Gerek Türkiye özelinde gerekse dünya genelinde çorba haline gelmiş, tutarsız, vahşi, acımasız, başkalarına yaşam alanı tanımayan, düşmanca, savaş temelli ne idüğü belirsiz ideolojik yaklaşımlar ile uygulamada bunların her daim başımıza kakıldığı, sabah, öğle, akşam üç öğün yutturulmaya çalışıldığı bir düzenin içindeki sıkışmışlıktan kurtulmaya çalışmanın sancısını yaşıyoruz uzun bir süredir.
Bugün bize dayatılan her türlü ilişki ağındaki etken oyuncular, “devlet”, “kurumlar” ve “bireyler”, bermuda şeytan üçgeni. Bu üçgende çoklu ilişki ağları üzerinden ciddi düşünce ve rol kaymaları yaşıyoruz. Buradaki her türlü ilişki çeşitlemesi üzerine sayfalarca yazmak mümkün. Bu çerçevede her bir oyuncunun kendi içindeki çelişkileri, ilişki seviyelerindeki rol kaymaları ya da oyuncuların üstünleştirilmesi günlük hayatı yorumlamamızda ya da ileriye dönük planlarımızda ciddi bunalımlar yaşamamıza neden oluyor. Bu cendereden çıkış noktası, oyuncuların birbirleriyle olan ilişkilerine bakış açısında bir paradigma-değerler dizisi değişikliği gerektiğine işaret ediyor.
Bu konu uzun uzun işlendi geçmişte ancak hani basitçe ifade etmek gerekirse, üretim ve bölüşüm ilişkisi. Tabii burada yeni bir üretim-bölüşüm teorisi ortaya atacak kadar kendini bilmezlik içine girmeyeceğiz, ama ortada ciddi bir bölüşüm ve dağılım sıkıntısı olduğunu göremeyecek kadar da saf değiliz. Birileri kar altında çuvalda oğlunun cansız bedenini taşırken, birilerinin de çuvalla birilerine para taşıdığı düzenin içine tükürmeden geçmeyelim. Devletin, kurumların ve bireylerin ürettikleri ile bu üretilen değerlerin korunması ve bölüşümü noktasında düğümleniyor konu. Ve bu noktada ezen-ezilen/zulmeden-zulmedilen/sömüren-sömürülen ilişkisi daha da önemli hale geliyor. Olayları değerlendirirken bu pencereden bakıp ezilenin ezilmesini engellemek elzem hale geliyor.
Dikkatli olmak lazım. Aynı oyuncu bir olayda “ezen”/”zulmeden”/”sömüren” durumunda iken bir başka olayda “ezilen”/”zulmedilen”/”sömürülen” durumunda olabilir. Örneğin ceberrut-zorba devlet, Gezi Olayları’nda ya da Roboski’de olduğu gibi devlet-birey ilişkisi içerisinde “ezen” ve “zulmeden” konumunda iken, aynı devlet, devlet-devlet ilişkilerinde ABD’nin ve kartellerin oyuncağı olup ekonomik olarak “ezilen” durumuna düşebiliyor. Burada önemli olan iki olayı değerlendirirken yaklaşımın, yaftalamanın ötesine geçebilmesi. Bir başka deyişle, bu yöntemle bireye zulmeden zorba devlete karşı çıkmak ve mücadele etmek, aynı devleti küresel sömürüye karşı çıkarak korumakla eş zamanlı yoğrulabilir.
Aynı anda devlet olarak İsrail’in ve kurum olarak İsrail Ordu’sunun Filistin’deki insalık dışı uygulamarına karşı durmakla, Filistin’deki bazı aşırı grupların İsrail’li vatandaşları kaçırıp öldürmesine karşı durmak çelişki değil, tam tersi büyük bir tutarlılık örneğidir. Birinci basit öneri; herşeyden bağımsız olarak ezenin, sömürenin, zulmedenin değil, ezilenin, sömürülenin, zulüm görenin yanında saf tut. Zulüme, sömürüye birlikte karşı dur. Zor değil.
