10 Haziran 2017 tarihli Sabah gazetesinin manşetinde Ömer Faruk Görçin imzası ve “Elçinin Mailleri Kirli İttifakı Ortaya Çıkardı” manşetiyle yalan ve iftiradan ibaret bir haber yayımlandı. Bu kara propaganda yoluyla şahsım, halihazırda çalıştığım kurum olan Demokrasileri Savunma Vakfı (FDD), vakıf çalışanı bir arkadaşım ve üyesi ve milletvekili olmaktan gurur duyduğum Cumhuriyet Halk Partisi karalanmaya çalışılmıştır. Sabah gazetesinin internet sitesinde bu haberin altında yer alan ve iftira olduğu daha önce ispatlanmış olan 26 Mayıs 2017 tarihli “FETÖ, CHP’ye bağış yapmış!” haberinin linkine de hâlâ yer veriliyor olması, gazetenin niyetini ve haberciliğin niteliğini göstermektedir.
Haberdeki yalanlar silsilesini ifşa etmek için Ömer Faruk Görçin’in haberi desteklerken sunduğu kaynaklara göz atmak yeterlidir. Görçin, 4 Ağustos 2016 tarihinde Public Radio International (PRI) ile yaptığım söyleşi ve sonrasında çıkan haberle ilgili olarak “Gülen’e sahip çıktı” başlığını atmıştır. Oysaki haberde 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili olarak şu ifadem yer almaktadır: “Sonuçta darbe karmakarışık bir olaydı. Gülen cemaati üyeleri, sert laik milliyetçi subaylar, kişisel çıkar peşindeki oportünistler ve üstlerine hayır diyemedikleri için buna dahil olan subayları içeren geniş ve eğreti bir koalisyonu bir araya getirdi.”
Ömer Faruk Görçin, yine aynı söyleşiyle atıfla “Gülen’in darbeyi planladığına dair Türk hükümeti sağlam kanıt sunamadı” dediğimi iddia etmiştir. PRI haberinde geçen ve “darbenin arkasındaki beyin”in kim olduğuna dair kullanılan “Türk yetkililer Gülen olduğunu söylüyorlar, ama henüz kanıtları sunmadılar” ifadesi benim değil, benimle söyleşiyi gerçekleştiren gazetecinin kişisel değerlendirmesidir. Görçin’in bu hatasının farkına varması için haberi okuması yeterlidir.
Ömer Faruk Görçin yine benimle ilgili olarak “konferanslarda 15 Temmuz darbe girişimini FETÖ tezleriyle anlatıyor” iddiasında bulunmuştur. Oysa alıntı yaptığı PRI söyleşimi okusa, şu ifademi görecektir: “Ben bunun gerçek bir darbe girişimi olduğuna yüzde yüz eminim. Fakat istihbarat teşkilatının da dahil olduğu bir kısım devlet bürokrasisinin darbe planları hakkında o günün erken saatlerinde bilgi sahibi olduğunu biliyoruz. Neden Erdoğan’ı ve Başbakanı uyarmadıkları sorusu sorulmalıdır.”
ABD’de çeşitli üniversitelerde, düşünce kuruluşlarında, Kongre’de ve yazılı ve görsel medyada 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin yaptığım sunumların büyük çoğunluğu yazılı ve görsel olarak kayıt altındadır. Görçin bu arşive göz atarsa, 15 Temmuz’un gerçek bir darbe girişimi olduğunu ve bu girişimde Gülen cemaati mensuplarının oynadığı rolün açık olduğunu ifade ettiğim onlarca değerlendirmemi görebilir.
