Basit bir soru sorarak ve inanç kelimesini tüm inançların üstünde bir çatı ifadesi olarak kullanarak başlamak gerekiyor: İnançlı bir insan yahut bir inanç öğretisi, solun politik kaygılarını ve önerilerini paylaşabilir mi?
Yıllar evvel yazdığım bir yazımda şunları yazmıştım: “Türkiye’de, kendini solda konumlandıran siyasal hareketlerin politik düzlemleri ne kadar farklı ve heterojen olsa da, metodolojik olarak, geçmişten bugüne değin Türkiye solunun tekrarlamaktan imtina etmediği, dinin, toplum ve bireysel hayat üzerinde, hâkim siyasal düzenin olumsuzluklarının farkına varmayı engelleyici bir işleve sahip olduğuydu. Bu yaklaşıma göre dini öğretiler, bu dünyada karşılanamayacak olan vaatleri sunarak, insanların yaşadıkları dünya ile ilgili meşru ve rasyonel taleplerini dizginliyor, dolayısıyla egemen düzenin sürekliliğini sağlayan bir moral altyapı oluşturuyordu. Bu nedenle Türkiye’de kendini solun farklı yerlerinde konumlandıran siyasi hareketlerin dine ve dindarlara bakışı, dine karşı aktif bir reddedişten dine ve dindarlara saygılı olmaya uzanan, fakat özünde dini ve dindarları, insanı idealleri dünyada gerçekleştirmeyi hedefleyen sol programlardan soyutlayan bir yaklaşıma denk düştü.”
Bu durum, elimizdeki ilk gerçeklik. İkinci verimizse şu: 1950 yılından beri gerçekleştirilen genel seçimlerin hemen hepsinden, kendini muhafazakâr ve/veya dinsel ilkeler üzerinden konumlandıran partiler galip çıktı. O kadar ki, Türkiye solunun bir zafer öyküsü olarak anımsatmaktan imtina etmediği 1977 genel seçimleri dahi, esasen Türkiye solu için bir yenilgidir. Nitekim toplam oyların yaklaşık %55’i, yine sağ partilerde toplanıyordu. Buradan çıkartılacak sonuç, Türkiye’de siyasetin muhafazakarlık- dinsellik senteziyle birlikte yürüdüğü. Seçmenlerin oy verme davranışlarında geleneksel ve dinsel değerler önemli bir rol oynuyor.
O halde basit bir akıl yürütmesiyle şunu söylemek mümkün: Türkiye’de solun güçlü bir şekilde iktidar olmasının önünü tıkayan faktörlerden biri, halkın çoğunluğunun sahip olduğu geleneksel ve dinsel hassasiyetleri teğet geçmesidir. Esasen bu durum uzun yıllardır dillendirilen bir realite. Fakat buna dönük “çözüm” girişimleri, konunun özünü anlamaktan uzak olageldi. Sözgelimi CHP çarşaflı insanları törenlerle üye yaparak ya da (Yozgat’ta olduğu gibi) parti mitingine katılanlara başörtüsü dağıtarak mütedeyyin kitleyle bağ kurabileceğini düşündü. Oysa bu ve buna benzer girişimler, toplum nezdindeki inandırıcılık sorununu derinleştirmekten öteye gitmedi.
O halde can alıcı soruyu soralım: Türkiye solu, bir yandan solu sol yapan temel ilkeleri savunurken, öte yandan muhafazakâr / dindar çoğunlukla kalıcı, ilkeli ve derin bir bağ kurabilir mi? Bu soruya, Lübnanlı Şii din adamı, Seyyid Musa es-Sadr’ın hayatını anlatarak, onun Lübnan siyasetinde ve Lübnan’daki gündelik hayatta yarattığı etkiyi anımsatarak yanıt vermek gerekiyor.
İmam Musa Sadr, yetiştirdiği dinsel ve politik şahsiyetlerle bilinen ünlü Sadr ailesine mensup bir din alimiydi. 1960’lardan itibaren büyük bir politik çalkantı içindeki Lübnan’da dinsel ve politik çalışmalara başladı. Kum ve Necef’te daha çok İslam medreseleri ve okulları üzerinden örgütlenen İmam Musa Sadr, özellikle gençlerle ve genel olarak eğitim başlığıyla ilgiliydi. Musa Sadr, bilinçlenmiş, eleştiriye ve dünyaya açık, sosyal yönü güçlü bir gençlik istiyordu. Kendisi, Lübnan’daki politik gerilimin giderek derinleşmesi ve iç savaşın ayak seslerinin gelmesi üzerine, 1959 yılından, kaybolduğu 1978 yılına dek Lübnan’da kalmış ve çalışmalarını buradan yürütmüştür.
Lübnan etnik ve dinsel haritasına bakarsanız, rengarenk bir ülke görürsünüz. Şiiler, Sünniler, Dürziler, Maruniler başta olmak üzere farklı dinsel grupların kayda değer bir yüzdeyle var olduğu bir ülke olan Lübnan, Musa Sadr’ın Lübnan’a ayak bastığı 1959 yılında siyasal istikrardan uzak bir ülkeydi. Bu ortamda İmam’ın yaptığı ilk iş, öncelikle ülkedeki Şiileri örgütlü ve kurumsal bir güç haline getirmek oldu. Bu dönemde Şiiler, politik ve kültürel alanda hızlı bir merkezi örgütlenmeye ve kurumsallaşmaya giderek güçlendi.