Yine paradigma değişikliğinin bir diğer boyutu olan ayrıştırıcı kavramları ele alalım. Burada kimlik bağımsız yaklaşımın sergilenmesi olan ikinci yöntemsel konuyu tartışabiliriz. Yaşadığımız çağda, kimliksiz olmak çok mümkün olmasa da, olaylar karşısında kimlik bağımsız bir yaklaşım sergilemek imkansız değil. Kimlikler bizi tanımlama ve çok seslilik anlamında önemli bir işlev görse de, çok ciddi bir ayrıştırıcı unsur olarak kullanılmaları söz konusu. Temel noktaları ele alalım; dil, din, ırk, mezhep, renk, cinsiyet, tür gibi kimlik tanımlayıcılarının üstünleştirilmesi sonucu ortaya çıkan durumları düşünelim. Örneğin, dinin üstünleştirilmesi, gerek Orta Çağ Avrupası’nda gerekse bugünün Orta Doğu coğrafyasında çok ciddi sonuçlar doğurmuş, doğurmaya da devam ediyor. Ya da ırk üstünlüğü tanımının ne gibi sonuçlar doğurduğunu çok uzağa gitmeden hem Türk-Kürt meselesinde hem de Hitler Almanyası’nda gördük. Mezhep savaşları için bugünün Ortadoğu’sundaki Şii-Sünni çatışmasına bakmak yeterli ya da Alevi’lere yapılan zulüm için Sivas’ı Maraş’ı hatırlamak yeterli. Derisinin rengi yüzünden hor görülenler ya da katledilenler için Güney Afrika’daki mücadeleye ya da ABD’ye Ferguson’a bakmak yeterli. Cinsiyet ve cinsel kimlik için herhangi bir gazetenin üçüncü sayfa haberlerini açıp okumak yeterli, zulmedilen kadınlar, erkekler ya da cinsel tercihini lezbiyen, gey, biseksüel ya da transeksüel olarak tanımlayan bireylerin yaşadığı akıl almaz zulümler. İnsanın insana zulmüdür bu… İkinci basit öneri, hiçbir şeyi üstünleştirme, eşit mesafe kuralını uygula, ayrıştırıcı her türlü kimliğe ve unsura eşit mesafeden bakmaya çalış. Zor değil.
Çağın en büyük sorunu ise çok açık irdelenmese de türcülük üzerinden yürüyor. İnsan dediğimiz canlı türü kendini o kadar üstünleştirdi ki edilgen oyuncular olan doğaya, diğer canlı türlerine ve ortak miraslara yapılan zulüm gözardı edilir hale geldi. Dünyanın virüsü konumundaki insan türü, bencilce diğer hiçbir türe yaşam hakkı tanımıyor. Taksim’deki ağacı kesiyor, Ege’deki zeytini kesiyor, sokaktaki köpeği zehirliyor, balinaları öldürüyor, toprağı, suyu, havayı, doğayı zehirliyor, ortak kültürel mirasları yok ediyor, bombalarla, savaşlarla yağmalıyor, hiç hesap vermeden fütursuzca yapıyor üstelik bunu. Bu noktada doğa ve diğer canlı türlerinin de kendi içinde insan türü ile üretim ve bölüşüm ilişkisi içinde olduğunu görmezden gelmeyelim. Doğa da diğer canlı türleri de üretim zincirinde önemli bir rol oynarken korunma ve bölüşüm noktasında ciddi adaletsizlik ve zulüm görmekte. Bu vahim türcülüğün önüne geçerek insanı fetiş haline getirmekten vazgeçip “yaşam odaklı” bir dünya görüşünün yaygınlaşmasını sağlasak daha şık olmaz mı? Üçüncü basit öneri, insan türünün doğa ve diğer canlı türlerine zulmüne dur de.Türlerin yaşama hakkına saygı göster. Zor değil.
