Bugünlerde Türkiye’nin büyüme performansının üçüncü çeyrekte %10 seviyesine yaklaşarak rekor kıracağı, dolayısıyla ekonomide gidişatın fevkaladenin fevkinde olduğu konuşulurken, diğer taraftan dünyanın en zenginlerinin bir nevi vergi kaçakçılığı yolu ile varlıklarını hangi offshore hesaplarda tuttuklarını gösteren Paradise Belgeleri isimli skandal gündemde. Belgelerde kimlerin ismi geçmiyor ki: İngiltere Kraliçesi Elizabeth, Amerikan Dışişleri Bakanı Tillerson, Taçsız Kral Bono, Nadia Comaneci, Fenerbahçeli Binali. Asıl itibarıyla skandal, dünyanın en zenginlerinin vergi borcundan nasıl kaçtıklarına yönelik dedikoduları bir yana bırakırsak, makro seviyede büyüme ile refah paylaşımı arasındaki ilişkiyi yeniden sorgulatıyor.
Bir ülkede bir yıl içinde üretilen tüm nihai mal ve hizmetlerin değerini ifade eden Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) hesaplaması ilk olarak 1932 yılında Amerikan Kongresi’nin Simon Kuznets isimli bir iktisatçıdan Büyük Buhran döneminde ekonomide yaşanan değişimi görmek amacıyla geriye dönük dört yıla ilişkin ulusal gelir tahmini yapması talebiyle ortaya çıkmıştır. 1940 yılına gelindiğinde ünlü İngiliz iktisatçı Keynes, günümüzde kullanılan GSYİH’nin tanımını özel tüketim, yatırım, kamu harcamaları ve net ihracatın toplamı olarak yapmıştır. Bununla birlikte, tüm dünyada siyasi otoritelerin en önemli başarı ölçütlerinden biri olarak görülen GSYİH büyümesi ülkede yaratılan refahın paylaşımı konusunda sessiz kalmaktadır.
Dünya ekonomisinin son on yılına baktığımızda, 2008 yılında yaşanan krizden bu yana ülkelerin ana gündemini oluşturan büyüme kaygılarının yavaş yavaş aşıldığı görülüyor. Nitekim, IMF yılda iki defa yayımlanan dünya ekonomik görünüm raporunun Ekim 2017 versiyonunda küresel büyüme tahminini 2017 yılı için %3,5’ten %3,6’ya, 2018 yılı için ise %3,6’dan %3,7’ye revize etmiş bulunuyor. Yüzdelik ifadeyle çok da önemli görünmemekle birlikte, küresel ekonominin 2016 yılında 75,5 trilyon dolar büyüklüğünde olduğu dikkate alındığında, 75 milyar dolara tekabül eden %0,1’lik değişimin Azerbaycan ekonomisinin iki katına denk olduğunu vurgulamak gerekiyor.
İşlerin nispeten iyi gittiği büyüme cenahına kıyasla, bunun bize ne faydası var sorusuna cevap bulabileceğimiz paylaşım cenahında ise işlerin pek de iyi gitmediği görülüyor. 2008 krizi sonrası büyümenin yeniden inşası konusunun ana gündem olduğu küresel ekonomide, bugünkü endişe “istihdam yaratmayan büyüme” olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim Brexit’ten, Trump’ın korumacı söylemleri ile ABD başkanı seçilmesine, Avrupa’da artan yabancı düşmanlığına ve aşırı sağ partilerin yükselişine kadar tüm dünyada yaşanan ve küreselleşmeye tepki olarak değerlendirilen gelişmelerin altında yatan etkenin refahın tabana yayılması sorunu olduğu düşünülüyor.
Dünya Refah ve Gelir Veri Tabanı, 20. yüzyılın başından bu yana dünyadaki gelir adaletine yönelik verileri derleyen bir site. Sitenin verilerine göre, ülke nüfuslarının en yüksek gelire sahip %1’lik kesimlerinin ulusal gelirden aldıkları payı gösteren aşağıdaki grafikte, özellikle 2000 yılından bu yana ülkemizin de yer aldığı gelişme yolundaki ülkelerin yanı sıra ABD, Almanya, Fransa, İngiltere gibi gelişmiş ülkelerde de ekonomik büyümenin sefasını sermaye sahiplerinin sürdüğü görülüyor. Türkiye’nin diğer ülkelere kıyasla durumuna baktığımızda ise ülkemizdeki gelir adaletsizliğinin son yıllarda daha da çarpıcı bir hal aldığı anlaşılıyor.
