AKP`yi iktidara getiren dinamiklerden en öne çıkanı, şüphesiz, tarihsel İttihat Terakki – Cumhuriyet vs halk yığınları çelişkisi diskuruydu. Modernleşme tarihimizi analiz eden metinlerde, özellikle muhafazakar yazın dünyasınca kurgulanan ve benimsenen basit bir denklem bulunuyordu: Buna göre, siyasal hayatımızın ortasına kabaca bir çizgi çekilmişti. Çizginin bir tarafında, referansı Batılı prensipler ve kurumlar olan, aydınlanma ideallerini içselleştirmiş, entelektüel ve metodolojik motivasyonu pozitivizm olan, toplumu oluşturan kitleleri de dönüştürülecek yapısal bir nesne olarak gören karar vericiler/muktedirler varken, çizginin diğer tarafında ise, çizginin kendilerini tarihsel ve politik özne olarak konumlandırmış aydınlanmacı elitlere karşı mücadele etmeye çalışan, geleneksel referanslar temelinde yaşayan mağdur halk yığınları vardı. AKP, özellikle iktidarının ilk iki döneminde bu ikilemi başarılı bir şekilde işleyerek, önce askeri bürokrasiyi, sonrasında ise geleneksel sivil bürokrasiyi politik alandan uzaklaştırmayı başardı ve merkez sağ seçmeni kendisinde konsolide edebildi. Politik referansları solda olan pek çok insanın, yine bu dönemde AKP`ye dönük hayırhah tutumunun arkasında da, kabaca çerçevesini çizdiğim denklemin AKP tarafından güncel siyaset içerisinde, sivilleşme ve siyasetin halka inmesi bağlamında sıkça ve incelikle dokunması yatmaktaydı.
Burada işlemek istediğim, AKP`nin başlangıçta varlık nedenini üzerine inşa ettiği basamaklardan birisi olan “elitizm” bahsinin, AKP iktidarında nasıl yeniden üretildiğini ve tatbik edildiğini anlamaya ve anlatmaya çabalamak. Bu nedenle biraz geçmişe gidip, “Devlet Tiyatroları’nın kapatılması ve özelleştirilmesi.” konusuna dönmek gerekiyor. Bu konuyu anımsamak, bugünkü AKP`yi anlamak açısından epey işlevsel. Anımsarsınız, 2012 yılında hükümet, Devlet Tiyatroları’nın özelleştirilmesi konusunda bir çalışma başlatmıştı.
Erdoğan’ın Devlet Tiyatroları’nın özelleştirilmesi sürecinde en sık vurguladığı ve hükümetin söz konusu adımını meşrulaştırmayı yeğlediği nokta, devletçi akla ve desteğe dayanarak sanat üreten ve toplumu bu zihniyet algısı yönünde dönüştürmeyi amaçlayan devlet tiyatrolarının, bu işlevden arındırılmasıydı. Erdoğan’ın kastetmek istediğini daha açık olarak ifade edecek olursak, devlet tiyatroları bugüne değin sanat icra etmekten ziyade hakim gücün pozisyonuna denk düşen bir ideolojik dönüşümünü gerçekleştirmeyi amaçlamışlardır ve hükümet de, kendince sanat kurumlarını bu işlevden “kurtarmak” istiyor.
Meselenin gerçekten de sanatın ideolojik işlevine götürülebilecek bir boyutu bulunuyor ve bu nedenle öncelikle modern Türkiye’de “sanatın işlevi” üzerine kafa yormamız gerekiyor. Bu toprakların modernleşme hikâyesi, Cumhuriyet’in ilânından çok öteye gidiyor, kapsamlı ve kararlı bir modernleşme sürecini başlangıç olarak alacaksak, Tanzimat’a kadar gitmemiz gerekecektir. Tanzimat’tan bu tarafa, “ülkenin nasıl kurtarılabileceği” sorusu sorulurken, sadece bir yönetim aygıtı olarak devleti değil, o devleti var eden halkı da “kurtarma”nın hesapları yapılıyordu.