Peki tüm bu yapı içindeki kritik soruyu soralım, kim ya da ne karar verecek kimin kimi ezdiğine ya da zulmettiğine… Bu sorunun kendisi de cevabı da çok tartışma götürür. Burada iki tip yaklaşım söz konusu. Birincisi, bilim, akıl ve eleştirel mantık… Olayları sebeplendirme ve sorgulama noktasında verileri, bilimi ya da ortak aklı kullananlar ya da yerine fıtratı koyanlar, takdir diyenler. Neden peki? Nedeni basittir, aslında herhangi bir olayın açıklığa kavuşturulmasında bilim ve ortak akıl kullanıldığında görüntüyle değil ana nedenler üzerinde durulur ve bunların giderilmesi esastır, diğer tarafta soyut kavramlar üzerinden ilerlendiğinde ise zulmeden ya da ezen taraf perde arkasına geçer, herkes görüntüyle uğraşmaya başlar. Soma’yı hatırlayalım, olayı bu çerçevede yorumladığımızda olayın arkasında kurum olarak maden ocağının yapmakla yükümlü olduğu konuları adreslemediği, yine yedek oyuncu olarak devletin de gerekli kontrolleri üstün körü yaptığı açık bir şekilde ortada. En azından bunun için elde bazı veriler var. Üretilen değer ve bunun bölüşümü noktasında ise, kurum ve devlet el ele üretilen değeri “cukka”larken, madenci karın tokluğuna çalışmak durumunda. Çıplak gerçeklik de bu. Dolayısıyla yukarıda belirttiğimiz gibi olay yöntemsel olarak incelendiğinde konunun üretim-bölüşüm, ezen-ezilen noktasındaki oyuncuları da olay da gayet açık. Peki buna karşı bu işin fıtratında var noktası bizi nereye götürür, bildiğimiz yere, olayın açık failleri konumundaki kurum ve devlet, birey karşısında fıtrat masalı ile aklanır, mahkeme, bilirkişi vb. kurumlar silsile şeklinde fıtratı esas alır, olayı fıtrat noktasında değerlendirip vereceği cezayı da bulacağı çözümü de fıtrat seviyesinde oluşturur. Kurum kendi içinde birkaç müdürü kurban verir, devlet “halkımızın yanındayız” geyiği ile köşeye çekilir ve Soma’lar yaşanmaya devam eder. Dördüncü basit öneri, olaylar karşısında bilimi ve eleştirel mantığı hakim kıl. Zor değil.
Bu nedenle pes etmeyeceğiz, yayıldığımız koltuktan kalkacağız, etkiye tepki göstereceğiz, hiçbir şey yapamıyorsak öfkeleneceğiz, sonra katılım göstereceğiz bizi ilgilendiren kararlara, sivil inisiyatif alacağız, aktif siyaset yapacağız, örgütleneceğiz, boykot edeceğiz, teknolojiyi kullanacağız, geziyi gezinmeyi hatırlayacağız, birlikte olacağız, mücadele edeceğiz… Zor olmadığını daha önce de gördük hep birlikte…
Diyeceksin ki eğitim, sağlık, sosyal güvence, kalkınma, sanat, kültür, spor… Diyeceksin ki barış, hoşgörü, özgürlük, adalet, demokrasi… Her türlü zulme ve sömürüye karşı çıkarak, ayrışmadan, kırıp dökmeden, birleşerek, kendimizle, diğer canlı türleriyle ve doğayla barışarak, etki alanımız içinde sivil katılım göstererek, ortak aklı ve bilimi hakim kılarak hepsini birlikte yeniden kurabiliriz…
Vazgeçmek yok. Gör bak nasıl yaratırız namuslu genç ellerimizle, kızlarımız, oğullarımız var gelecekte. Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.* Herşeyden öte umudumuz olmalı umudumuz.
Zor değil…
*Ahmed Arif’in Anadolu şiirinden alıntıdır.Zor
Evet hic biri zor degil. Ancak NASIL? Sanirim cevap son paragrafta. Gencligin umidini kaybetmemesi ve geleecegin sahibi olduklarini gostermeleri ile. Bu zor degil. Ve de yegane yurunecek yol. Genclerin yaratici ve cesur olmalarini tesvik ve destek te genc-olmayan cogunlugun onlara olan birikmis borcu.