“Bizler ismimizi söyleriz. Bizler karşımızdakine elimizi uzatırız. Biz açık bir toplumuz, yüzümüzü gösteririz. Biz burka değiliz.”
Bundan yaklaşık bir yıl önce, dönemin İçişleri Bakanı ve Hristiyan Demokratların deneyimli siyasetçisi Thomas De Maiziere’nin hazırladığı 10 maddelik metin, bu sözlerle başlıyordu. De Maiziere’nin ortaya koyduğu ve “öncü Alman kültürü” (Leitkultur) olarak kavramsallaştıran prensiplerin bazıları şöyleydi:
“Din, toplumda ayrıştırıcı değil, birleştiricidir.”
“Biz insanlardan performans talep ederiz. Başarı kavramı ülkemizi güçlü kıldı.”
“Geçmişimiz, günümüzü ve kültürümüzü şekillendirir. Biz Alman tarihinin mirasçılarıyız ve buna sahip çıkarız. İsrail’in varlık hakkını savunmak da buna dahil.”
“Biz başkasından nefret etmeden ülkesini seven bilinçli vatanseverleriz.”
Peki Almanya’nın önde gelen siyasetçilerinden birini, bu maddeleri açıklamaya iten neydi? Biraz başa dönelim ve tartışmaları anımsayalım:
Almanya, II. Dünya Savaşı’nın ardından ekonomik olarak yeniden ayağa kalkabilmek için iş gücüne ihtiyaç duymuş, bunu da ülke dışından gelen yabancı işçilerle karşılama yoluna gitmişti. Başlangıçta ilk gelenler, İtalyanlardı. 1960’larla birlikte Türkiyeliler başta olmak üzere Ortadoğu ülkelerinden pek çok insan, iş gücü olarak Almanya’ya göç etti. Almanya Federal İstatistik Dairesi’nin 2017 verilerine göre Almanya’da 10 milyon 600 bin civarında yabancı kökenli yaşamaktadır ki, toplam nüfusun yaklaşık %13’üne denk düşmektedir. Yani başka bir ifadesiyle Almanya, özellikle son 50 yılda aşama aşama bir göç ve göçmen ülkesi haline geldi.
Göçmenlerin varlığı, Almanya için her zaman bir sorun olageldi. Birinci basamak tartışma, göçmenlerin kalıcı olup olmadığıyla ilgiliydi. Gidecekler miydi? Göçmenlerin günün birinde ülkelerine döneceği fikri nedeniyle Almanya, 2000’lere dek göçmenleri “Gastarbeiter” (misafir işçi) olarak tanımladı, resmi demeçlerde ve belgelerde ısrarla bu ifadeyi kullandı. Onlar misafirdi ve elbette günün birinde geri döneceklerdi. Fakat öngörüler gerçekleşmedi ve “misafir işçiler,” dönmek bir yana, göçmen sayısı daha da arttı.
Yıllarca misafir olarak kabul edilen işçilerin, aslında kalıcı olduğunun kabul edilmesi yeni ve aslında yıllar önce başlaması gereken bir tartışmayı başlatıyordu: Farklı coğrafyalardan gelen milyonlarca insan, nasıl ve hangi yöntemlerle Almanya’nın bir parçası olabilir? Bu soruya iki temel yanıt verildi. Her iki yanıtı, konuyla ilgili farklı kaynakları ve demeçleri harmanlayarak özetleyebiliriz:
Yanıt – 1: Öncü Kültür (Leitkultur)Tezi:
a.) Almanya, Hristiyanlık ile şekillenmiş bir ülkedir ve bundan beslenen değerler ülkeyi birleştirir, ayırmaz. İslamiyet ve diğer inançlara mensup insanlar Almanya’nın bir parçasıdır ve buraya aittir, fakat bu insanların inançları Almanya’nın asli ve özgün bir parçası değildir. Başka bir ifadeyle, Almanya’da yaşayan Müslümanlar buraya aittir, fakat İslam Almanya’ya ait değildir.
b.) Göçmenler iyi düzeyde Almanca öğrenmelidir ki, başarılı uyumun ilk şartı budur. Almanya’ya ait olmak ve daha da ötesinde bir Alman olabilmek için, öncelikle Almanca konuşabilmek gerekir. Sadece sokakta değil, evde ve bireysel iletişimde de Almancayı kullanmak gerekiyor. Aksi halde başarılı bir uyumdan bahsedemeyiz.
c.) Alman tarihini bilmek ve bu tarihin mirasçısı olduğunu hissetmek, bu ülkeye ait olmanın bir şartıdır.
d.) Çifte vatandaşlık gibi uygulamalar, göçmenlerin Almanya’ya aidiyetini azaltan taleplerdir. Eğer göçmenler Almanya’da kalıcı ise, artık onların kalbi sadece Almanya için atmalı.