Sanat kurumları ve sanatçılar, bu toprakların yakın dönem modernleşme tarihi boyunca siyasal elitlerin en önemli müttefiklerinden biri olmuş ve sanat, siyasal elitlerin “toplumu adam etme” projelerinde kullandıkları en etkili araçlardan biri olmuştur. Yeni Cumhuriyet, kendi yazarlarını, kendi akademisyenlerini, kendi gazetecilerini, kendi müteşebbislerini ve nihayet kendi sanatçılarını yaratmış, bunların her biri, Cumhuriyet’i kuran siyasal elitlerin hedeflediği toplumsal dönüşüm projesine ideolojik zemin hazırlama bilinciyle “iş”lerini icra etmişlerdir. Devlet Tiyatroları’nda Nazım Hikmet’e yer veriliyor oluşu, bu kurumların ideolojik işlevlerini ortadan kaldırmadığı gibi, sanatın yüklendiği ideolojik vasfı ıskalayıcı bir yanılsama yaratması bakımından da önem taşıyor. Burada bir parantez açmamızda da fayda var. Devletin tiyatroları finanse etmesi gerekiyor, çünkü sanat etkinlikleri pahalıdır ve çoğu kez de kâr getirmeyebilir. Olması gereken, devletin sanatı karşılıksız olarak finanse etmesi ve desteklemesi, fakat idari ve mali anlamda sanat kurumlarının işleyişine karışmamasıdır; ne siyasi olarak ne de bürokratik olarak. Özerklik olarak ifade edilebilecek bu durumda, sanat kurumları herhangi bir siyasi, kişisel ya da sektörel baskı hissetmeksizin sanatını icra ederken, karşılıksız olarak devletten de maddi destek almaktadır ve kanımca Türkiye’de sanatı, sanat kurumlarını ve sanatçıları kısır siyasi tartışmaların ve polemiklerin içerisinden çıkartacak yol budur. Oysa ne hükümetten ne de hükümete muhalif sanatçılarımızdan özerkliğe dair bir şeyler işiten beri gelsin, her iki taraf da konuyu daha da giriftleştirecek şekilde ele almakta adeta yarışıyorlar.
Başlangıçta da ifade ettiğimiz gibi, hükümetin Devlet Tiyatroları’nın statüsünü değiştirmedeki tek amacı, sanat kurumlarının ideolojik işlevine son vermek değil, aynı zamanda kendi siyasal algılarına ve dünyevi tasavvurlarına denk düşecek estetik norm(lar) kurabilmek; hükümet, hâlihazırda iktidar aygıtı elindeyken bunu devlet eliyle gerçekleştirmek istiyor. Aslında hükümetin konuyu nasıl gördüğünü özetleyen en önemli ifade, Erdoğan’ın, “eğer eserin içeriğini beğenirsek sponsor oluruz, destekleriz” cümlesidir. Yani Erdoğan diyor ki, eğer sanat eseri bizim değerlerimizi yansıtıyorsa sanatçılar devletin imkânlarını kullanabilirler, fakat eseri beğenmezsek başlarının çaresine baksınlar. Bu yaklaşım, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri resmi ideolojinin devlet sanatı ve sanatçılığı üzerinden sürdürdüğü tahakküm modeli kadar tahakküm kokan ideolojik bir yaklaşımdır ve Erdoğan’ın günlerdir haklı olarak şikayet ettiği “sanatın ideolojik bir araç olarak kullanılması”na da örnektir.
Keza devlet sanatçıları da, hükümetin bu hamlesini bir fırsat olarak görüp “özerk sanat” talep edeceklerine, mevcut statüyü savunma pozisyonuna geçmekten imtina etmediler ve aslında kendi elleriyle hükümetin sanat alanındaki projelerinin önünü açtılar. Sanatçıların salt AKP odaklı sığ ve yetersiz muhalefeti, şu anki görüntünün, tam da hükümetin istediği gibi “toplumdan yana tavır alan muhafazakâr hükümet – toplumu adam etmeye çalışan ve yaşam mücadelesi veren eski elitler” kamplaşması halini almasına yol açmıştı. Oysa sanatçılar, AKP’yi sanatı tahakküm olmakla itham edip, AKP’nin de Kemalizmin saptığı yola saparak sanatı ideolojik bir araç olarak kullanmaya kalktığını, buna karşın özerk ve baskılardan sıyrılmış bir statü istediklerini vurgulasa, hem kitlesel destek bulabileceklerdi, hem de hükümet, bu konuyu “yeni elitler – eski elitler” kamplaşmasına dönüştüremeyecekti.
Siyasette muktedirler değişti, bürokraside hızla değişiyor, şimdi de sıra sanat alanında. Hükümet, muhafazakâr demokrat algılarını hayatın her alanına yansıtacak şekilde, iktidar gücünü kullanarak ve bir anlamda eleştirdiği toplum mühendisliği yoluyla hayata geçirmeye çabalıyor. Dindar nesil yetiştirmeyi hedefleyen bir parti, şimdi de sanat kurumlarını muhafazakârın estetiğini yansıtacak şekilde kurgulamaya çalışıyor. İşin en vahim tarafıysa, AKP’nin bunu tepeden inmeciliği/siyasal elitizmi ve toplum mühendisliğini eleştirerek hayata geçirmesi ve aslında hükümetin en zayıf olduğu nokta da bu. Muhalefet, bu konuda etkili olmak ve hükümetin toplum mühendisliği kokan düzenlemelerine karşı bir direnç alanı yaratmak istiyorsa AKP’nin en zayıf noktasını zorlamalı; çoğulculuk, demokrasi ve özgürlük odaklı bir söylem üretmeli, geçmişin alışkanlıklarından kurtularak toplum mühendisliğinden bağımsız söylemler kurabilmeli. Aksi halde hükümet, çoğulcu ve demokratik toplum yapılarına aykırı düzenlemeleri, daha çok demokrasi ve özgürlük söylemiyle hayata geçirmeye devam edecek.