Ömer Faruk Görçin, darbeci olduğum iddialarını kanıtlamak için Washington Post gazetesinde çıkan ve Payitaht Abdülhamid dizisinde kamu kaynaklarıyla yürütülen antisemit kampanyayı eleştirdiğim makaleme atıfta bulunmuştur. İçinde darbe sözcüğü geçmeyen ve kin, nefret ve önyargılarının esiri olanları eleştirdiğim bu yazımdaki tüm değerlendirmelerimin bugün de gururla arkasındayım. İlginçtir ki Görçin yine Washington Post gazetesinde çıkan ve İmamın Ordusu kitabı nedeniyle 2011’de Ahmet Şık’ın tutuklanmasına kadar uzanan süreçte AKP’nin desteğiyle polis ve yargıda etkin konuma gelen Gülen cemaatinin oynadığı rolü anlattığım “Türkiye’nin Medyaya Karşı Tuhaf Cadı Avı” başlıklı yazımı görememiş, belki de görmek istememiştir.
Ömer Faruk Görçin’in samimi niyeti gerçekten de 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili görüşlerimi haberleştirmekse Yeni Arayış’ta bu konu hakkında 27 Temmuz 2016, 3 Ağustos 2016 ve 8 Ağustos 2016 tarihlerinde kaleme aldığım üç yazıya göz atabilirdi.
27 Temmuz 2016 tarihli ve “Darbe ve Darbecilere ‘Bir Daha Asla’ Demek İçin” başlıklı yazımda, “Şuna eminiz ki darbecilerin hükmettiği bir Türkiye, baskının, işkencenin, geri kalmışlığın ve yoksulluğun Türkiyesi olacaktı” demiş ve eklemiştim: “Darbe ve darbecilere samimiyetle ‘Bir Daha Asla’ demenin yolu demokrasiye, çoğulculuğa ve bizden farklı düşünen, inanan, konuşan ve yaşayan yurttaşlarımıza sahip çıkmaktan geçiyor. 12 Eylül’den 15 Temmuz’a, 1980’in Arayış’ından 2016’nın Yeni Arayış’ına uzanan çizgide her tür vesayetle mücadele etmek özgürlükçü demokratlar için vazgeçilmez bir görev olmaya devam ediyor, edecek…”
3 Ekim 2016 tarihli ve “Muhalefetin 15 Temmuz Cuntacılarıyla Mücadele Stratejisi Ne Olmalı?” başlıklı yazımda ise şunu çağrıda bulunmuştum: “Oysa ki 15 Temmuz’daki cunta treni’nde Gülen cemaati mensubu kesimlerin mevcudiyeti nasıl aşikârsa Gülen cemaati mensubu olmayan kesimlerin henüz bütünüyle açıklığa kavuşturulamayan mevcudiyeti de aşikârdır. Muhalefete düşen bu cuntacı yapılanmanın tüm boyutlarının ortaya çıkarılması için ısrarcı ve takipçi olmaktır.”
8 Ağustos 2016 tarihli ve “Darbe Fırsatçılarının Sıralı Tam Listesi” başlıklı yazımı ise Görçin’in de üzerinde düşüneceğini umduğum şu değerlendirmeyle bitirmiştim: “Nasıl her savaş en ahlâksızından karaborsacılarını ve yağmacılarını doğurursa 15 Temmuz da beraberinde envaiçeşit fırsatçılarını getirdi. Bu kapkaççılar cuntacıların yarım bıraktığı tahribatı silahsız da olsa sürdürmekteler. Hukukla birlikte değerlerin de aşındığı, temel hak ve özgürlüklerden yoksun bir varoluşun kanıksandığı bu süreçte fırsatçılar yalnızca bugünümüzü değil yarınımızı da çalıyorlar. Birlik ve beraberlik mitinglerinde heyecanla bayrak sallarken, vicdanları ve cüzdanları boşaltan yankesicilere karşı uyanık olmakta, darbe fırsatçılarının sıralı tam listesini her daim akılda tutmakta büyük fayda var…”
Ömer Faruk Görçin’in yazısı yukarıdaki asılsız iddiaların yanı sıra pek çok başka vahim hatayı da barındırmaktadır. Görçin, ABD’de görev yapmakta olduğum Demokrasileri Savunma Vakfı’nın “İsrail merkezli” olduğunu iddia etmektedir. Antisemit bireylerin hoşlanmadıkları kurum ve kişileri İsrailli ve/ya Yahudi sanma patolojisi sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. FDD, 2001 yılında ABD’nin başkenti Washington’da kurulmuş, dünyada ve ABD içinde başka hiçbir şubesi bulunmayan bir düşünce kuruluşudur. FDD, ABD’deki düşünce kuruluşlarının büyük çoğunluğunun aksine, ABD Hükümeti dahil hiçbir hükümetten ve yabancı şirketten destek almama kuralına sahip ve yalnızca bireysel bağışlarla çalışmalarını sürdüren bir kurumdur.