Yanıt – 2 Çok Kültürlülük (Multikulti) Tezi:
a.) Almanya en az 50 yıldır bir göç ülkesidir ve artık bunu içselleştirmelidir. Göçmenler Almanya’nın kalıcı sakinleridir ve tüm kimlikleriyle birlikte buraya aittir. Sözgelimi İslam, artık Almanya’ya aittir.
b.) Göçmenlerin, ana dillerini, inançlarını ve kültürel aidiyetlerini koruyacak ve geleceğe taşıyacak politikalar üretilmeli. Toplumsal çeşitliliğimizi ve çoğulculuğu besleyecek bu politikalar, demokrasimizi de güçlendirecektir.
c.) Okulda ve sokakta Almanca konuşulması teşvik edilmeli, fakat evde ve bireysel ilişkilerde ana dilin konuşulması, göçmen dillerinin korunması bakımından önemlidir.
d.) Çifte vatandaşlık bir haktır. Her göçmen, kök ülkesiyle bağını koruma hakkına sahip olmalıdır ve Almanya, bunu kolaylaştıracak yasal düzenlemeleri yapmalıdır.
Ne Yapmalı?
Almanya’da sekiz yıl boyunca (1974-82) Başbakanlık görevini yürütmüş Helmut Schmidt’in, “Göçmenleri entegre etmek için hiçbir şey yapmadık. Ne bizim onları entegre etme isteğimiz vardı, ne de onların entegre olmaya” demeci, aslında Almanya’da entegrasyonun yakın tarihini özetlemektedir. Nitekim Almanya, yakın zamana dek “misafir işçi” olarak gördüğü göçmenlere uzun vadeli yatırımlar ve entegrasyon planları yapmaya gerek görmedi ve Almanya / göçmenler olmak üzere iki veçhesi bulunan, tüm ülkeyi ilgilendiren bir sorun ortaya çıktı: Almanya’ya ait ve entegre olmak meselesi.
Peki entegrasyon sorununu herkesi memnun edecek şekilde çözmek mümkün mü? Bu konuyla ilgili önerilerimi, yukarıda bahsettiğim iki temel teze referans vererek maddelendireceğim:
1-) Almanya’da yaşayan tüm bireyleri ortaklaştıran payda, ülkenin özgür ve demokratik anayasal hükümleri olmalıdır.
Eleştiri: Öncü Kültür tezi, ortak payda olarak Hristiyanlık referansını benimsemeyi öneriyor. Oysa dinsel inanç tamamen kişisel bir gerçekliktir ve kendini Hristiyan olarak tanımlayan pek çok insan için bile temel yaşam referansı din değildir.
Eleştiri: Çok kültürlülük tezi, anayasal değerlere zayıf bir vurguda bulunurken, kimliklere ve kimliklerin kendini ifade etmesine odaklanıyor. Dolayısıyla kimliğin ifadesi, demokratik değerlerin epey önüne geçiyor, hatta bazen onu tehdit edebiliyor.
2-) Çifte vatandaşlık hakkı, zaten zayıf halde olan “Almanya’ya aidiyet” duygusunu daha da zayıflatmaktan öteye gitmiyor. Hayatını Almanya’da sürdürmeyi tercih etmiş bir bireyin, bilahare Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması entegrasyona ve aidiyete bir katkı vermiyor.
Eleştiri: Çok kültürlülük tezi, “Almanya’ya aidiyet” başlığını genelde görmezden geliyor.
3-) Göçmenlerin inançları, Almanya’nın bir parçası olmaktan öte, artık Almanya’ya aittir. Burada vurgulanması gereken husus, her inancın ülkenin anayasal değerleriyle uyum içerisinde oldukça Almanya’ya ait olarak tanımlanmasıdır.
Eleştiri: Öncü Kültür tezine göre, sözgelimi Müslümanlar Almanya’ya aittir, fakat İslam değildir. Buradaki sorun, bir kitlenin inancını aidiyet dairesine sokmaksızın, o kitleyi entegre etmenin imkansızlığı.
