Sosyalist Küba’nın kurucu lideri Fidel Castro’nun ölümü, otoriterliğin yükselişi tartışmalarının yaşandığı Türkiye’de, özellikle iktidar yanlısı kesimlerce yeni bir eleştiriyi de beraberinde getirdi. Sosyal medyada Erdoğan ve AKP yanlısı kanat, kendince tutarlı bir eleştiriyle seçimle ve halkın desteğiyle başta duran Erdoğan’ı diktatörlükle suçlayanların Castro’ya övgüler düzmesinin ikiyüzlülük olduğu konusunda yoğun bir propaganda başlattı. Türkiye’de popülist rüzgârlara bilinçsizce kapılan, birini neden sevdiğini sorgulamadan hakkında destanlar yazan, ya da neden karşısında olduğunun farkında olmadan birilerini yerin dibine batıran yüzbinlerce insanın varolduğu yadsınamaz bir gerçektir. Fakat Castro’nun ölümüyle sarsılan ama aynı zamanda kendini demokrat olarak adlandıran yüzbinlerce kişinin tümünü bilgisiz olarak sınıflandırıp küçümsemek de bir o kadar yadsınamaz bir yanlıştır. Çünkü sözlük anlamıyla bir demokrasiyi yönetiyor olmasa da, bir demokratın da Castro’ya duygusal sempatiden çok daha derin bir yakınlık duyması için azımsanamayacak sebepler mevcuttur.
Gerçek ve Sahte Liberallerin Düştüğü Ortak Tuzak
Bugün itibariyle Castro’ya ilişkin Türkiye’de en çok okunan iki eleştiri yazısının sahipleri hükümet karşıtı eleştirileri ile hayran kitlesi artan Levent Gültekin ve tüm zamanların popüler monarşisti Murat Bardakçı’nın yazıları oldu.
Gültekin, samimi liberal sayısının hiç de fazla olmadığı, liberal ideologların çok az okunduğu, liberalizmle ilgisi dahi olmayan bazı merkez sağcıların bile sadece sol karşıtı olduğu için liberal diye etiketlendiği bir ülkede önemli bir boşluğa hitap ediyor. Sadece liberal kelimesinin bile sol fraksiyonların çoğu tarafından küfür addedildiği, Özal’ın döneminde Türkiye’ye giren – liberal değil neo-liberal – sömürü düzenini ve Özal’ın kendisini öven, fakat gerçekte Kenan Evren cuntası ile de bir o kadar barışık olan bir takım yüzeysel gazetecilerin bile haketmedikleri hâlde liberal kabul edildiği bir ülkede, en azından kimin liberal, kimin illiberal olduğunun tanımının doğru yapılması gerekiyor. İslami geleneğin içinden gelen ve burada şahit olduğu yozlaşma ile siyasal İslam’a karşı özgürlükçülerin yanında saf tutan Levent Gültekin kendini liberal olarak adlandırır mı bilinmez, ama Türkiye’de liberalizmi samimiyetle benimseyen azınlığın söylemek istediği düşünceleri kendi köşesinde uzun zamandır dillendiriyor. Fakat Gültekin bunu yaparken, Özal döneminin sahte liberallerinin tarzından da kaçamıyor. Küba’nın yoksulluğunu anlatırken kullandığı “Küba’da garson çocuğa da 100 dolar bahşiş verince gözleri açıldı” gibi cümlelerle “Kürtleri silaha mermi olmamaya çağıran” Yılmaz Özdil’in merkez sağ üslubuna çok yakın bir yaklaşımla Küba toplumuna bakıyor. Küba’da bir çalışanın aylık gelirinin 30 dolar olmasından şikayet ederken ise, Küba’da bir ekmeğin fiyatının Türkiye’deki gibi “30 sent” olmadığını, mal ve hizmetlerin fiyat endeksine bakılmadan geliri nominal olarak yorumlamanın yanlışlığını unutuyor. Ama daha da önemlisi Küba’daki herhangi bir insanı da cebindeki para kadar değere layık, ama her şartta öteki olarak konumlandırması, yazının tamamında söylediği bir güzel söz varsa dahi yazının bütününü anlamsız kılıyor. “Castro’yu siz niye seviyorsanız, bu halk da Erdoğan’ı bu yüzden seviyor” derken belki ilk bakışta isabetli görünen bir ifadeyle yazısına devam ediyor ama “Castro ve Erdoğan’dan nefret edenlerin farklı sebepleri olduğunu” unutuyor.