Ömer Faruk Görçin, FDD çalışanlarından John Hannah’nın Birleşik Arap Emirlikleri’nin ABD Büyükelçisi Yusuf El Uteybe’ye yazdığı bir epostadan yola çıkarak İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve FDD’yi de içeren bir “darbeci cephe” ve “sinsi ittifak” olduğu iddiasında bulunmuştur. Söz konusu eposta, 13 Ağustos 2016 tarihinde Batuhan Yaşar’ın Türkiye gazetesinde yayımlanan “Bak Sen Şu Birleşik Arap Emirlikleri’ne…” başlıklı makalesindeki gülünç ve hastalıklı komplo teorilerine ilişkin esprili bir yorumdan ibarettir. Yaşar’ın, 15 Temmuz darbesinin Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail, ABD ve FDD ortaklığında yapıldığını iddia eden deli saçması yazısıyla dalga geçmek için kaleme alındığı açık olan eposta’da Hannah Büyükelçi’ye, “sizinle birlikte anılmaktan şeref duyduk” demiştir. Görçin’in “darbeci cephe” iddialarının tüm dayanağı bu nükteli ifadeden ibarettir.
Ömer Faruk Görçin, bu eposta’daki nükteden yola çıkarak darbeci iftirası atan ilk gazeteci değildir. 3 Haziran 2017 tarihinde Daily Sabah gazetesinde Zeyneb Varol imzasıyla yayımlanan bir haberde de aynı iftira dillendirilmiştir. Bu gülünç iddialara ilişkin en iyi değerlendirme Bipartisan Policy Center uzmanlarından Nicholas Danforth’un Daily Sabah haberini tiye aldığı ifadesidir: “Türk basınındaki komplolarla dalga geçen ve sızdırılan eposta Türk basını tarafından komplonun kanıtı olarak sunuluyor.” Bu veciz ifadenin üstüne söz söylemeye gerek yoktur.
Sabah gazetesinin ve Ömer Faruk Görçin’in iftira ve karalama kampanyası ne ilktir, ne de son olacaktır. Nice değerli yazar, düşünür ve akademisyenin tıpkı Ergenekon ve Balyoz davaları sürecinde olduğu gibi düpedüz yalan olduğu açık iftiralarla hayatının karartıldığı bir ortamda bana da çamur atılmasının bir önemi yoktur.
Ömer Faruk Görçin’in yalanları, benzeri iftiralara milletvekilliği döneminde de muhatap olan bir kişi olarak bana artık şaşırtıcı gelmemektedir. Yaşamını ayrımcılık, ötekileştirme, nefret söylemi ve nefret suçlarıyla mücadeleye adamış bir kişi olmama rağmen Yeni Akit gazetesinde Talha Çolak imzasıyla 2 Ekim 2013 tarihinde yayımlanan haberde “Dine sövmek suç olmasın” dediğim iddia edilmişti. Yeni Akit, aynı gün Cumhuriyet gazetesinde Türey Köse imzasıyla yayımlanan ve Nefret Suçları Yasa Kampanyası Platformu’nun nefret suçları yasa tasarısına ilişkin uyarılarını anımsattığım bir söyleşiyi çarpıtmış ve kendi ruhlarındaki karanlığı yansıtan bir beyanı bana atfetmişti.
