Sabancı Üniversitesi Kurumsal Yönetim Forumu, BİST’te yer alan şirketlerin yüzde 41’inin yönetim kurullarında kadın üye olmadığını açıkladı. Geçtiğimiz sene, kadın CEO’su olan şirket sayısı sadece 14. Yönetim kurullarında yer alan erkek CEO’ların sayısı ise 164. Uçurum büyük. Çok çok büyük.
Şaşırdık mı? Hayır. Daha da azalacak mı? Kuvvetle muhtemel evet.
Hatırlarsınız, kısa bir süre önce Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) toplantısı sonrası paylaştığı toplu aile resminde, araya sıkışmış bir kadın kafası göze çarpmıştı. Özellikle sosyal medyada çokça paylaşılan resim, toplumsal cinsiyet uçurumunun gelir ve eğitim düzeyi en yüksek grubunda da yaşandığını göstermiş, bu acınası olay meclis üyelerinin kadın üyeyi ziyaretiyle sona ermişti. Değişecek bir şey olacak mı? Tabii ki hayır.
Bunlar yönetimsel kaygılardı tabii ki. Toplumsal cinsiyet eşitliğini sözde uygulamakla yükümlü, toplumsal uçurumu kapatmakta söz sahibi olan güruhun gittikçe azalan rakamlara bakılırsa fazla bir şey yapmaya da niyeti yoktu. Çünkü aslında, toplumsal huzuru kökünden etkileyen ve en çok tepki çeken şiddet sorununun kadını topluma daha fazla entegre etmekle çözülebileceğini çok da görmüş değillerdi. Oysa işe eğitimden başlayıp, kadını hayatın içine sokmayı becerebilen anlayış, altı yaşındaki çocuğa tecavüzü de önler, babanın kendi kızına yaptığı cinsel istismarı da. Ama bunun için önce cam tavanların kırılması lazım gelirdi.
İşte tam da bu yüzden Hükümetin toplumsal cinsiyet eşitliğini kapsayan çalışmalar yapması beklenirdi. Oysa esas iştigal konusu olan ensest, çocuk hamileliği, kadına şiddet, yani kadının korunması olduğu halde Afrin konusunda açıklamalar yapmayı daha uygun bulan Aile Bakanı diğer tüm Hükümet yetkilileri gibi sessiz kalmayı tercih etti. Zaten kendisinin ve daha önceki bakanın ortaya koyduğu faaliyetler ve yaptığı konuşmalar bu ürkütücü şiddetin kendi kendine yok olacağına inandığını göstermekten başka bir işe yaramadı şimdilik.
Normal bir ülkede bakanı koltuğundan edebilecek denli büyük bir skandalı başka türlü geçiştiremeyeceğini düşünüyor olmak bir siyaset türü elbet. Ama kamu vicdanının en çok yara aldığı konuda siyaset üretememek, toplumun muhalefetten duruma el koymasını da beklemek demek.
Her ne kadar görmemekte direnilse de kadın politikalarının muhalefet açısından önemi de tam bu noktada oluşmakta. CHP, toplumsal huzurun inşası için bu halkın yüzde ellisinin cinsiyeti nedeniyle toplumun dışında kalmasını, cinsiyeti yüzünden ölmesini, istismar edilmesini, milletvekillerinin veya parti yöneticilerinin en öncelikli sorunu haline getirebilmesi için neden daha beklemekte acaba? Peki Hükümetin belirgin bir şekilde çaresizlik örneği sergilediği, siyaset üretemediği, belki tek suskun kaldığı ve gittikçe artan (CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun açıkladığı gibi 10 yılda 700 kat artış gösteren) cinsel istismar olaylarının peşine düşüp, kadınların tehdit atında yaşadığı bir ülke haline gelindiği gerçeğini dünyanın her yerinde çok ciddi etkiler bırakan uluslararası platformlara, konferanslara taşımayı neden düşünmez? Rasyonel siyasetin yerini uzun zaman önce pervasızlığa bıraktığı bu dönemde, kendisine alan açabilecek kadınları neden görmez? Mesela kadın siyasetçinin Anadolu’da daha etkin olduğu gerçeğini artık kabullenip rahatlıkla organize edebileceği “Anadolu’da Kadın Siyaseti” başlığıyla Anadolu’da siyaset yapan kadınları niye toplamaz?
Biraz dünyadaki sivil itaatsizlik eylemleri
En basitinden sivil itaatsizlik eylemlerine aşina olanlar bu eylemlerin kamu vicdanına dokunduğu sürece genişlediğini bilirler. Üzerinde çokça durulan ve siyasete evirilemediği söylenen Adalet Yürüyüşü ‘nün “üzüm adaleti”ne evirilmesi yerine kadın ve çocuk istismarı üzerinden siyasileşmesi toplumun her kesimini kucaklamaz mıydı?