Türkiye’nin en iyi arşivcilerinden olan ama arşivcilik hariç yaptığı bütün mesleklerdeki kusurları tartışılan Murat Bardakçı için ise hikâye son derece siyah ve beyaz. Castro “diktatör hem de ne diktatör”. Cumhurbaşkanlığını Raul Castro’ya devretmesi de yeterlidir kendine en ufak sempati duyulmaması için. Bardakçı’nın Juan Peron, Augusto Pinochet, Ömer El Beşir ya da bir başka ünlü diktatöre ilişkin tek satır yazmadan sadece Castro’yu hedef aldığını söylemek ucuz bir analiz olur. Fakat Bardakçı’nın yazısının kusuru, Castro’nun işkence ettiği ya da ülke dışına sürdüğü muhaliflerden bahsetmemesi; sadece arama motoru yardımıyla birkaç Kübalı muhalif ismi bularak onların hikâyelerini konu etmeyi, örneğin Óscar Elías Biscet’in adını anmayı, ya da Amnesty International raporlarında sürekli adı geçen hapisteki önemli muhalifleri saymayı gerek görmemesi. Bardakçı’nın yorumunu okuyanlar, Türkiye’deki sol muhalefetin tamamının Stalin, Mao, Çavuşesku, Pol Pot ya da Kim Jong İl’e (üstelik birine değil tamamına) sadece sosyalist bir rejim yönettiği için hayran olduğunu düşünebilirler. Fakat tıpkı Gültekin gibi Bardakçı da, Castro’nun ölümünün birçok popüler sosyalist liderden, mesela Hugo Chávez’den neden daha fazla tepki aldığına dair özel bir yorumda bulunmuyor. Anlama ihtiyacı hissetmiyor. Liberal Gültekin ve illiberal Bardakçı’nın birleştiği bir başka nokta ise diktatör sıfatı taşıyan herkesi kategorik olarak aynı kefeye koyan genellemeci yaklaşımları. Kendini bir marka, ağzından çıkan herşeyi de kanun gören illiberal yazarın makalesi için çok gerekli olmasa da, yüzbinlerce insanı toptan bilinçsizlikle suçlayan Gültekin’in Castro üzerine biraz daha dikkatli bir analiz yapması, aynı kanatta Erdoğan’a karşı muhalefet ettiği kişileri biraz daha dikkatle anlamaya çalışması beklenebilirdi.
Castro’nun Başka Diktatörlerden Farkı
Fidel Castro hem söylem, hem de eylemde bir diktatördür (Bunu anlamak için Bardakçı’yı okumak gerekmez). Ülkesini 50 yıl boyunca yönettiği süre içerisinde de muhaliflerine karşı yumuşak olduğunu iddia etmek, onun diktatör olduğunu reddetmek kadar imkânsızdır. Bilinçli olarak Castro’ya sempati besleyen milyonlarca insan da onu “diktatörlüğüne” rağmen sevebilen kişilerdir. Çünkü Castro hem diktatör, hem de aynı zamanda “liberatör”dür. Kendisi gibi diktatör olan Simón Bolívar’ın Latin Amerika’nın birçok devletini İspanyol sömürgeciliğinden azad etmesi gibi o da kendi ülkesini ABD hâkimiyetinden azad etmiştir. Küba yoksul da olsa, otoriter bir rejimle yönetiliyor da olsa, halkının içerisinde memnuniyetsiz kesimler yoğun da olsa, içinden kendi liderini, kendi diktatörünü çıkarmıştır. CIA tarafından Orta ve Güney Amerika’ya operasyonla getirilen bir diktatör değil, CIA tarafından yapılan Domuzlar Körfezi Operasyonunu bastıran ve ABD’yi kısıtlı imkânlarıyla dize getirebilen bir liderdir. Dünyada ABD’ye karşı içinde biraz olsun muhalif hisler barındıran her ideolojiden insan için bu önemlidir ve onların gözünde Castro’yu diğer diktatörlerden farklı bir yere koyar.
Küba, Castro’dan önce olduğu gibi bugün de yoksuldur. Fakat Castro’yu sevenler Küba’nın yoksul olduğundan, Fidel Castro’nun halkına tüketime dayalı bir refah sağlayamadığından habersiz değildir. Fakat Küba’ya Levent Gültekin’in gözünden bakanlar arasında Latin Amerika’daki yoksulluğun yapısallığından haberdar olmayanların sayısı bir hayli yüksektir. Bu konuda tüm zamanların en iyi kitaplarından birisi 1970’lerden beri Türkiye’de okunan Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları’dır. Kitap, Kristof Kolomb’un ayak bastığı günden itibaren Küba’nın nasıl ve neden yapısal bir yoksulluğa mahkûm edildiğini, sadece Küba değil bütün Latin Amerika halklarının kendi hakları olan kaynaklardan nasıl mahrum bırakıldıklarını ayrıntılı biçimde yazar. Galeano kitabını Salvador Allende’nin demokratik yolla iktidara gelen ilk sosyalist lider olarak kazandığı seçim zaferinin hemen akabinde büyük umutlarla sona erdirse de, kitabın yeni baskıları bile çıkmadan General Augusto Pinochet, CIA destekli bir darbeyle Şili’nin başına gelmiştir. Galeano ve onun gibi yazarları okumamış olmak bir kusur değildir, fakat o eserleri okumadan ne Küba ne Castro anlaşılır. Bu bilgilerden habersiz olarak Küba ve Latin Amerika’nın yapısal yoksulluğunu gözardı edenler, Küba’da bildiğimiz anlamda bir demokrasi inşa etmenin zorluğunu anlayamadıkları gibi, küresel sermayenin (1973 Allende örneğinde gördüğümüz gibi) liderlerin demokratik yolla gelmelerini değil kapitalizm ile ne ölçüde barışık olduklarını önemsediklerini bilmezden gelirler. Tam da bu sebepten zulümde tüm emsallerini geride bırakan Pinochet, Vatikan tarafından kutsanan makbul bir mümin, mükemmel bir Hıristiyandır.