Milletvekilliği döneminde Alevilerle Türkiye’nin dört bir yanındaki cemevlerinde, Caferilerle Halkalı’daki taziye törenlerinde, Ermenilerle restore edilen Aktamar Surp Haç ve Diyarbakır Surp Giragos kiliselerindeki ilk vaftiz töreni ve Paskalya ayininde, Ortodokslarla Patrikhane ziyaretlerinde, Protestanlarla Bursa ve Sur kiliselerinde ve Yahudilerle Neve Şalom ve Etz Ahayim sinagoglarındaki Holokost anmalarında bulunmaktan büyük onur duymuş bir kişiyim. İnanç Özgürlüğü İçin Uluslararası Parlamenterler Girişiminin kurucu yönetim kurulu üyesi olarak görev yapmış ve 2016 yılında Stefanus İnanç Özgürlüğü Ödülünü almış bir parlamenterim. Sünni Müslümanlardan ateistlere inanan ve inanmayan tüm bireylere büyük saygı duyan ve hak ve özgürlüklerini savunan biri olduğum aşikârken “dine sövmek suç olmasın” dediğimin iddia edilmesi ve bu iddianın ısrarla yinelenmesi yakın zamana kadar beni derinden üzmekteydi. Talha Çolak’ın nasıl olup da yüzü kızarmadan, vicdanı sızlamadan böyle bir yalanı manşete taşıyabildiğini çokça düşündüm. Belki de bu nedendendir Ömer Faruk Görçin’in Sabah gazetesindeki yalan ve iftiraları da artık bana şaşırtıcı gelmedi.
2013 yılında bir karar almış ve Yeni Akit’teki iftirayı tekzip etmemiştim. Tekzip gazeteciler ve gazetelere özgü bir süreçti; Talha Çolak ve Yeni Akit’le bağdaştıramamıştım. Aradan geçen neredeyse dört yılın ardından Sabah’ın manşetine taşınan iftirayı da tekzip edeceğimi sanmıyorum. Sabah’ın yalanlarında tekzip etmeye değecek bir gazete ya da gazetecilikten, günümüz Türkiyesi’nde ise tekzip müessesesini anlamlı kılacak bir hukuk devletinden söz etmek ne yazık ki mümkün değil.
Otoriter rejimin gün be gün derinleştiği Türkiye’de tüm insani ve ahlaki değerlerin hızla aşındığı karanlık bir süreçten geçiyoruz. İleride çocuklarımızın yüzüne bakabilmek, “bu ahlaksızlığın ve rezilliğin suç ortağı olmadık, kimseyi ötekileştirmeden istisnasız tüm insanlar için demokrasiyi, çoğulculuğu, temel hak ve özgürlükleri savunduk” diyebilmektir önemli olan.
Ne Talha’ya ne de Ömer Faruk’a kızgınım. Ama Talha ve Ömer Farukları yalan, iftira ve karalama üzerinden ekmeklerini kazanmaya, kariyerlerini inşa etmeye ve ikbal peşinde koşmaya itenleri affedemiyorum. Herkesin ileride utanmadan çocuklarının yüzlerine bakabileceği bir hayatı yaşayabilmelerini istiyorum.
Gerçeklerin geç de olsa ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. Biliyorum ki bugün kalemlerinden yalan ve iftira damlayanlar bir gün özür dilemek ve helallik istemek için gelecekler. Ve yine biliyorum ki biz o gün geldiğinde, bu güzel ve yalnız ülkenin topraklarına yeniden gerçeğin zamanı geldiğinde, kırık kalplerimiz ve yaralı gönüllerimizle onları affedeceğiz. Çocuklarımıza kin, nefret ve öfke değil, toplumsal barış, anlayış ve uzlaşı bırakmaktan başka çaremiz yok…