Türkiye, Temmuz ayından itibaren tekrar çatışmalı siyasete geri döndü. Dolmabahçe mutabakatı ile 3 yıldır devam eden çatışmasızlık hali yerini şiddete bıraktı. Kürt sorununda çözüme yaklaştığımızı umduğumuz günler mazide kaldı. Yeni süreçle birlikte, Güneydoğu’dan her gün olağan olmayan haberler gelmeye başladı. Terör, yine en öncelikli sorunumuz haline geldi.
Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin “postmodern bir cinayete” kurban gitmesi, ölümlere rahmet dile(ye)meyenler, Türkiye toplumunun parçalanmışlığının yanında, Türkler ve Kürtler arasındaki “duygusal kopuşun” yansımaları. Buna rağmen, Kürt sorununa kalıcı bir çözümün bulunacağına dair umudumuzu korumalı mıyız? Güneydoğu’da süren çatışmanın tarafı devlet ve özyönetim ilan edip hendek kazan Kürtler ise, her ikisinin dışında kalan bizler, kendimizi nerede ve nasıl konumlandırıyoruz? Bu sorulara yanıt bulmak için, son aylarda bölgede yaşanan gelişmeleri tekrar hatırlamak ve anlamlandırmak gerekiyor.
Güneydoğu’da olağan olmayan haller
20 Temmuz Suruç katliamı ve IŞİD’in Suriye sınırında bir askeri şehit etmesinin ardından, Türkiye’de her şey bir anda değişti. İktidar, PKK’yı IŞİD ile birlikte “kokteyl terör” tanımına dâhil edip, bir numaralı düşman ilan etti. PKK da fabrika ayarlarına geri döndü ve terör saldırılarını tırmandırdı. Güneydoğu’dan ölüm haberleri artarak gelmeye başladı.
Tekrar başlayan çatışmalı süreçte, o günden bu yana bölgede her gün olağan olmayan pek çok gelişmeye tanık oluyoruz. Özgürlük, eşitlik ve güvenliği kendi kendilerine temin edeceklerini savunan Kürtler, bölgenin bazı kentlerinde özyönetim ve özsavunma ilan ettiler. Bazı kentlerde hendekler açıldı ve barikatlar kuruldu. Çatışma ortamı kırsaldan şehre indi. Buna karşın, valilikler de bu kentlerde özel güvenlik bölgesi, geçici güvenlik bölgesi ve sokağa çıkma yasakları ilan etmeye başladı.
Peki, bölgede, özyönetim ilan eden ve açtıkları hendekler ve barikatlarla özsavunma yaptıklarını savunanlar, neye karşı ve niye direniyorlar? Neden şiddet dışında direniş imkânları ve yöntemleri geliştirmiyor ya da pasif direniş sergilemiyorlar ? Tahir Elçi’nin ölümünün ardından sokağa çıkma yasağına rağmen Diyarbakır’ın merkezinde savcının olay yeri incelemesinin defalarca engellenebilmiş olması, bölgede devletin etkisiz ve güçsüz kaldığına mı işaret ediyor? İktidarın “güvenlikçi siyaset” anlayışıyla bölge halkının Türklerden “duygusal kopuşunun” hızlandığı ve Kürt sorununun daha içinden çıkılmaz bir hal aldığı iddiaları mı; yoksa Türkiye’nin “terör örgütünün başını ezmeye muktedir bir devlet” olduğu tespiti mi bugün hakikati daha iyi yansıtıyor?
Duygusal kopuş
Tüm bu sorular aslında bir tek sorunun türevleri: Güneydoğu’da son birkaç aydır yaşananları resmin bütününe bakarak nasıl adlandırabiliriz?
1990’lı yılları andıran ilan edilmemiş bir olağanüstü hal (OHAL) mi var bölgede? 1990’larda kullanılan düşük yoğunluklu “düşük yoğunluklu savaş”, “gayri nizamı harp”, “iç savaş” gibi kavramlar bölgede bugünün realitesini tanımlaya yetmiyor. Kimilerine göre, açılan hendekler ve kurulan barikatlar, devletin asayişi temin etmek amacıyla sahip olduğu şiddet kullanma tekelinin, dolayısıyla meşruiyetinin, şiddet yoluyla reddedilmesi ve direnilmesinin göstergeleri.
Bazı kentlerde devam eden bu olağan olmayan hal, kimilerine göre bir “başkaldırı” (serhildan). Bu hal aynı zamanda, bölge halkı ile devlet arasında örülen duvarların giderek büyüdüğüne işaret ediyor. Duygusal kopuş ile kast edilen: bölge halkının devlete duyduğu bölge halkının devlete duyduğu inanç ve güvenin azalması, aradaki mesafenin artması ve bir tür “yabancılaşma hissi”. Toplumsal düzeyde de Türkler ve Kürtler arasındaki ayrışmanın büyüdüğü ve duygusal kopuşun derinleştiği yorumları giderek artıyor. Bölgeden bize ulaşan “Cizre’ye, Nusaybin’ne, Sur’a ses ver” serzenişlerinin sebebi de söz konusu kopuş ve ayrışma.
Barışın zemini
Türkler ve Kürtler arasında artan mesafenin kısa vadede azalacağına dair olumlu bir işaret henüz yok. Demokrat kesimlerin çoğunluğu, terör nedeniyle ve milliyetçi reflekslerle Kürt siyasi hareketine mesafe koymayı ya da bu hareketi meşru görmemeyi yeğlemiş görünüyor. Demokrat kesimler ile Kürt siyasi hareketi arasında oluşan ayrışma ve farklılaşma, her ikisinin demokrasi mücadelesini birlikte vermelerini de güçleştiriyor. Demokratikleşme yönünde ortak bir mücadele beraber verilemediği içindir ki, Türkler ve Kürtler arasında duygusal kopuş derinleşiyor.
Geldiğimiz aşamada Kürt sorununa kalıcı çözüm bulma iddiasındaki tüm açılımların, akamete uğradıklarını görüyoruz. Görünen o ki, barış iktidarın ve Kürt siyasi hareketinin hataları nedeniyle eskisinden biraz daha uzak şimdi.
Her şeye rağmen, içerde demokrat kesimlerin birlikte siyasi diyaloğu artırma çabasına girmesini; dışarıda da bölgesel ve küresel gelişmelerin çatışmanın sonlanmasına zemin hazırlayacak bir konjonktür yaratmasını umarak, Kürt sorunun barışçıl çözümü yününde umudumuzu korumak durumundayız. Çatışmasızlık haline geri dönüş, Türkler ve Kürtler arasında diyalogun artması ile mümkün olabilecek bir süreç. Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı sağlama amacı taşıyan, kendisini “demokrat” olarak tanımlayan her yurttaşın bu sürece katkı sunmak gibi bir yükümlüğü var.
Ana ve tabandaki soru: Ne tip bir dunya istiyoruz? Bunu anlamissak, ve de hepimizin de Doga daki canlilar arasinda INSAN denen ayni cins bir yaratik oldugumuzu hatirlayarak, tek tek ve giderek buyuyen gruplar halinde ne yapiyoruz? Umarim bu yaziniz bir cevap yaratmada ve eyleme gecmede bir yolacici olur.