Galeano’nun da sayfalarca anlattığı üzere Küba, Castro olsa da olmasa da yoksulluğa 500 yıldır, önce İspanya, sonra Britanya ve en son Amerika eliyle mahkûm edilmiş bir ülkedir. Fidel’in, Allende gibi bir rejim kurma denemesi, maddi olarak baş edemeyeceği ABD’nin karşısında tutunma şansını da elinden alacaktır. ABD’nin kurallarıyla oynamak Sovyetler Birliği’ni bile yok etmişken Castro’nun ülkesinde kurulabilecek bir demokrasinin dış müdahaleden bağımsız ve kusursuz işleyebileceğini düşünmek hayalciliktir. Daha Soğuk Savaş’ın başlamasından uzun yıllar önce Meksika’da bunu denemeye kalkan Francisco Madero bunu hayatıyla ödemiştir. Madero’nun ölümü, Emiliano Zapata ve diğer Meksikalı devrimciler için de çok büyük bir ders olacaktır. Nitekim Fidel Castro için de seçenekler sınırlıdır. Castro oturmuş bir demokrasiyi bir diktatörlüğe çevirmemiş; sadece dışa bağımlı bir diktatörlüğü bağımsız bir diktatörlük hâline getirebilmiştir. Sovyet yardımlarının kesilmesinden sonra da Küba’nın kendinden çok daha güçlü sosyalist rejimlerden daha fazla ayakta kalışı, Küba’yı basit bir Sovyet uydusu olarak görmenin isabetsizliğini bize gösterir. Bağımsız bir diktatör olması, onu tamamen aklamaz; fakat Castro’yu bağımsız tiranlarla, örneğin Uganda’nın bağımsız diktatörü İdi Amin ile aynı sınıfa koymak da aynı ölçüde haksız olacaktır.
Eleştirildiği üzere Küba’da lider 50 yıl boyunca değişmemiş ve Fidel hastalandığında koltuğunu kardeşi Raul’a bırakmıştır. Bu da Castro’yu sevenlerin habersiz olduğu bir durum değildir. Fakat Küba’daki yönetim, klasik bir dikta ile kıyaslanamayacak düzeyde farklı biçimde halkı siyasete katacak yöntemleri de barındırır. Küba Anayasasının 88. Maddesi, 11 bin imza toplayan vatandaşların kanun teklifi verebilmelerine imkân tanır. Castro bir diktatör olsa bile temsili demokrasilerde verilmesi hayal olan bir doğrudan demokrasi uygulamasını hayata geçirebilmiştir. Ülkede topyekûn ekonomik reform isteğiyle 2002 yılında Hıristiyan Liberal muhalefet tarafından bir yasa teklifi verilmiş, hükümet ise nüfusun neredeyse tamamının imzasıyla bir karşı tasarı oluşturarak reform teklifine karşı durmuştur. Fiilî durum açısından demokratik hakların kullanılması mümkün olmasa bile rejimin en azından ileride demokratik bir yönetime geçilmesine zemin hazırlayabilecek uygulamaları hayata geçirdiğini dikkate almak gerekir. Bu arada, “Küba’da seçim yok” diyen Murat Bardakçı’nın 1992’den beri Küba’da neden hükümet partisi dışında da siyasi partiler bulunduğunu açıklaması gerekmektedir. Elbette seçim ya da partilerin varlığı demokrasi için yeterli değildir. Fakat belli ölçüde bir kurumsal yapının kuruluyor olmasını “Batı ekonomik yardım için baskı yapıyor, Küba da o yüzden açılıyor” argümanı ile açıklamak yeterli olmayacaktır. Küba’da siyaset mekanizmasının sokaktaki insanın fikrini standart bir demokrasiden çok daha fazla hayata geçirdiği, ülkede tek parti iktidarı olsa da tek parti içinde muhalefetin yaşayabiliyor olması (ki tek parti içinde etkin bir muhalefet uygulaması, 1920’lerin tek partili Türkiye rejiminde de mevcuttur ve bu durum, sadece Cumhuriyeti olumlayan yazarlarda değil, o döneme eleştirel bakan Cemil Koçak gibi tarihçilerin eserlerinde de yer almaktadır) Küba’yı basit bir diktatörlükten ne olursa olsun ayıran unsurlardır. Bir diktatörlük halktan taban desteği alma amacı taşıyorsa, onu sıradan bir tiranlık olarak tanımlamak da tartışmalıdır. Aksi hâlde Atinalı Solon ve Atinalı Perikles’i ayırmak bile anlamsız olacaktır.