Diğer taraftan, ülkemiz özelinde nüfusun değişik gelir düzeylerine sahip kısımlarının ulusal gelirden aldıkları payları gösteren aşağıdaki grafik, Türkiye’de yolsuzluk olmadığının tescil edildiği 2013 yılından bu yana gelir adaletsizliğindeki uçurumu gözler önüne seriyor. Daha net bir ifadeyle, nüfusun en zengin %1’lik kısmının vergi öncesi gelirlerinin toplam gelirden aldığı pay 2013 yılında %19’dan, 2016 yılında %23,4’e çıkarken; nüfusun en düşük gelir düzeyine sahip %50’lik kısmının toplam gelirden aldığı pay 2013 yılında %16,3’ten 2016’da %14,6’ya düşmüş. Bahse konu düşüş nüfusun orta gelir düzeyine sahip %40’lık bölümü için de geçerli. Dolayısı ile büyüme oranlarının ülkenin %90’ı için pek de bir anlam ifade etmediği anlaşılıyor.
Yine yukarıdaki grafikte, iktidar partisinin refah artışı ve gelir adaleti gibi konularda da 2007 yılına kadar son derece başarılı olduğu, 2013’e kadar bu başarıyı yatay olarak devam ettirdiği, ancak 2013 yılından bu yana halka değil sermayeye hizmet eden bir yönetim sergilemeye başladığı görülüyor. Dolayısıyla son günlerde gündemde olan “metal yorgunluğu” söylemini bir de bu açıdan değerlendirmek gerekiyor.
Yüksek gelir sahiplerinin daha çok vergi ödemesiyle nispeten düzelmesi gereken bu durum ise Paradise Belgeleri’nde görüldüğü üzere maalesef düzelmiyor. Skandalı bu kadar önemli kılan asıl konu refah içinde yaşayan kesimin paylarına düşen vergileri ödememenin yollarını bulabiliyorken bu durumun halkın büyük kısmı için söz konusu olamayışı ve nihayetinde gelir adaletsizliğinin artması. Böyle bir durumda, rekor büyüme oranları ile övünmek ise şecaat arz ederken sirkatin söylemek oluyor.
Nitekim Türkiye’de enflasyon çift hanelerde tutunuyor, sıkı para politikası uyguladığını iddia eden Merkez Bankası enflasyona müdahale edebilmek bir yana enflasyon öngörülerini gerçekleşmeler doğrultusunda yukarı yönlü revize ederek işlevsizliğini tescil ediyor, resmi işsizlik oranı büyüme ile ters orantılı olarak düşmesi gerekirken artıyor. Böyle bir ortamda güçlü büyüme rakamlarının kime ne faydası olduğu herkesin aklına gelen bir soru oluyor.
Büyümenin toplu refah artışına dönüşmemesinin özellikle yerleşik demokrasilerde mevcut düzene itirazı beraberinde getirdiği ortada. Türkiye’de ihtiyaç duyulan toplu refah artışının sağlanması ise ancak yeni uygulamalar ile mümkün. Söz konusu uygulamaların başında vergi politikasının adil uygulanması geliyor. Bu uygulama, finans sektöründe kurumlar vergisini %20’den %22’ye çıkararak, motorlu taşıtlar vergisini %60’lara varan oranlarda artırarak veya “varlık barışı” gibi uygulamalarla değil, öncelikle herkesin payına düşen vergiyi ödemesini sağlayan cezai müeyyideleri ayrımcılık yapmaksızın uygulayarak mümkün. İstihdam piyasasına yönelik reformlar kapsamında ise kıdem tazminatı fonu gibi sermaye sahiplerine kazanç sağlayacak yöntemlerden ziyade kaliteli mesleki eğitimi odaklayan, işgücünün yeni teknolojilere adaptasyonunu teşvik eden, kadınların işgücüne katılımını destekleyen ve sosyal adaleti temel alan politika uygulamalarına öncelik verilmesi hayati.
Türkiye’de gurur duyulması gereken konu büyüme oranının yüksekliği değil, refahın ne kadar tabana yayılabildiğidir. Refah artışından pay alamayan kesimlere ideolojik olarak hâkim olmak mümkün değildir. İktidar partisinin “metal yorgunluğu” sorununun temeli budur. Muhalefetin bugün yapması gereken refah artışından pay alamayan kesimlere ulaşacak alternatif ekonomi politikaları üretmektir. Halkçılık bunu gerektirir.