Eleştiri: Çok kültürlülük tezi, her yurttaşın inancının tanınmasını ve inançlar arasında ayrım yapılmamasını yeterli görüyor. Buradaki sorun, demokratik değerleri reddeden inanç esasları söz konusu olduğunda, çok kültürlülük tezinin buna dair bir şey söylememesi, anayasal değerlere ve demokratik ilkelere referans verirken zayıf kalması.
4-) Almanya’daki camilerde, cemevlerinde ve kiliseler dışındaki diğer tüm ibadethanelerde görev yapan din görevlilerinin, Almanya’da eğitim almış, Almanca bilen ve ülkenin anayasal değerlerini benimsemiş insanlar olması.
Eleştiri: Çok kültürlülük tezi, salt inanç özgürlüğüne odaklanırken, özellikle camilerdeki artan radikalleşmeyi göz ardı ediyor. Almanya dışından gelen ve ülkedeki toplumsal sözleşmeye yabancı pek çok din görevlisi, bu radikalleşmede ciddi bir pay sahibi.
5-) Eğitimde ve iş hayatında fırsat eşitliği sağlanmalı. Göçmenler arasında işsizlik, Almanlar arasındaki işsizliğe kıyasla daha yüksek. Öte yandan yaygın önyargılar nedeniyle göçmenlerin iyi bir iş ve iyi bir semtte ev bulma ihtimalleri, bir Alman’a kıyasla daha düşük. İyi öğretmenler, göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı semtlerdeki okullarda genelde çalışmak istemiyor, devletin de bu konuda teşvik edici bir yaklaşımı bulunmuyor. Devletin bu eşitsizlikleri giderici etkin tedbirleri alması gerekiyor ki, ülkeye aidiyet hissini arttıracak en önemli adım bu olacaktır.
Eleştiri: Öncü Kültür tezi, göçmenler için fırsat eşitliği adına ciddi adımlar atmamış bir ülkede, göçmenlerin aidiyet sorunu yaşıyor olmasını eleştiriyor. Yaygın fırsat eşitsizliğinin farkına varmak, ancak empati kurmakla mümkün.
Almanya’da 0-6 yaş grubundaki her üç çocuktan biri göçmen kökenli. Yani daha açık ifadeyle Almanya, yakın gelecekte daha da kozmopolit bir ülke haline gelecek. O halde Almanya, resmi söylemde terk ettiği “misafir işçi” söylemini, bilinçaltında da terk etmeli ve bu kitleyi “yeni Alman” olarak görüp, anayasal değerler ve demokratik ilkeler ışığında onları ülkeye entegre etmeli. Öte yandan, entegrasyonun tek taraflı olmadığını da vurgulamak gerekiyor. Entegrasyon sürecinde Alman devlet aklı da kendini yenilemeli, ülkenin değişen koşullarına kendini entegre edecek, ufuk açıcı açılımlarda ve zihniyet güncellemesinde bulunmalı.
Öncü Kültür tezi, fırsat eşitliğine değinmeyen, etnik Alman ve Hristiyan olmayan kitleyi bu ikisinin egemen/öncü olduğunu kabul etmeye davet eden, modası geçmiş bir tarihselcilik perspektifi taşıyan, hiçbir koşulda çalışmayacak bir öneri. Öte yandan çok kültürlülük tezi de, kimlik siyasetine odaklanmaktan anayasal değerleri ve demokratik ilkeleri ıskalayan, salt kimlik özgürleşmesiyle ülkenin çok sesli ve demokratik hale gelebileceğini düşünen bir öneri. Maalesef bugün Almanya’da en revaçta olan her iki öneri de, demokratik, adil, rasyonel ve aidiyet hissini arttırıcı bir entegrasyon çabasına denk düşmüyor.
Almanya’nın özgün ve yeni bir uyum perspektifine gereksinimi var. Devlete ve göçmenlere karşılıklı sorumluluklar yükleyen, fırsat eşitliğinden beslenen, anayasal değerleri merkezine alan, (devletin ve göçmenlerin) karşılıklı demokratik dönüşümüne dayalı, aidiyet hissini çoğaltacak, dürüst ve rasyonel bir uyum perspektifi.
İtalya’da gelen göçmenler için İtalyanlar diyorsunuz, ama Türkiye’den gelen göçmenler için Türkler demiyor yerine Türkiyeli diyorsunuz. Neden acaba?