İmam Musa Sadr, aynı zamanda Hüccetü’l-islam bir taklit merciiydi. Öte yandan salt bir din bilgini değil, aynı zamanda siyasal eylemliliğe sahip politik bir figürdü. Şii bir din adamı olarak Lübnan’da siyasal etkinliklerde bulunurken, dinler ve mezhepler üstü bir profilde olarak, özellikle Hristiyanların ve Sünnilerin güvenini kazanmayı başardı ve Lübnan’da, “birlikte yaşam” ülküsüne ömrünü verdi. Hristiyan mahallesine isabet edecek bir kürsünün, kendi evladına gelen kurşunla aynı anlama geldiğini söyleyecek kadar samimiydi. Kiliselere gitti, Hristiyanlarla fikir alışverişinde bulunmaya, ortak paydalarda siyaset üretmeye gayret etti. En gergin ve çatışmalı ortamlarda İmam Musa Sadr, Sünni kurumlarda da, kiliselerde de saygıyla ağırlanıyordu.
Musa Sadr, belki de en savunmasız kitle olan Alevileri güçlü şekilde sahiplendi. Suriye’deki Sünni İslamcıların Alevileri kâfir ve sapkın ilan eden ithamlarına karşı, 1973 yılında Yüksek İslam Şii Konseyi’ni kurdu ve Lübnanlı bir Alevi’yi Trablus ve Kuzey Lübnan müftüsü olarak atayarak herkese net bir mesaj verdi.
1978 yılında Kaddafi ile görüşmek üzere Libya’ya giden İmam Musa Sadr’dan, o günden beri haber alınamamaktadır. “Kayıp İmam” olarak da bilinen Musa Sadr’ın akıbeti hakkında çeşitli iddialar olmasına rağmen, olay bugüne kadar aydınlatılamamıştır.
Türkiye solu, Lübnan gibi bir etnik ve dinsel çatışma alanında ortak aklın, adaletin ve eşit yurttaşlığın tezahürü haline gelebilmiş bir din alimi olan İmam Musa Sadr’ı anlamaya çalışarak, Türkiye coğrafyasında dindar ve muhafazakâr kitle ile nasıl ilkeli ve tutarlı bir ilişki kurabileceğine kafa yorabilir. Bir insanın ekolojik duyarlılığa sahip olması için, savaş karşıtı ve anti-militarist olması için, eşit yurttaşlığa inanması için, toplumsal adalet ve çoğulcu demokrasi talep etmesi için, seküler ve solcu bir birey olması gerekmiyor. İlk önce anlamamız ve üstüne düşülmesi elzem husus, şüphesiz budur.
Solun yaygın kesimlerine göre din, aşkın ve mitolojik anlatılar olması nedeniyle birer boş gösteren olabilir. Fakat hangimiz hakikatin bilgisine sahibiz? Hakikat hangimizin tekelinde? Beş duyumuzla dış gerçekliği çarpıtıp kendi doğrularımızı inşa etmiyor muyuz? Belki de boş gösteren denilmesi gereken o değil de budur?
Türkiye solu, kendini sağ siyasetten ayıracak temel ilkelere odaklanmalı ve dindar bir Müslüman’ın da, (İslami temelde de olsa) adalet, ekoloji, barış, çoğulculuk, eşitlik gibi dertleri olabileceğini teslim etmeli ve bu kitleyle ilkeler temelinde bir ilişki geliştirebilmeli.
Saying Aslan’i bu cok net ve cesur degerlendirmesi icin tebrik ederim. Aslinda en buyuk problemin inanc sistemlerinin yanlis degerlendirilmeleri ve problemin de halklarin beyinlerinin oylece doldurulmasindan ortaya ciktigini dusunmeliyiz. Butun inanc sistemleri ta eski yunan mitolojilerinden bilindigi gibi insan ruhuna degme gayesini guttugune gore ruh denen manevi varligin cisimlerle tarif ve telkin edilemiyecegi anlasilacaktir. Boyle dusunursek, somuta en yakin sekliyle butun inanc sistemlerinin adap ve edep telkin eden soyut kavramlar oldugunu dusunmemiz gerek. Bundan da bir kademe ileri gidince ve insana yaklastikca da bunu sanat ve estetigin insanda uyandirdigi ruh halinden beslendigini ve sekillendigini dusunebiliriz. Seytan ayrintilarda saklidir sozu de bunu cok guzel ifade ediyor. Atasozleri ve ebedi deyimleri hatirlayalim. Boyle bakabilirsek elle tutulamayan yani soyut bir deger olan ruhu, her turlu sanat icinde sakli estetik, guzel, iyi ve dogru kavramlarinda bulabiliriz. Bu konuda icinde yasadigimiz doga ve insan yapisi yasam ve siginma yerleri de cok buyuk onem tasir. Bu yuzden insani temiz ruhu ile terar yaratmek icin hem dogayi kendi halinde birakmaliyiz ve hem de butun insan yapisi tesislerin insan boyutuna, ruhuna ve icinde bulundugu dogal varliklara dayanmasi ve onlardan almasini gozetmeliyiz. Bunun adi da gunumuze hukmeden maddi varliklar ve maddi kavramlarin, estetik varlik ve ruhsal kavramlarla yer degistirmesi veya dengelenmesidir Anladigima gore Imam Musa Sadr bu dengeyi anlamis ve gunumuze gore degerlendirip insana asilamaga calismis. Maddi guclerin imrendirilerek ve de hatta zorla kabullendirerek ruhsal gucleri ezdigii bir devirden geciyoruz ama ruh hic bir kaliba sokulamaz. Er veya gec hapssoldugu hucresinden cikacaktir. Insan bilinclenmesi de bunun yolu olacaktir. Iste burada, odaklanmis ve gudulmus egitim degil de sanat yolunun acilmasi ve herkesin kendi icindeki kabiliyet ve insiyaklarini canlandirmanin onu acilmalidir.