Evet, Küba’da vatandaş, devletin belirlediği sınırlar içerisinde muhalefet yapabilir ve dışına çıkamaz; çıkarsa cezalandırılır; bu cezalar da ölüme kadar uzanabilir. Peki demokratik dünyada bu durumu az ya da çok barındırmayan ülke sayısı kaçtır? Böyle olmasa, Türkiye’deki AKP’liler Avrupa’da gördükleri irili ufaklı her demokrasi açığı için “işte demokrat sandığınız Avrupa ne zulümler yapıyor, asıl demokrasi bizde?” şeklinde yorum yapabilir miydi?
Fidel’i Sevmek için Benim ve Başkalarının Kişisel Nedeni
Bir kurucu lider olarak Fidel, iktidarını kendi yakın yoldaşları ile paylaşmamıştır ama sınırlı da olsa ülkedeki siyaseti klasik bir tiranlık rejiminden farklı hâle getirmeye çalışması unutulmamalıdır. Nasıl en yetkin demokrasilerde bile polis şiddeti, işkence, ayrımcılık, yetkilerin kötüye kullanılması gibi unsurları görebiliyorsak, en açık diktatörlüklerde de halka nefes alma şansı tanıyan uygulamalar vardır. Rejimler, sadece siyah ve beyaz hikâyelerle anlatılamaz.
Çevremdeki sosyalist arkadaşlarımla yaşadığım en sert tartışmalardan birini de Hugo Chávez üzerine yapmıştım. Fidel’in aksine seçimle başa gelen ve meşruiyetini seçimle yenileyerek sosyalist fikirleri yaşatan Chávez’i neden Castro kadar sevmediğime dair aldığım eleştirileri, “Chávez’in daha özgürlükçü olma şansı bulunmasına rağmen tahammülsüz, Castro’nun ise çok daha ceberrut olabilecekken tahammüllü” olduğuna dair düşüncemle yanıtlamıştım. Bu öznel düşüncemin ne kadar geçerli olduğunun yorumunu okuyucuya bırakıyorum.
Küba’da onbinlerce muhalif öldürülmüştür – ki bu insanların devrim karşıtı olması da bunun bir trajedi olması gerçeğini değiştirmez. Öte yandan Küba’nın ulusal gururu olan sağlık sistemi, beş kuruş parası olmayanları da yaşatmak için var gücüyle çalışıyor. Levent Gültekin’in küçümsediği ücretten, yani ayda 30 dolardan çok daha fazlasını kazanan, fakat geçirmek zorunda olduğum basit bir ameliyat için bir aylık maaşımı, yani 30 günlük emeğimi harcamak zorunda olan bir vatandaş olarak, Kübalı bir yazarın hikâyesi ne kadar gri ise, bizlerinki de o kadar gri.
Türkiye’de muhalifler, hükümeti “daha demokrat devraldığı bir düzeni önce ilerletip, sonra eskisinden çok daha geri bir noktaya taşıdığı yönünde” eleştiriyorlar. Daha fazla tahammül mümkün iken, her ideolojiden, dinden, etnik gruptan insanları birlikte yaşatmak muhtemel iken buna tahammül göstermeden kendi iktidarını daha da sağlamlaştırmak isteyen bir hükümeti eleştirenler; daha zalim olmak varken biraz daha insancıl olan Castro’yu elbette sevebilir. Diktatör olduğu ama mutlak bir tiran olmadığı için sevebilir. Küba sefalet içinde de olsa Kübalıların ulusal onuru dik olduğu için sevebilir. Tam da bu yüzden sosyalist bile olmayan fakat Ortadoğu’nun Simón Bolívar’ı olan Atatürk’ün büstünü yaptırdığını görüp bu yüzden sevebilir. Castro’yu sevenler cahil oldukları, birilerinin zannettiği gibi Küba hakkında tek şey bilmedikleri için değil; mükemmel bir dünya kuramasa bile Castro dik durabildiği için, başka türlü bir geleceğin mümkün olduğunu gösterdiği için sevebilir, sevmeye de devam edeceklerdir.