Türkiye’nin, cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birinin eşiğinde olduğu aşikâr. İktidarın sorumsuzca kullandığı dünya ekonomisini komplo teorileriyle açıklayan siyasi dile karşın, bu krizin sebebi konusunda ekonomistler hemfikir: AKP iktidarının yanlış politikaları ve kötü yönetimiyle topyekûn bir çöküşe sürüklediği Türkiye ekonomisinin yapısal sorunları. Hal böyleyken, çok açık ki iktidarın kullandığı “ekonomik savaş” söylemi ve ABD ile tırmandırılan gerginlik şovenizmi yükselterek bu krizin gerçek sebeplerinin araştırılmasını engellemek amacı güdüyor.
“Milli mutabakat” son günlerin moda kavramlarından biri; bu kavramı savunanlar mealen “Türkiye bir ekonomik saldırı altındadır. Türkiye’deki ekonomik kriz, Pastör Andrew Brunson’ın ABD’ye iade edilmemesi yüzünden tetiklenen bir Amerikan komplosudur. O bakımdan muhalif-muvafık ayrımını bırakıp cumhurbaşkanının etrafında kenetlenmek mecburiyetindeyiz” diyorlar. Ekonomik krizi Amerikan komplosuyla izah etmenin düşünsel sefaletini bir yana bıraksak bile, 16 yıldır Türkiye’yi tüm kontrol mekanizmalarını teker teker çalışmaz hale getirerek ülkeyi nihai olarak saraydan tebliğ edilen fermanlarla idare eden, 2001 krizinin etkileri atlatıldıktan sonra ortaya çıkan geçici büyüme ve refah artışı döneminde hiçbir kalıcı yatırım yapmayı beceremeyen, vahşi bir özelleştirme politikası ve ahbap çavuş kapitalizmiyle ülkenin geleceğini çalan bir iktidarın etrafında birleşerek krizden çıkma hayalleri kuran muhalifler kadar trajikomik çok az şey olduğu söylenebilir.
“Milli mutabakat” ancak MHP gibi partilerin sloganı olabilir. 1970’lerde, Soğuk Savaş’ın siyasi dengeleri içinde, sağın çatı partisi Adalet Partisi’nden bağımsızlaşan MHP ve Milli Selamet Partisi gibi partiler, Türk sağının lümpen proleteryaya dayanan milliyetçi-ırkçı ve alt-orta sınıflara dayanan İslamcı fraksiyonlarını siyasi arenada bağımsız aktörler olarak temsil ettiler. Fakat bu temsil, daima kendilerine verilen bağımsız hareket alanının sınırları içinde serbestti. Sözgelimi 1974’te CHP ile koalisyon kuran Milli Selamet Partisi içinde bir kanat ayaklanmış, koalisyonu işlemez hale getirmişti. Ertesi yıl bu iki parti, AP ve Cumhuriyetçi Güven Partisi ile anlaşarak “Milliyetçi Cephe”yi kurmuş, komünist olarak gördükleri CHP’ye karşı bir “milli mutabakat” oluşturmuşlardı. Yani Türkiye’deki sağ aktörler aralarındaki ideolojik farklar ne olursa olsun temelde kendi aralarında işbirliğine eğilimlidirler. “Milli mutabakat” bu ortak hareket etme pratiğinin adıdır. Keza 12 Eylül’den sonra Türkiye’deki politik alanın kısıtlanmasını, antidemokratik hale gelmesini sağlayan düzenlemeler, hatta 1982 Anayasası, temel ruh ve felsefesini Türk sağının nüfuzlu ideolojik network’ü “Aydınlar Ocağı”nın “Milli Mutabakatlar” başlıklı tezlerinden almıştır.
“Milli mutabakat”ın diğer yönü, Türkiye için öngöreceği ekonomik çözüm önerisinin, Türkiye’nin sabit ve dar gelirli geniş halk kesimlerinin aleyhine, Dolmabahçe Toplantısı’nda temsil edilen sermaye sahiplerini kurtarmak adına acımasız bir kemer sıkma politikası olacak olmasıdır. CHP İzmir milletvekili, değerli iktisatçı Selin Sayek Böke’nin veciz ifadesiyle yine %1’i, % 99’a tercih eden bir siyasi karar verilecektir. “Aynı gemideyiz” söyleminin gülünçleştiği nokta işte budur; çünkü faturayı ya sermaye çevreleri ya geniş halk kesimleri ödeyecektir.
TÜSİAD’da temsil olunan büyük, sözde “laik” sermaye çevresi artık AKP’yle bir simbiyoz içine girmiştir. Bunun nedenleri, sözkonusu simbiyozun ne kadar gönüllü yahut metazori gerçekleştiği tartışılabilir. Ama günün sonunda bu zümrenin artık hiçbir özerkliği kalmadığı söylenebilir. Dolmabahçe Toplantısı’nda Hazine ve Maliye bakanı Berat Albayrak’ın karşısında el-pençe divan duran anlı şanlı işinsanları Luchino Visconti’nin unutulmaz filmi “Lanetliler”i hatırlatacak bir dekadans sahnesine Türk tulûat tiyatrosuna özgü bir kompozisyonla hayat vererek, 70’lerde hükümetler düşüren, 90’larda insan hakları, Kürt sorunu raporları hazırlatarak ekonomik liberalleşmeyi siyasi liberalleşmeyle mecz etmeye çalışan bir zümrenin nihai olarak devlete, daha doğrusu devleti ele geçiren İslamcı kliğe râm olduğunu açıkça gösterdiler. “Milli mutabakat” milliyetçi, İslamcı bir ideolojiyle militanlaştırılan geniş halk kesimlerine, sermaye sınıfının çıkarları doğrultusundaki kemer sıkma politikalarını benimsetme politikasıdır.
Bu yazının başlığını oluşturacak “Milli Mutabakat neyi çözecek?” sorusu, anlaşılacağı gibi retorik bir sorudur. Milli mutabakat hiçbir şeyi çözmeyecek, parti devletinin yöneticileriyle onlara eklemlenmiş çıkar çevreleri zenginliklerini muhafaza edecek, Türkiye’nin milyonlarca beyaz ve mavi yakalı emekçisi, emeklisi, öğrencisi, işsizi, dar gelirlisi daha da koyu bir yoksulluk içine sürüklenecektir. Bu süreçten kimsenin canı yanmadan çıkılması imkân ve ihtimal dâhilinde değildir, bir “kazan kazan” senaryosu olanak dışıdır. 2018 sonbaharı itibariyle memnuniyetsizlikleri daha da görünür hale gelecek geniş halk kitlelerini gerçekten toplumcu ve halkçı bir politik program etrafında ve sadece siyasi iktidara karşı değil, ekonominin kaymağını yiyenlere karşı da örgütlemek ise yegâne çıkar yoldur.
Türkiye’nin bir yeni iktidar yapısına ve iktidara ihtiyacı olduğu açık. bu ihtiyacı karşılamanın yolu, AkP’nin ve Cumhurbaşkanı RTE’nin dümende olduğu bir rejim, sistem ve iktidar olamaz, bu da açık. ”milli mutabakat”ı AkP ve RTE’nin çizdiği çerçeve içinde ele almak zorunda mıyız? yeni bir iktidar yapısı ve yeni bir iktidar için de bir mutabakat aramak gerekmiyor mu?