sağcıya akademik titrler, makam odaları, örgütlenme alanları temin edilecekti. Bu plan tıkır tıkır işledi.
Vakıf üniversitelerinin stratejisi daha kârlı ve siyaseten daha iddiasızdı. Bunlar temelde iş dünyasının birer uzantısıydı. Taşradaki yoksul gençler yerine şehirli üst-orta sınıfları hedefliyorlardı. Fakat zaman geçtikçe bunların da politik misyonlu versiyonları kuruldu: AKP’ye yakın bir vakıf olan TÜRGEV bünyesinde kurulan İbn Haldun Üniversitesi bu açıdan hayli çarpıcı bir örnek.
Hâsıl-ı kelam: Üniversitenin siyasetten bağımsız bir varoluşu yoktur. Kuruluşu TBMM’den geçen bir yasayla gerçekleşen üniversitelerin hangi fakülte ve yüksek okullarının hangi ilçede bulunacağı bile oy ve rant hesaplarıyla gerçekleşir. Siyasal faaliyet taşradaki devlet üniversitelerinde doğrudan, vakıf üniversitelerinde ise dolaylı yapılır. Bu iki tip üniversitede, sosyo-politik çevrelerinin en göze çarpan özelliklerini temsil eden iki farklı öğretim görevlisi tipi vardır. Bu öğretim görevlisi tiplerinin karakalem bir eskizini çizmek, bugün tüm yönleriyle Türkiye toplumunun ortalamasına iyice yakınsamış üniversite dünyasının sosyal manzarasını anlayabilmek için elzemdir.
[1]Türkiye’nin ilk milli eğitim bakanlarından Dr. Reşid Galip’in (1893-1934) ifadesidir.
[2]Artık bu furya ilçelere kadar sıçradı. Yakın zamanda İskenderun ve Bandırma’da kurulan üniversiteler gidişatın yönü hakkında fikir veriyorlar.