Ya da örneğin tam olarak kendine hedef koymakta zorlanan CHP Kadın Kolları, gölge Kadın Bakanlığı görevini alsa fena olmaz mıydı? Mesela kadın kolları kongresi milletvekillerinin şov alanına dönüşeceğine, bu kongreyi sokakta kadınların öldürüldüğü yerde yapacağız deseler muhteşem bir iş başarmış olmazlar mıydı? Kendi yerini yerel seçimlerde garantilemeye çalışmak adına ilçesini küstüren bundan da hiç gocunmayan belediye başkanlarının “e kadınsa kadın” diye diretmesiyle yapılan kadın ilçe başkanları yerine mesela kadınlardan oluşan yönetim önerilse, her yönetimden ilçelerindeki kadın cinayetlerini raporlamaları istense ve bunlar düzenli aralıklarla kamuoyuna sunulsa mesela, hatta uluslararası konferanslarla bu cinayetlerin duyurusu yapılsa Aile Bakanı’nı bir şeyler yapmaya zorlamış olurlar mıydı? Ne kadar farkındalık yaratır ne kadar oya dönüştürürlerdi acaba? Kendi mahalleleri dışına çıkamayan, sadece arada milletvekili ziyaretleriyle hareketlenen Anadolu’daki il örgütlerine “il ve ilçenizdeki tüm kadın cinayetlerini ve erken yaş evlilikleri araştırıp raporlayacaksınız” deseler CHP’nin onlarca senedir giremediği ve denemeyi çoktan bıraktığı mahallelere girme imkanı çıkar mıydı acaba? Kanun çıktıktan sonra bir hafta sosyal medyada protesto edildikten sonra unutulup giden müftü nikahının yaratacağı baskıyı, sonucunda oluşacak boşanmaları, ölümleri, erken evliliklerin sosyal adaletsizliğin ve gelir dengesizliğinin sonucu olduğunu, kadınlardan oluşan bir komisyonla Anadolu’da, oralarda kendi imkanlarıyla yerel çalışmalar yapan kadın platformlarıyla beraber anlatmak, nasıl bir geri dönüş getirirdi acaba?
Hiçbir şey olmasa o cam tavanların kırılmasına yardım ederdi. Ensar Vakfı’na bağlı yurtlarda belki yine istismar olurdu, ama sonrası gelemezdi; dahası bu vakıf yaratılan kamuoyuyla devlet protokolüne sokulamazdı. Helin Palandöken belki yine sokak ortasında öldürülürdü ama muhalefetin yaratabileceği baskıyla dalga geçer gibi yanlış bir şahsı fail olarak mahkemeye getiremezlerdi. Toplumsal farkındalığın adliye binaları önünde mağdur yakınlarıyla poz vermek değil, mağduriyetleri raporlaştırarak ve yaşanılan trajedileri uluslararası platformlara taşıyarak oluşturulacağını bilmek CHP’nin İyi Parti’ye kayan oylarının durmasına yardımcı bile olabilirdi. Gözüne kestirdiği illerde milletvekilliği veya belediye başkanlığı için zerre işe yaramayan hemşehri derneklerini dolaşıp, sadece oy aldığı köy veya ilçelerde konuşmalar yapan adaylar bunun yerine Genel Merkezin öngördüğü toplumsal cinsiyet çalışmalarını kullansalar, kadın olmasalar bile o yörenin kadınına dokunabileceklerini bilseler acaba yaparlar, yapabilirler miydi?
Tüm bu eylemsellik, hadi Anadolu’da oyların dönüşmesini bir kenara koyalım, kamu vicdanını rahatlatırdı. Rasyonel siyasetin tamamen sistem dışı kaldığı bir ortamda amacı tamamen kamuoyu yaratmak olan yürüyüşlerin veya her türlü eylemin hayat bulması için (Gandhi’nin Tuz Yürüyüşü’nü temel alıyorsak eğer) en başta toplumun her kesiminin vicdanını devreye sokacak bir araç olan hedefine çok rahat ulaşırdı. Nereye evirileceği belli olmadığı için havada kalan eylemlere yön sağlardı.
O zaman en büyük şirketlerin CEO’larından, İhracatçılar Birliği’nin çektirdiği aile fotoğrafına, Galatasaray Spor Kulübü’nün bir kadın bile sokmaya gerek duymadığı yönetim kuruluna kadar toplumsal cinsiyet eşitliğinin toplum refahı için gerekli olduğunu da anlatmış olurlardı, iktidarın en zayıf ve en sessiz kaldığı, en fakirinden en zenginine, köylüsünden kentlisine herkesin vicdanını en derinden yaralayan önemli bir konuyu ülkenin gündemine taşırlardı.
Ama bunun için cam tavanların kırılması, daha çok kadının buna ses vermesi, bunu talep etmesi gerekirdi.
Olmadı. Olurdu.